Pages

4 Ocak 2022 Salı

Erdem Üzerine

 

Otoportre - Vincent van Gogh

"Otoyolda canlı canlı yanan şu çocukların ailelerinin ölümsüzlüğü; Hayır kurumlarının paraya boğduğu bu aileler, toplumun hayırlı saydığı insanları tiksindiren tüketim malları gibi harcıyorlar parayı; o hayırsever insanlar ki kendilerine araba almak için çocuklarının ölmesi gerekmiyordu ve bu yüzden de onları, sanki rastlantıymış gibi ölümcül kazalar yapıp duran şu şehirlerarası otobüslerle ucuz tatillere göndermek durumunda kalmıyorlardı hiç.

Kendi çocuklarını bozuk para gibi yutanların ölümsüzlüğü, ölümü ödüllendiren toplum kurumlarının ölümsüzlüğüne cevap veriyor sadece. Bu erdemsiz çemberin içinde bulunan her şey iğrenç: En yoksul çocukları öldüren rastlantı, bu ölümü bir gelir kaynağına dönüştüren hayır kurumları, geçici bir bolluk için bu durumdan yararlanan ana-babalar ve onları kınayan toplum; çünkü söylentiler, onları bu münasebetsiz davranışları için mahkum etmiyor da; bu parayı akılcı bir biçimde kullanmadıkları için; örneğin bankaya yatırmak yerine, tecelli eden ilahi adaleti doğrularcasına saçıp savurdukları için mahkum ediyor". Jean Baudrillard - Cool Anılar - sayfa 112.

Erdem şöyle tanımlanmaktadır: "ahlakın övdüğü ve ahlaklı olmanın gerektirdiği doğruluk, yardımseverlik, yiğitlik, bilgelik, alçakgönüllülük, iyi yüreklilik, ölçülülük gibi niteliklerin ortak adı."

Bugün bir insan erdem üzerine düşünüyorsa onun vay haline. Dış dünyanın, yani diğer toplumların, diğer insanların iyi olabileceği bir dünya düşünmek romantik bir ıstıraptır Gençliğin devrim arzusuyla yanan ruhudur. Romantizmin bittiği yerde olgun insan için iç dünyasında erdemi arama arzusu başlar. Friedrich Nietzsche şöyle der: "Üstinsan daha soğuktur, daha az tereddüt eder ve "fikirlerden" korkmaz; saygı ve "saygınlık" erdemlerine, ayrıca "sürü erdemi olan" hiçbir şeye sahip değildir. Önder olamıyorsa tek başına ilerler." Öyleyse iç dünyasında erdemi muhafaza etmeye çalışmak bir gerilimdir. Çünkü etkileşimin arttığı bir dünyada tüm bu erdemsizlikler üzerine gelir.

Erdem, can sıkan bir gardiyan gibi dolaşır kanımızda. Her şeye bir hiza vermeye çalışır. Bir simetri hastası gibi düzeltmek ister tüm detayları. Onu muhafaza etmek, erdemi her an savunmak yaşamın anlamı gibi addedilir. Epiktetos şöyle der: "İnsanın gerçek asalati erdemden gelir; doğuştan değil." 

Her ne kadar inançlarımız bize düşünmeden itaat etmeyi öğütlese de, hadi biraz, erdemle yaklaşmamız gereken dünyaya bakalım! Önce toplumların bize yaklaşımını ele alalım. Öncelikle yöneticilerden başlayalım. Onların bizim meselelerimizle alakası var mı? İktidarını korumak için, sonsuz bir büyüme isteğiyle yanıp tutuşuyorlar. Neredeyse makyavelist: "Amaca ulaşmak için her türlü araca başvurmanın uygundur." Biz onların başında Demokles'in kılıcı olduğunu sanıyoruz. Oysa onlar, Franz Kafka'nın Poseidon'u gibi: Hikayeye göre Poseidon tüm gün çalışma masasında oturup denizlerin yönetimi için evrakla uğraşıyor. Aslında bu iş için yanına yardımcı alma seçeneği olmasına rağmen, başkasına güvenmediği için bu sevmediği sıkıcı işi sürdürüyor.

Yöneticilerin bize erdem diye kakaladığı şey; yerimizi ve haddimizi bilmemizi isteyen paternalistik tavsiyeler bütünü. Konuşmaya kalkarsan, ağzına bir şey tıkayıp; onu yemeni istiyor. Dikkatini dağıtacak bir şeyi tüketmeni ve böylelikle kendisine de karışmamanı söylüyor. Git bankadan kredi çek ve onun taksitlerinde boğul. Yöneticilerin yönlendirdiği toplumlar, "Amerikan Rüyası" olabilmenin çok uzağındalar artık. Hırsların ve kazançların övüldüğü bir dünyada erdem çok uzak bir hayal olabilir ancak. Siyasilerin, şirket yöneticilerinin ve yatırımcıların, arka planda, ürettiklerimizle (Gayrisafi yurtiçi hasıla), rantla ve emeğimizle neler yaptıklarını biliyor musunuz? Herkese karşı silahlanmanın, daha fazla üretebilmek ve satabilmek için tüm yeryüzünün delik deşik edilmesinin daha erdemli bir toplum olmamıza sağlayacağı katkılar varsa bu gerçekten trajikomik olurdu.

Öyleyse kendimize bakalım: Baruch Spinoza, "Mutluluk erdemin ödülü değil erdemin kendisidir."  demiş ya, biz de mutluluğa eşdeğer erdemi kendi içimizde arayalım. Uğradığımız haksızlıklara erdemle yaklaşıp bu gidişatı onarmaya çalışalım. İyilik yapıp, denize atalım. Kendini tanımanın olgunluğu içinde kendi içimizde bir öte dünya kuralım. Dünya, bizim gelip geçtiğimiz bir oyun sahnesi olsun. Bizim sözümüzün bam teline dokunacağı o günü bekleyelim ve Czesław Miłosz gibi diyelim ki, "İnsanların oybirliğiyle bir sessizlik komplosunu sürdürdükleri bir odada, tek bir hakikat sözcüğü tabanca atışına benzer." Doğrusu gerçek bir erdemdir bu. Yaşamın hazlarını ıskalama pahasına bir erdem. Olgun, mağrur, mütevazı ve alçakgönüllü bir yaşam. İnsanın genlerinde ve kanında olanı inkar etmesiyle ulaşılan bir erdem. Öyleyse inkar etmeyelim bunu da ve Marquis de Sade gibi diyelim ki; "Her şeyi yaşamayan hiçbir şeyi yaşamamış demektir." Erdem, yürüdüğümüz patikada dikkatli olmamızı söyleyen biri; ama manzarayı seyredemiyoruz onun yüzünden. 

Öyleyse yöneticileri de iç dünyamızı da bir kenara bırakalım ve Max Stirner'in sözlerine kulak verelim: "Tamamıyla Benim olmayan her meseleyi başımdan savıyorum! Size göre meselem en azından “iyi mesele” olmalıdır? İyi nedir, kötü nedir? Ben bizzat Kendimin meselesiyim ve Ben ne iyiyim, ne de kötü. Her ikisinin de Benim için anlamı yoktur. 

Tanrısal olan Tanrı’nın meselesidir, insansal olan insanın. Benim meselem ne Tanrı'nın meselesidir ne de insanlığın, ne hakikatin, ne iyinin, ne adaletin, ne özgürlüğün vb. Benim meselem sadece Benim-olandır ve o genel değil, bizzat - biriciktir, tıpkı Benim Biricik olduğum gibi.

Hiçbir şey Benden üstün değildir!"

9 Temmuz 2021 Cuma

Çözülmemiş Mitler, Kendine Bakış ve Kategorik Dünya

Jan Siberechts
Jan Siberechts - A Wooded Landscape with Peasants
in a Horse-Drawn Cart
Travelling Down a Flooded Road


"Bir eğlence gezisi olduğu için bu, ona bağlı kalıp eğlenmek zorundaydık". Louis-Ferdinand CelineGecenin Sonuna Yolculuk

Daha iyi olması için neler yapabiliriz? Daha verimli çalışması, daha ergonomik olması için hangi adımlar atılabilir? Daha iyi bir tasarım, daha fazla getiri... Dahası da var: bir an geldiğinde meditasyon yapmanın iyi bir fikir olduğu düşünülebilir. Yazmak da mesela güzel bir rahatlama tekniğidir. Güne gülümseyerek başlamak, dua etmek, manzarayı seyretmek, uzayı düşünmek de düşünülmeli.

Çözülmemiş mitler, anlaşılmamış bunca yasa var. İnsan, anlamak içi birleştirmek, birleştirebilmek için öğrenmek zorundadır. Ama bilginin sınırları vardır. Üstelik bu dünya kategoriktir. Doğa felsefesi başta olmak üzere her şey birbirinden ayrılmıştır. İnsan nereye nasıl bakmalıdır? tam olarak nereden başlamak gerekir? İnsan kendinden mi başlamalıdır yolculuğuna? Gordion düğümüne kılıcı indirmek mi gerekir? İnsan, stoacılar gibi erdemli olmalı ve kanaatkar bir mutluluğa sebat mı etmelidir?

Bana kalırsa insanın temel problemi, kendisi dahil hiçbir şeyi konumlandırabilecek bir koordinat bulamamasıdır. Bu tıpkı, gezegenler güneşin etrafında dönerken, güneşin de uzayın derinliklerine doğru bir burgaç (vortex) gibi ilerlediğini öğrendiğim zamandaki şaşkınlığımı hatırlatıyor. Çünkü güneş de hareket ediyorsa, diğer güneşler de hareketlidir. Öyleyse bir şeyin diğer bir başka şeye göre belirlenen konumu soyut aklın bir ürünüdür. matematik öğretmenlerimizin doğru parçasını, paralel çizgileri vs. anlatırken tahtaya çizdikleri köşeleri olan bir evren gibi. Paralel doğrular birbirini asla kesmez ancak, bu durumu yalnızca kara tahtada anlatabilirsin. Bu postülat sadece zihinlerimizde yaşar böylece. Bir şeyin diğer bir şeye göre hareketi, normal şartlar altında (nşa), diğer her şey sabitken (ceteris paribus), bazı varsayımlar geçerli ken gibi ifadeler bu yüzden kolay atlanabilecek ifadeler değildir. Matematiksel olarak ifade edilemeyecek bir dünyada yaşadığımızı unutmamalıyız.

Öyleyse sosyal yaşamda da bu böyledir. Bir şeyin bir başka şeye göre davranışı, belirli şartlar altında gösterilen insan davranışları, genetik ve çevresel faktörler bize, her şeyin teorisi benzeri bir kuram teorisine içten içe, romantik bir inanışın sürdüğünü göstermektedir. Peki insanın hiç değişmediğini mi söylüyorum? Yani Jean-Paul Sartre, "insan tüm kararlarından sorumludur; insan özgürlüğe mahkumdur; özünü adam gibi oluştursun" derken tümüyle yanılıyor muydu? Yapılan bir iyiliğin, bir başkasını da iyiye yönelteceğini, açık bilginin teknolojiyi ve bilimi geliştireceğini, direnmenin haklar kazandıracağını söyleyemez miyiz? Elbette söyleyebiliriz. Çünkü, "Herkes istediğini yapar ama, istediğini isteyemez."  Arthur Schopenhauer

"Her şeye bakıyor, özellikle de binalara, tamamen kaybolmuş küçük şeyler ilgisini çekiyor, soru soruyor, kendisi bazı şeylere dikkat çekiyor, davranışının önemli yanı hayranlık duyma ve merak. Genel olarak çevresini kuşatan kişilerin önemsiz konuşmaları ve soruları, belki biraz çocukça ve neşeli, buna rağmen eşlik edenlerin tüm düşüncesini karşı koymadan aynı seviyeye indiriyor. Langer her şeyde derin bir anlam arıyor ve hissediyor, sanırım derin anlam böylesi bir anlamın eksik oluşunda, bana göre de bu yeterli. Tamamen Tanrı inayeti, gülünç olmadan yetersiz alt yapıda tutulmak zorunda olan." Franz Kafka

Her nereye bakarsak bizi, kendimiz olmaktan uzaklaştıracak bir şeyler buluyoruz. Bu integral yapı, bu iteratif, bilinmeyenlerin sonsuza gittiği süreç, birikimli yığılmış, düzensiz bir şey çıkardı karşımıza. Bunu kategorize etmek de konuyu kolaylaştırmadı ne yazık ki. Friedrich Nietzsche, 1881 yılında Peter Gast'a yazdığı bir mektupta şöyle demiş: "Ben parçalanabilen makinelere aidim."

24 Temmuz 2020 Cuma

Kaybedilen Zaman


Yellow-Red-Blue
Wassily Kandinsky - Yellow Red Blue
"Üzülme evlat, kaybettiğini sandıkların, kurtulduklarındır belki." Charles Bukowski

Anılara dalıp gittiğimde fark ettiğim bir şey de bu oluyor. Geçmişte bir mekanda, bir kimsenin yanında nasıl hissettiğimi anımsıyorum. Mesela gün ışığının sızdığı, yüksek tavanlı geniş bir koridorda yürürken, gelecek bana çok sempatik geliyordu. Söylemek istediklerim konusunda telaşlı değildim. Kendimi şu an olduğu gibi kapana kısılmış hissetmiyordum.

İnsanlar yalnızca kelle başı hesaba göre ayrılmazla birbirlerinden. Dolayısıyla kendi içimizde de farklı farklı kişilerizdir. Her an farklı bir kişiyi de yansıtırız. Sonra bu denli kaybolmuşluk içinden yükselen bir ses olmaya çalışırız. İnsanın yaptığı bir açıklama nedir ki? İnsan başka türlü bir varlık da olabilirdi. Örneğin, seçme ve seçilme hakkının 18 yaş alt sınırı ile belirlenmesi hangi gerekçeli kararların sonucudur? Üç yaşında entellektüel bir tartışmaya giremeyeceği bilinen bir türün, yetişkinliğinde ciddi konuları tartışabilme kapasitesine eriştiğini nasıl kabul edebiliyoruz? Davranışlarından sorumlu tutulan bir insan, hukukun saydığı orta zekaya sahip basiretli kişi; bütün bu kabullenmeler ne kadar gerçekçi olabilir? Açıkçası bunların hiçbirini cevaplayamayız ve bu konular hakkında hiçbir şey söyleyemeyiz. Çünkü biz evreni tanımıyoruz. Bizim zeka kıyaslaması yapmak için bir referans noktamız da yok. 

Nate Fisher from Six Feet Under
İnsan her gün azar azar ama günün sonunda neredeyse uzak geçmişindeki tüm izleri kaybedecek kadar başka birine dönüşüyorsa, zamanın içinde akıp giden varlık da kimdir? Geçmiş ne kadar kötü olursa olsun, ondan iyiliği bulup çıkarabilmemizin gerekçesi de budur. Çünkü geçmiş ölüler gibidir. Bizi yanıltabilecek bir şey yapamayacaklarından, onlarda huzuru buluruz. Çoğu kez geçmişimizi bölük pörçük, hatta yalan yanlış hatırlıyor olmamız gerçeği bile bir sorun teşkil etmez. Çünkü o artık kutsal mahzenlerde son kişi anımsayana kadar dinlendirilecek. Şimdiki zamanın bunaltan tarafı, geleceğin kaygı veren yapısının altında da bu neden vardır. Çünkü şimdiki zaman; hissedilen zamandır ve her zaman eleştiriye açıktır. Rüyadan uyanırcasına bölünmez şimdiki zaman. Aynı keder gelecek zamanda kaygıya dönüşüverir. Çünkü hem eleştiriye açıktır; hem de belirsizdir. Ya doğru düzgün yaşayamazsam?! İşte endişeye sebep olan da budur. Şimdiki zamanda anbean çıkış yolu arayan zihin; gelecekte ise hayalgücüne dayanarak kurgular yapar. Geçmiş zamandaki bazı anıların acıklılığı da benzer sebeplerden ötürüdür. Bunların hatırlayanların olması keyfimizi kaçırır. Bu yüzden de Jean-Paul Sartre'ın dediği ve kabul ettiği üzere, "Cehennem, başkalarıdır". 

Zaman çeşitli büyüklükte dalgalar gibi insana çarparken, insanın düşündüğü yegane şey, bu dalgalardan nasıl korunabileceği veya bu dalgalarla nasıl oyun oynayabileceğine ilişkindir. Ne yazık ki, tefekkür yoğun bir zihinsel çaba ve gayretli okumalar gerektiğinden, "başkaları" kaygısına karşı savaşı "galeyan" yönetir. İnsanın elinin ayağına dolanmasına neden olan o galeyan, amok koşucusuna çeviriyor insanı, hayat karşısında.

"Atlar bayağı şanslı, çünkü her ne kadar onlar da, bizler gibi, savaşın ceremesini çekiyorlarsa da, hiç olmazsa onu desteklemeleri, gereğine inanır gibi yapmaları beklenmiyor onlardan. Bahtsız, ama özgür atlar! Galeyan denen o kaltak, maalesef! bize mahsus. (…)" Louis-Ferdinand Céline

"Boş ver" gibi teskin edici sözler yineler insan kendisine. Eskisi gibi olamıyorsam kimin umurunda. Shakespeare'in dediği gibi "Dünya bir oyun sahnesi, bizler de birer oyuncuyuz." Elimizde olmayan ancak kaçınılmaz olarak bizim tarafımızdan şekillendirilecek geleceğimizin şerefine...

24 Haziran 2020 Çarşamba

Üzerinde Düşünülmemiş İdeler Üzerine

Max Slevogt - The Nile at Aswan
Hayatımızı şekillendiren şeyler, üzerinde hiç düşünülmemiş ya da çok az düşünülmüş şeylerdir. Mesela kitap okumak... Bunun iyi bir şey olduğuna kim karar verdi? Görünen o ki, tarihsel mirası olduğu gibi kabul ediyoruz. Görünen şey iyidir, iyi olan şey görünür. Çünkü zaman yok. Ama kitap okuma nasihatini bir kere eyleme dönüştürdüğümüzde ve sürekli hale getirdiğimizde artık aklımıza sorular geliyor. Hiç düşünmediğimiz bir konudan çok çok çok az düşünebileceğimiz bir faza geçiş yapıyoruz. Burada şunu düşünüyoruz mesela; çok okumak, yaşam zevklerinden mahrum kalmaya; hayattan kopuk yaşamaya, gerçekliğin pratikliğinden uzaklaşıp kurguya, kuramsal / kavramsal olana zincirli kalmaya neden olur mu? Sonra ikili ilişkiler. Hayatımız boyunca karşılaşabileceğimiz bir avuç insan içinden tesadüfi birisinin bizim ruh eşimiz olacağına nasıl inanırız?..

Bu yüzden de yaşam üzerinde düşünülmemiş, derme çatma birkaç düşünce üzerinde yükselmeye çalışır; kendini var etmeye; buradayım demeye. İşte tam da bu yüzdendir ki, hayattaki pek çok şey zamanla slogana dönüşür: "kitap okuyun", "satın alın", "ülkenizi sevin" gibi.

Ne iyi iyidir; ne kötü kötüdür. Doğru veya yanlış kulaktan dolma birkaç öğütten ibarettir. Doğrusu insanlar, birçok temel şeyin tanımını bile bilmez (Bilmesi gerekir mi gerekmez mi?). Toplumsal yaşayış yazıya döküldükçe bu yara da kabuk bağlamaya devam ediyor. Halbuki, "Bilginin istem olarak doğabilmesi ve özgür kişi olarak kendisini her gün yenilemesi için ölmesi gerekiyor", demiş Max Stirner.

Bazı konular üzerinde azıcık kafa yormak "zorunda" kalmış insanlar, bu konuları hiç düşünmemiş insanlar üzerinde hegemonya kurmaya çalışıyor. Halbuki "herkesin iyilik yaptığı ütopik bir dünyada" bile işlerin kesinlikle yolunda gitmeyeceği besbelli. Öyleyse tüm insanlar neden bu saçmalıkları söylemekten kendilerini alamıyorlar? Oysa "sessizliğin mantığı, felsefenin mantığıdır", demiş Martin Heidegger.

Böylece sessizlik lanetlenmiştir. Sessizlik zamanlarında yaralarını görmeye başlar insan. Tanrım! Sessiz ve sıkıcı olan her şeyden beni koru! Beni, kendimden koru! Kendimden azat et! İşte, içten, samimi bir dua böyle olurdu. Ya da kulak vermeli Wittgenstein'a: "Hakkında konuşamayacağımız şeylerde sessiz kalmamız gerekir."