Pages

11 Ekim 2009 Pazar

İkilem


"Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil". Fuzuli

Demiş ya zamanında şair, çok da güzel söylemiş. Şimdilerde çok popüler bir söz oldu bu. Fuzuli bu sözü ne üzere söylemiştir, bilemiyorum. İnsanlar ne anlıyor bu sözden ya da bu sözü duyan insanlarda anlam açısından çağrışımlar nedir diye aslında araştırmak gerekir.

Fakat bana çağrıştırdıkları biraz farklı olabilir. Şöyle ki, kurduğumuz düzen, öğrendiklerimiz, söylediklerimiz ya da yaptıklarımız ne kadar kişi tarafından, kaç zaman yad edilir? Hatırlanmak önemli midir? Önemli ve gerçek olan nedir? Bu noktayı açıklamaya çalışırken ben de Fuzuli gibi bir ikileme düşüyorum. Ne demeliyim yani, nasıl söylemeliyim? Bize zararı dokunacak gerçekleri, gerçek ve ya gerçek olma ihtimali var diye, insanları ve kendimi mutsuz etme pahasına söylemeli miyim? Bence bu düzeni veya sistemi kökten değiştirme çabaları hiç bir zaman fayda vermiyor. İnsanlar, sıcak hissedince sıcağa toplanan bakteriler gibi, ortama uyan bukalemunlar gibi v.s. davranmayı seviyor ve bununla mutlu oluyor. Değersiz vaktimizi dolduracak şeyleri buluyoruz işte. Olmasa daha mı iyi? Bence, kötü. O yüzden kendimden çok insanlara hak veriyorum, onlardan çok kendime üzülüyorum.

On sene önceki halime bakıyorum ve neredeyse dünyaya bakış açım 18o derece farklıymış. Belki, on sene sonra bu sözlerimin çoğuna ya da hiç birine katılmayacak ve çok farklı bir bakış açısına sahip olacağım. İnsanları gözlediğimde de genel kanı bu yönde. Demek ki benimde değişme ve farklı düşünme potansiyelim çok çok yüksek. E o zaman şimdi insanlara bu akıl verme ukalalığına neden bulaşıyorum. Çünkü, sussam gönül razı değil. Çünkü, mantık denen zehir (Oğuz Atay da böyle diyor mantık için) damarlarımda hızla dolaşıyor ve beni mutsuz ediyor.

Oysa ben bağırmak istiyorum: gerçek diye bir şey yok, hepsi uydurduğumuz küçük oyunlar. Neden çalışıyorsunuz bu kadar sıkı? Hukuk denilen 20. yy. insanlarının uydurduğu dine neden bu kadar bağlısınız? Hangi dünyevi amaca hizmet ediyorsunuz. Bana ilk merhabayı derken bile çevrenize bakmaktan kendinizi alıkoyamıyorsunuz. Odamın duvarlarına bakıyorsunuz ve yüzüme keskin bir dikkatle. Ağzınızdan çıkacak kelimelerle beni tiyatro oynamaya davet edişiniz neden? Sizden yaşça büyük dahi olmamasına rağmen (saygıyla ilgili derin ve yerleşmiş etik duygularımız yaşça büyük olanları fazladan bir hürmet öneriyor olması kuvvetle muhtemeldir) babadan zengin birisinin ilginizi dahi çekmeyen enteresan bir konuyla ilgili dediklerini can kulağıyla dinlerken (ya da dinliyor görünmeye mecburken) ve saygıdan bacak bacak üstüne dahi atamazken, benim gibi birinin (hemde çok yeni tanışmamıza rağmen) sözünü kesebiliyor, karşısında esneyebiliyor, hatta çenemi kapatmamı bile isteyebiliyorsunuz. Hem de benim fiziksel özelliklerimin, yaşımın ve bir çok manevi değerlerimin(çalışkanlık, iş ahlakı v.b.) o zengin kişiden fazla olmasına rağmen. Halbuki o babadan zengin biri. Senin gibi bir adam bir çok sanat dalıyla büyük bir mutlulukla ilgilenirken, o bunlarla hep dalga geçiyor. Ama status ya da statü dediğimiz kavram size o klişe oyununuzu oynamak için muazzam bir baskı yapıyor.

Belki de çözüm, Luke Rhinehart'ın Zar Adamındaki gibi bizi klişelerden kurtarabilecek oyunlar oynamaktır, bilemiyorum. Bildiğimi sandığım tek şey, değer verdiğimiz pek çok şeyin beni inanılmaz bir ikilemle baş başa bırakmasıdır. Değişen hayatımız, değişecek değerlerim bana doğru yolun bu veya başka olduğunu göstermesi benim bunları yaşarken geçirdiğim zamanın boş olduğu gerçeğini yüzüme vurmaktan alıkoyamayacak.

Çünkü mantığımın bana aşıladığı zehre göre, eğer söylediklerim doğruysa ve değişmeyecek gerçeklerse: söylesem tesiri yok; eğer yanlışsa ve on sene sonra ben değişik bir insan olacaksam: sussam gönül razı değil.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder