Pages

25 Ekim 2009 Pazar

Vecizeler

Ara sıra denizi görebilmek benim için büyük bir şans.

Ben uyurken birilerinin mutlu olabileceğini hayal dahi edemiyorum.

İnsan olarak düşlediğim tek şey huzurlu bir ölüm.

Hiç insan tanımasaydım canım çok sıkılırdı.

Kavramların karşılığı soyut değil soğuk geliyor.

Domuzlar, çamur banyosu yaparken de mutlular.

Bilgiçlik taslarken saçmaladığımın hep farkındaydım ama oyun dışı kalmayı da hiç istemiyorum.

Küçük bir kız çocuğun çizdiği resimler, ebeveynlerini mutlu edemezken, onların hayalleriyle çizdiği "para resimler" de küçük kızın ilgisini çekmeyi başaramıyor.

Eğer alkışlandığımı bilseydim ne kadar işkenceye dayanabilirdim diye hep merak etmişimdir.

Bir "susuz" bir de "uykusuz" yapamam.

"Gerçek" denen şey o kadar korkunç ki gölgesi bile insanı çıldırtmaya yetebilir.

Her ne yapıyorsan şimdi, umarım gülümsüyorsundur.

Yaşamak, kaybetmelerin en güzelidir, bununla birlikte harcadığımız her an kazandıklarımızla karşılaştırılamayacak kadar değerlidir.

Önemli Not

Yazdıklarımda ya da söylediklerimde mantık hatası çıkabileceği gerçeği içimi ürpertiyor.

21 Ekim 2009 Çarşamba

Ben nerede yaşıyorsam ona göre yazarım


Evim deniz kenarında mı, o zaman ben tuzlu kirpiklerimle suyun serinliğine bakan telaşsız, huzurlu bir insanım. Mesela evim Boğaz'a nazır. Yakamozlar ve dalgalar tek derdim, tekneler ise tek tesellim olacaktır. Aşkı ve insanları seveceğim. Yalısında bir beyefendi teknesinde bir Orhan Veli olacağım. Lodosu poyrazı gıcırdayan tahtaları işleyecek beyin hücrelerim. Teknemde yanık tenli, yalımda duru sesli şarkıcıların sesleriyle neşeleneceğim, hüzünleneceğim.

Veyahut, ben varoşlarında şehrin; elleri, üstü başı kirli bir çocuk olacağım. Alıngan, dikkatli ve kibirli... Aşık olsam söylemeyeceğim, sinemayı merak edeceğim, kurbağa dolu bataklıklardan, yanan otomobil lastiklerinden, kömür karası bir krallıkta neşeli kral rüyaları göreceğim. Cam göbeği misketler, yorgun mahalle sakinleri, müstehcen şakalarla büyüyüp çok şekerleme yiyeceğim.

Ben nerede yaşıyorsam ona göre yazacağım. Huzuru, insanları, geçmişi, hayatları, hayalleri her şeyi bir defa bir kenara bırakıp yaşamak arzusu ise içimden belki de hiç çıkmayacak.

11 Ekim 2009 Pazar

İkilem


"Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil". Fuzuli

Demiş ya zamanında şair, çok da güzel söylemiş. Şimdilerde çok popüler bir söz oldu bu. Fuzuli bu sözü ne üzere söylemiştir, bilemiyorum. İnsanlar ne anlıyor bu sözden ya da bu sözü duyan insanlarda anlam açısından çağrışımlar nedir diye aslında araştırmak gerekir.

Fakat bana çağrıştırdıkları biraz farklı olabilir. Şöyle ki, kurduğumuz düzen, öğrendiklerimiz, söylediklerimiz ya da yaptıklarımız ne kadar kişi tarafından, kaç zaman yad edilir? Hatırlanmak önemli midir? Önemli ve gerçek olan nedir? Bu noktayı açıklamaya çalışırken ben de Fuzuli gibi bir ikileme düşüyorum. Ne demeliyim yani, nasıl söylemeliyim? Bize zararı dokunacak gerçekleri, gerçek ve ya gerçek olma ihtimali var diye, insanları ve kendimi mutsuz etme pahasına söylemeli miyim? Bence bu düzeni veya sistemi kökten değiştirme çabaları hiç bir zaman fayda vermiyor. İnsanlar, sıcak hissedince sıcağa toplanan bakteriler gibi, ortama uyan bukalemunlar gibi v.s. davranmayı seviyor ve bununla mutlu oluyor. Değersiz vaktimizi dolduracak şeyleri buluyoruz işte. Olmasa daha mı iyi? Bence, kötü. O yüzden kendimden çok insanlara hak veriyorum, onlardan çok kendime üzülüyorum.

On sene önceki halime bakıyorum ve neredeyse dünyaya bakış açım 18o derece farklıymış. Belki, on sene sonra bu sözlerimin çoğuna ya da hiç birine katılmayacak ve çok farklı bir bakış açısına sahip olacağım. İnsanları gözlediğimde de genel kanı bu yönde. Demek ki benimde değişme ve farklı düşünme potansiyelim çok çok yüksek. E o zaman şimdi insanlara bu akıl verme ukalalığına neden bulaşıyorum. Çünkü, sussam gönül razı değil. Çünkü, mantık denen zehir (Oğuz Atay da böyle diyor mantık için) damarlarımda hızla dolaşıyor ve beni mutsuz ediyor.

Oysa ben bağırmak istiyorum: gerçek diye bir şey yok, hepsi uydurduğumuz küçük oyunlar. Neden çalışıyorsunuz bu kadar sıkı? Hukuk denilen 20. yy. insanlarının uydurduğu dine neden bu kadar bağlısınız? Hangi dünyevi amaca hizmet ediyorsunuz. Bana ilk merhabayı derken bile çevrenize bakmaktan kendinizi alıkoyamıyorsunuz. Odamın duvarlarına bakıyorsunuz ve yüzüme keskin bir dikkatle. Ağzınızdan çıkacak kelimelerle beni tiyatro oynamaya davet edişiniz neden? Sizden yaşça büyük dahi olmamasına rağmen (saygıyla ilgili derin ve yerleşmiş etik duygularımız yaşça büyük olanları fazladan bir hürmet öneriyor olması kuvvetle muhtemeldir) babadan zengin birisinin ilginizi dahi çekmeyen enteresan bir konuyla ilgili dediklerini can kulağıyla dinlerken (ya da dinliyor görünmeye mecburken) ve saygıdan bacak bacak üstüne dahi atamazken, benim gibi birinin (hemde çok yeni tanışmamıza rağmen) sözünü kesebiliyor, karşısında esneyebiliyor, hatta çenemi kapatmamı bile isteyebiliyorsunuz. Hem de benim fiziksel özelliklerimin, yaşımın ve bir çok manevi değerlerimin(çalışkanlık, iş ahlakı v.b.) o zengin kişiden fazla olmasına rağmen. Halbuki o babadan zengin biri. Senin gibi bir adam bir çok sanat dalıyla büyük bir mutlulukla ilgilenirken, o bunlarla hep dalga geçiyor. Ama status ya da statü dediğimiz kavram size o klişe oyununuzu oynamak için muazzam bir baskı yapıyor.

Belki de çözüm, Luke Rhinehart'ın Zar Adamındaki gibi bizi klişelerden kurtarabilecek oyunlar oynamaktır, bilemiyorum. Bildiğimi sandığım tek şey, değer verdiğimiz pek çok şeyin beni inanılmaz bir ikilemle baş başa bırakmasıdır. Değişen hayatımız, değişecek değerlerim bana doğru yolun bu veya başka olduğunu göstermesi benim bunları yaşarken geçirdiğim zamanın boş olduğu gerçeğini yüzüme vurmaktan alıkoyamayacak.

Çünkü mantığımın bana aşıladığı zehre göre, eğer söylediklerim doğruysa ve değişmeyecek gerçeklerse: söylesem tesiri yok; eğer yanlışsa ve on sene sonra ben değişik bir insan olacaksam: sussam gönül razı değil.

8 Ekim 2009 Perşembe

Masum Bilgisizlik


"Bilgisizlik, mutluluktur". Henry Ian Cusick \ Lost dizisi karakateri (Desmond David Hume)

Geçmiş günler, hatıralar neden hep özlemle anılır, derin bir iç çektirir insana? Şimdi enikonu düşününce insanın aklına birçok olası sebep geliyor. Mesela üzerinden 20 25 sene geçmiş ve siz gençlik yıllarınızı özlemle, iç geçirerek karmakarışık o enteresan duygusallıkla hatırlıyorsunuz. Belki o günlerde büyük sıkıntılar içindeydiniz, yalnızdınız, hor görülüyordunuz v.b. olumsuzluklar yakanızı bırakmıyordu. Bütün bunlara rağmen size geçmiş günleriniz şöyle derin bir ah çektiriyorsa bunun en önemli nedenlerinden biri olarak muhtemelen gençlik çağlarının insanı enerjik yapan ruh hali, daha hareketli ve aktif yaşam olduğunu söylersiniz. Bence bu ve bunun gibi birçok olası neden dışında bir neden daha var: masum bilgisizlik.

Peki bu sözle neyi kastediyorum? Masum bilgisizlik nedir ve neden insanı bu enteresan duygulara sürükler? Bu durumun varlığını şu şekilde açıklayabilirim: mesela insan ne kadar olumsuz şartlar içinde oluştuğu düşünülse de değil 20 30 sene önceki hatıralarını 1 sene önceki hatıralarını bile masum bir tatlılıkla hatırlar. Bunun en önemli nedeni de masum bilgisizliğin varlığıdır.

İnsan her yeni günde ister istemez hep yeni birşeyler öğrenir. İnsanın hayata ve yaşamaya dair öğrendiği herşey her geçen gün insanı hayalcilikten bir çeşit gerçekçiliğe sürükler. Tabi bu gerçekçilik anladığımız manada bir mutlak gerçekçilikle ne kadar örtüşür, orası tartışılır ama sonuçta insan bir sürahi misali hergün yeni çeşit sıvılarla dolar ve her yeni günde rengi değişir demek bence doğru bir önerme olur. Dolayısıyla, insanın hergün belli belirsiz veri ve bilgilerle donanması onu ve hayata bakış açısını değiştirir. Hatta, hatırladığıma göre, 80'li yaşlarında, hayat tecrübesi elbette ki yüksek olan bir doktor şöyle demişti: insan her 10 yılda bir (takriben) öğrendiklerinin % 50'sine inanmaktan vazgeçer. Buradan da yola çıkarak bilgisizliğin ya da az bilmenin saf mutluluğun temel kaynağı olduğunu savunduğumu belirtmek istiyorum. Yani ve bence, bu derin iç geçirmelerimizin, özlemle yad etmelerimizin temel nedenlerinden biride muhtemelen bu olsa gerek.

Çok fazla hayat tecrübesine sahip bir insan değilim. Çok fazla insan ve yer de tanımamış olabilirim. Fakat naçizane tecrübelerime dayanarak şunu söylüyorum ki, ben, acılarla geçen son 4-5 yılımı işte bu pozitif bakışım ve özlemlerimle yad ediyorum. Gezdiğim yerlerin insanları ne kadar bilgisizse (ben onlara cahil demek istemiyorum) o kadar saf mutluluğu yaşadığını görüyor ve böyle olduğuna da inanıyorum.

İnsanın zamanla, olgunlaşmaya ve yaşlanıp tecrübeli bir kişi olmaya giden yolda öğrendikleri bir silah olarak da kullanılabilir bir gül olarak da. Fakat bana öyle geliyor ki, biz bilgi dediğimiz her şeyi, çoğunlukla bir silah olarak kullanmak niyetindeyiz.

Her bildiğimizle bizden az bilenleri küçümsemek ve onları üzmek zorunda mıyız? Bence yalnız bu soru bile iyice üzerinde düşünüldüğü zaman insanın içini sızlatmaya yeter. Bilmeyen veya az bilen insanları hor görmek, onlarla bir çeşit efendi-maraba ilişkisi kurmaya çalışmak zorunda mıyız? Bize yaşamak veya hayatın bilgisi neden böyle öğretiliyor? Neden hep anlamsız bir yarışın içinde sürükleniyoruz? Neden, neden, neden? Bu konuya ilişkin yaşanmış bir örneği belki daha sonra detaylı bir şekilde yazarım. Sadece iddiamı daha anlaşılır kılması açısından elbette.

Velhasıl bana göre, geçmiş hep güzel kalacak, gelecekse, ellerimizde...

Kötülüğe Karşı Direnmeyeceksin


"Oysa insan, yalnız davranışıyla değil, içinden de kötülüğe karşı direnmemeli; hayatında kötülüğe karşı direnmekten başka yüksek ve güzel şeyler olmalı ki bütün ilgisini bu konuya toplamasın benim gibi. Bütün vaktini bununla kaybetmesin ve yorulmasın benim gibi. Her nefes alışında bu cümleyi alıp vermeli insan: kötülüğe karşı direnmeyeceksin. İlk tokadı yediği zaman insan bu gerçeği bilse... yapılan işkenceler önemini kaybeder. Önemsiz bulduğunuz için de işkence yapılmaz size: faydasız hareketlerden kaçınır insanlar. Oysa, yüzünüze bakar bakmaz, gözlerinizin ifadesinden, size eziyet etmenin onlar için faydalı olacağını görüyorlar. Ne kadar gözlerinizi kaçırmaya çalışsanız fayda vermiyor, daha beter oluyor. Sizi ölü sanmaları gerekiyor önce: bizden bu dünya için ümitlerini kesmeleri gerekiyor. Bir ölüyü konuşturamayacaklarını bilirler ve vazgeçerler işkenceden. Haksızlığın insan ruhunu nasıl yıprattığını biliyorlar ve bunun için ısrar ediyorlar. Herkesin başına bir sorgu yargıcı dikiyorlar: neden bu sözü söylediniz? Neden mi? Öyle istedi canım. Olmaz. Bir sebep bulmalısınız. Mantık denen bir zehir aşılamışlar. Nedenini bulmak sorumluluğunu duyuyorsunuz. Canın cehenneme, diyemiyorsunuz. Hürriyet, gerçek hürriyet kalkıyor ortadan".
Oğuz Atay \ Tutunamayanlar s.661-662.

1 Ekim 2009 Perşembe

Gerçeğin Olamayabileceği Gerçeği


Şöyle bir düşünce aklıma takılıyor arada sırada. "İnsan düşünebildiğini sanan bir hayvandır." Ne yani, olamaz mı?

Bugüne kadar okuduğumuz tüm kitaplarda izlediğimiz tüm filmlerde, hayata dair verdiğimiz tüm kararlar hep bir gerçekten beslenmiştir. İnsan tüm kaynaklarda hayvanlar, bitkiler vs. tüm diğer canlı aleminden ayrı tutulmuş ve farklı bir konumda gösterilmiştir. Bu kaynaklara göre insan düşünebilen, zekasıyla yepyeni bir "Şey" vücuda getirebilen tek varlıktır.

Ben size tüm bunların dışında insanın sadece düşünebilen ve uygulayabilen veya alet yapabilen bir insan olarak sadece ve sadece zeka ve düşünce sistemine sahip canlılar arasında en kompleks yapıya sahip olmasından başka hiçbir özelliği olmadığını söylesem. Yani ve kısaca, İnsan düşünebildiğini sanan bir hayvandır? şeklinde düşüncemi özetlesem ne derdiniz? Ne kadar ilginç değil mi? Yani insanoğlu yaptığı gökdelenlere piramitlere vs. benzeri ayrıntılı bilgi yetenek ve çalışma gerektiren bir iş yaptığında kendini yuvalarını yüzbinlerce kum tanesiyle yapan karıncalardan tamamen farklı bir noktaya koyar? İnsanoğluna göre onun mühendislik dehası yaptığı aletler maymunların taşla ceviz kırma sistemi ile karşılaştırıldığında kendi düşünce sisteminin katbekat ( bu oran olabildiğince fazla bir rakam olarak düşünülmelidir)gelişmiş olduğunu ve kendisinin bu gezegende efendi olduğunu gösterir niteliktedir. Halbuki insanoğlu evren çapında kompleks düşünce ve zeka sistemi açısından en gelişmiş canlı olmayabilir ve daha da somut olarak eğer böyle olduğunu kabul etsek bile bu bizi diğer canlılardan farklı bir konuma koymaz sadece bir hiyerarşik düzenle açıklama getirilir.

Peki insan zekasının ve düşünce sisteminin durumu nedir? Aslında kendimce uydurduğum açıklamayı şekil olarak da aktarabilmek isterdim. Fakat yalnızca düşünsel olarak hayal etseniz de anlayabileceğinizi düşünüyorum. Şöyle ki, evrensel boyutta bir düzlemde sonsuza yaklaşan sayıda noktalar düşünelim. Bu noktalar düzlemde tamamen terleşmiş durumdadır ve düzlemin ayrılamaz bir parçasıdır. Bu noktalar insanların sahip olabileceği tüm bakış açılarını ifade eder. Gökyüzündeki yıldızlar gibidir ve akla hayale sığmayabilecek gibi de olsa tüm ideleri, tözleri yahut fikirleri kapsar. İnsanın bu düzlemdeki konumu ise dünyanın etrafını çevirdiği varsayılan ekvator gibidir. Düzleme bir ışık kaynağından yansıtılan daireler olarak düşünebilirsiniz ve bu daireler pekala kümeler misali kesişim alanlarına sahip olabilir.Bu düzlemde noktalar tam göbekten başlayarak bir ağacın dalları gibi fakat çok sistematik ve düzenli bir şekilde tüm düzlem boyunca yayılmıştır. Yani noktalar kendilerine yakın olan noktalarla daha çok çağrışım içindedir. Bu çağrışım noktalar arası uzaklıkla doğru orantılı bir şekilde azaltılır.

İnsanın bu noktadaki durumunu daha iyi izah edbilmek için kendimce uyarladığım iki uç noktayı seçtim ve insanın karakteri halini bu düzlemde iki uç karakter olarak sınıflandırırsak -ki aslında bu sınıflandırma anlamsız veya tehlikeli olabilir. Fakat yine de anlatmak istediğimi daha anlaşılır kılar.- bir ucu mutlu insanlar ve diğer ucu da tutunamayanlar olarak ifade edelim. Ayrıca hiçbir insanın çapının düzlem kadar olamayacağını belirtmeliyiz. Bunun nedeni insanın beyninde şu ana kadar hiç olağanüstü sinir hücresi yoğunluğunun görülmemiş olması ya da insanın midesinin belirli bir kapasiteye kadar genişleyebilmesi veya insanın belirli bir seviyeye kadar hafıza kuvvetinin olabilmesidir.

Basitçe, geometrik olarak tam çember kapsamda karaktere sahip insan mutlu insandır. ( Tabi ki teorik olarak). Eğer Eğer bu tam çember kutuplarından fazla basıklaşarak yassılamış veya tam tersi uzamış ve başka bir şekle bürünmüşse (neredeyse düz bir çizgi halini almışsa -yatay ya da dikey olarak-) tutunamayanlar etkisini gösterir. Yani kişi kapasitesinin uzağına gitmeye çalışarak mutluluğunu bozacak bilgilerin farkındalığına ulaşmış bununla beraber asla onların hiçbirisine sahip olamayacak olmasının da verdiği hüzün ve ruhsal çöküşle intihara kadar gidebilecek bir süreçte huzursuz ve mutsuz hayatını sürdürecektir. Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ında Selim Işık karakteri böyle bir sendromu maalesef yaşamıştır. Olması gerekenden fazla şeyin bilgisinde olmak, gerçeğin aslında gerçek olamyabileceğini farketmek bu sorunun temel kaynağıdır. Mutlu insanlar çemberinde neden sonuç ilişkisindeki sıkılık insanın her türlü ruhsal buhrandan muhafaza eder.

Örnekle açıklamak gerekirse, tarihin çok eski zamanlarında insanların güneşe taptığını veya yıldırımlara Tanrının Gazabı dediklerini biliyor ve ilkel buluyoruz. Şimdi bu tür şeylere inanan insan sayısı belki çok az, belki hiç yok. Fakat şu var ki, eğer siz o zamanlar bu gerçeğe ilişkin belirsiziliği sezinleseydiniz tutunamayanlar sendromuna yakalanabilir ve huzursuz bir hayat yaşayabilirdiniz. Yani, insanları tanrıya kurban ettiren bir etik ve yaşayış düzeyine getiren tüm bu "gerçek gerçeksizliğidir".

Bugün eğer siz, son model bir arabayla mutlu oluyor, kız arkadaşlarınıza tapıyor ve gözünüz başka bir şey görmüyorsa, cep telefonlarından, gezmekten memnunsanız, kısacası popüler dünya iş ve gereçleri sizi memnun ediyorsa mutlu insanlar çemberinde yaşıyorsunuz ve huzurlusunuz demektir. Fakat kendinize, (Benoit Mandelbrot'nun da yaptığı üzere) İngiltere'nin gerçekte kıyılarının uzunluğu nedir, diye soruyorsanız işte o zaman siz tutunamayanlar etkisinde mutsuz ve huzursuz bir insansınız demektir. Çünkü tepeden bakılarak ölçüldüğünü düşünün İngiltere'nin kıyılılarının. Çok yukardan, mesela uzaydan bakarsanız, ayrıntıları kaçırır ve kıyı şeridini olduğundan daha düz görürsünüz. Uçakla dolaşıp ölçseniz, yine de daha yakınlaşıp mesela yürüyerek ölçmekteki ince ayarı tutturamazsınız ve ölçümlerinizin sonucunun ölçme işlemini detaylandırdıkça arttığını farkedersiniz.

Son safha; insanlar atom-altı parçacıkların farkında, yine de sınırlı görüş ve bakış açımız altında daha derinlere inemyeceğimizin ölçüm veya en küçük madde yapısının ne olduğu konusunda hemfikir olduğumuzu kimse iddia edemez. Teorik olarak atom-altı parçacıklar detayında ölçüm yapılsa ölçüm sonucumuz yine değişmez miydi? Elbette ki değişirdi. O zaman bu bakış açımızla deriz ki, İngiltere'nin kıyılarının uzunluğu teorik olarak sonsuzdur.

Bir başka açıdan Cantor Tozu deneyiyle açıklarsak bir maddeyi sürekli ikiye bölersek bölme işlemi teorik olarak sonsuza kadar devam eder. Bu da maddenin en küçük yapıtaşının bulunmamış olmasının neticesidir.

Şimdi size sormak istiyorum. Gerçek, ne kadar gerçek?