Pages

29 Aralık 2011 Perşembe

İtirafname

Interior of a Restaurant in Arles
Arles: August, 1888
"Biz televizyon izleyerek, milyonerler, sinema tanrıları, rock yıldızları olacağımıza inanarak büyüdük ama olamayacağız...Hepimiz heba oluyoruz... Bütün bir nesil benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor ya da beyaz yakalı köle olmuş... Reklamlar yüzünden araba ve kıyafet peşindeyiz... Nefret ettiğimiz işlerde çalışıyor, gereksiz şeyler alıyoruz... Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız... Bir amacımız yok; ne büyük savaş ne de büyük bir buhran yaşadık... Bizim savaşımız ruhani savaş... Ve bunalımımız kendi hayatlarımız..."
                                                                                                       Chuck Palahniuk

Çocukluğumda büyüklerin her şeyi bildiklerini düşünürdüm. Hayat hakkında kesin yargıları vardı ve sarsılmaz bir pencereden dünyaya bakıyor gibiydiler. Tereddütleri yoktu hiçbir şey hakkında. Bu içten içe hoşuma gidiyordu. Süregiden bir hayatın parçası olmayı çok istiyordum. Benim için dünya üzerinde şüphe edilecek hiçbir şey yoktu. Bunun anlamı aslında şu; gerçekten düşünen bir insan için hayatın gidişatı içinde kavrayamayacağı hiçbir gerçek yoktu. Fikirler sabit ve genel geçerdi. Dünyam çok küçük olduğundan, yalnızca gördüğüm insanların duygu, düşünce ve hareketlerinden etkilendiğimden ve çoğunlukla bilinçsiz bir korkak olmamdan ötürü hayatın gidişatına itirazım yoktu ve olamazdı. Söz gelimi, sobaya yanarken dokunulmaması gerektiğini bilmeli, buna göre yaşamalı ve bu kesin bilgiyi yaymaktan öte hiçbir gayem olmamalıydı. Soba sıcaktı; sobaya değen her çocuk canı yanınca bunu deneyimlerdi. O yüzden de dikkatli olmak gerekirdi.

İnsanları dinlemeyi severim. Anlatmaktan çok dinlemişimdir hayatım boyunca. Henüz bir çocukken, büyüklerin aralarındaki anlaşmazlıkları görünce hayrete düşerdim. Sarsılmaz bilgiler dünyasında yaşayan büyüklerimin aralarında tartışması bana çocuksu gelirdi. Hayat ve onlar hakkındaki düşüncelerim "iyi" ve "kötü"yü en uç noktalara yerleştiren hikayelerin kahramanları hakkında düşüncelerimle birebirdi. Birisi kötülük yapardı ve iyi olan bundan hayıflanır, adalet isterdi. Bu da bana gayet olağan geliyordu tabii. Bir insan kabahat işlemişse, -tıpkı benim kabahat işlediğimde aldığım uyarı ve cezalar gibi- cezasını çekmeliydi. 

Bu sıradanlık ve hayatın gidişatı beni öylesine ele geçirmişti ki; herkes gibi ama olabildiğince iyiliksever bir insan olarak yaşlanmaktan başka bir şey düşünemiyordum, uyuşmuştum. Hayatımın gidişatını kabullenmiştim; bunda saçma bir yan göremiyordum ve hatta seviyordum bu durumu. Eşyalar ve insanlar hayatıma girip çıkacaktı yalnızca. Bense bu hayatın bir köşesinde durumu en iyi şekilde idare etmeye çalışacaktım. Kaygılı ve melankolik insanlar aptaldı benim için. Hayatı düzgünce yaşamak gayesinden başka her düşünce ve duygu aptalcaydı.

Sıradan hayat yaşamak isteyen her insanın başına geldiği gibi benim de başıma bir travma geldi. Bu çok önemli bir mucize değil; bir aydınlanma anı da değil; bu resmen bir bulantıydı. Her şeyin sıradan olmasına şaşırmaya başladım bir anda. Eşyalar ve insanlar tuhaf geliyordu. Hiçbir zaman birbirine gerçek manada dokunamayan; birbirini gerçekten dinlemeyen, birbirini gerçekten anlamayan insanların ortasında kalıvermiştim. Dünyam daha da genişliyordu çünkü. İnsanların ve kendimin tuhaf basitliğini görünce bu bulantı tiksintiye dönüştü. Kitaplarda anlatılan insanların; ne bileyim bir Van Gogh'un, Nietzsche'nin, Sartre'ın ve nice mutsuzluktan geberen, kendisine kurşun sıkan, sinir buhranları geçirenleri anlamaya başladım. Bu aslında süslü cümlelerle anlatılacak bir entelektüel yalnızlık veya aydın insan olma hikayesi de değil benim için. Hiçliğe varan bir basitlik ve sıradanlık öyküsü.

Bir çocuğun, yetişkin olduğunda iyi bir iş sahibi olup çok güzel bir araba almak düşlerinden uzaklaşıp, eskiyen ve çürüyen bedenlerine çeşit çeşit kıyafet alan ben de dahil tüm bu insan ırkının saçmalığına yaklaştım. İnsanı mutsuz eden de budur aslında. Fakat çoğu zaman farkına varmaz ya da isim koyamaz bu haline. Sanatçı ise, bana göre, bu mutsuzluğu biçime sokmaktan başka bir şey yapmamaktadır.

Old Tower in the Fields
Nuenen: July, 1884
Yalnız bir bireyi düşünün; mesela kendinizi. Değer verdiğiniz her şeyi eleştirin sonra! Bunu yapamazsınız çoğu zaman; çünkü bu dünyaya sıkı sıkıya bağlısınız. Anne sevgisini eleştiremezsiniz; Tanrı'yı yerin dibine sokamazsınız; rüyalarınızda bile; aşkınızın gerçekliğini eleştiremezsiniz; babanız bir sabah ölümsüz olsa ve siz yaşlanmaya devam etseniz; onun yaşını gelip geçtiğinizde ona nasıl davranacağınızı bilemezsiniz; saygınızın ve sevginizin sınırlarını kestiremezsiniz; olağanüstü bir kaza veya afet sonucunda ölen insanlara içten içe sevindiğinizi kabul edemezsiniz; insanların kötü yaşadıklarını gördükçe mutlu olduğunuzu itiraf edemezsiniz...

Çünkü kıyafetler taşıyoruz. Patronumuza, devletimize, anne babamıza, öğretmenimize, dilenciye, hastaya, rakip takım taraftarına, başka dinden bir insana nasıl davranmamız gerektiğini gösteren, bildiren kıyafetler bunlar ve nasıl bir bataklıkta olduğumuzu anlamak da imkansız. Bunun için bile, yani kendi basitliğini ve acziyetini görmek için bile insan okumalı ve düşünmeye zaman ayırmalı üstelik.

Cep telefonlarınız, koltuk takımlarınız olmalı; her yıl tatile gitmelisiniz; arada sırada devlet politikalarını eleştirmeli; arada sırada akmayan trafiğe sinirlenmelisiniz; "gösteriş budalaları". Koskoca bir dünya heba olacak böylece. İstemediği işleri yapan, istemediği biçimde yaşamak zorunda kalan milyarlarca insan. "Ben Kimim" demeye fırsat bulamadan mezarlıkları dolduracak İnsancıklar!
"Dinleyin sürüngenler;
Sizler özel değilsiniz, Sizler güzel ya da eşi benzeri olmayan kar tanesi de değilsiniz, sizler işiniz değilsiniz, sizler paranız kadar değilsiniz, bindiğiniz araba değilsiniz, kredi kartlarınızın limiti değilsiniz, sizler iç çamaşırı değilsiniz, Sizler herkes gibi çürüyen birer organik maddesiniz..!
Bizler bu dünyanın şarkı söyleyip dans eden pislikleriyiz".
                                                                                      Chuck Palahniuk

  • Her Şeyin Ötesinde

Uygarlığın temel varsayımlarını reddetmekle geliriz bu noktaya. Mutsuzluktan başka bir işe yaramadığını da yinelemek isterim. Ama daha acı bir tarafı da vardır düşünmenin, eleştirmenin. O da daha iyi bir yaşam biçiminin olmamasıdır. Özgürlüğünün peşinde koşan bireyin hazin sonu! Kaçacak hiçbir yer yok. Bu yaşamak sancısını çekmekten; dünyanın kanserli hücresi insanlara katlanmaktan başka hiçbir seçim şansı yok.


Sanatçıların dikkat çektiği, yalnızca ve yalnızca tutamaçlarınızın amaçsızlığını göstermektir. Bundan başka bir numaraları yoktur pek. Sanatçı demek; hayata tutunacak tabuları, duygu ve düşünceleri elde edememiş; medeniyetten uzak bir kabileden gelip; uygar insanların arasına yaşamaya çalışan gözlemci, meraklı bir yerli misali yaşayan insan demektir.


Çocukluğumda kurduğum düşlerin sonuna geldim böylece; "Gecenin Sonuna Yolculuk". Kutsal bildiğim her şeyin sonu oldu bu. Kendine yaklaşmak isteyen birey, insanlardan uzaklaşır.



18 Aralık 2011 Pazar

The Good Shepherd

Still Life with French Novels and a Rose
Paris: Autumn, 1887
"Önce kelime vardı" diye başlıyor Yohanna'ya göre İncil. Kelimeden önce de Yalnızlık vardı. Ve Kelimeden sonra da var olmaya devam etti Yalnızlık... Kelimenin bittiği yerden başladı. Kelimeler, Yalnızlığı unutturdu ve Yalnızlık, kelimeyle birlikte yaşadı insanın içinde. Kelimeler, Yalnızlığı anlattı ve Yalnızlığın içinde eriyip kayboldu. Yalnız Kelimeler acıyı dindirdi ve Kelimeler insanın aklına geldikçe, Yalnızlık büyüdü, dayanılmaz oldu.
                                                                                    Oğuz Atay / Tutunamayanlar
"I am the good shepherd. The good shepherd sacrifices his life for the sheep".
                                                                                    Yuhanna / John 10:11

İnsanın yazı ile buluşmasının yaklaşık 5000 yıllık bir tarihi var. 4,1 milyar yıllık Dünya tarihine veya milyonlarca yıllık insan tarihine kıyasla oldukça kısa bir zaman dilimi bu. Yalnızca yeryüzünün en gelişkin türü olan bilinen "insan" türünün, yani "homo sapiens"in 100 ile 200 bin olarak tahmin edilen tarihine baktığımızda dahi çok kısa bir tarihimizin yazılı kaynaklardan takip edilebileceğini görüyoruz. Tarih öncesi olarak adlandırılan ve tüm insanlık tarihinin yüzde 99'unu oluşturan çok geniş bir zaman diliminden ise neredeyse haberimiz yok gibi. 

Tarih öncesi döneme ait bize ipuçları veren şeylerin tamamı arkeolojik çalışmalardan elde ediliyor. Bu çalışmalar, insan yaşamına, gelenek, görenek ve inanışlara dair çok önemli ipuçlar veriyor. Yine de insanlık tarihinin en eski yıllarına doğru adım adım ilerledikçe yetersiz olduklarını düşünmemek elde değil. Yazı kadar portatif, dayanıklı ve pratik olmayan bu bulgular; çoğu kez zamana yenik düşmüş ve yitip gitmiş üstelik. Bu yüzden insanlık tarihinin çok önemli bir bölümü böyle büyük bir gölgenin altında işte. 

Yazı ile çok önemli bir adım atmış olduk dolayısıyla. Faydası açısından bakarsak, yazı, insanlık tarihinin en önemli buluşudur diyebiliriz. Bir anda bilgi, sistematik olarak kaydedilmeye başlandı ve mobilizasyon rahatlığı sayesinde nesilden nesile aktarılan ve biriken bir yumak halini aldı. Yazı ile beraberi "aydınlanma"nın ışığı daha da kuvvetlendi tabii.

Ama çok eski insanların yaşayış biçiminden gayrısını, yani duygularını, yani yeryüzü hakkında, yaşamak hakkında düşüncelerini, düşlerini, kabuslarını bilemiyoruz. Kafamızda canlandıramıyoruz. Belki bunun bilgisine ulaşmak da zor değil ama sonuçta bunu merak dahi etmiyoruz. Bunu şunun için belirtiyorum; neden çok kısa bir tarihi çok önemli buluyoruz? Tarih öncesi insanların yaşayış biçimini vahşi ve aşırı basit bulduğumuz için mi? Kayda değer bir gelişime ön ayak olmadıklarına emin olduğumuz için mi? Onları duygularını yetersiz hatta hayvanca gördüğümüz için mi?

Şimdi bu soruları da bir kenara bırakıp; yazı ile gelen insanlık tarihine, bazı anahatlardan bakalım. "Bilim ve Teknik" dergisinin Aralık 2011 sayısında Ankara Üniversitesi profesörlerinden "Hüseyin Gazi Topdemir"e ait şöyle bir makale var; "Batı Dünyası Neden Karanlık Çağı Yaşadı?" Bu makalenin ana fikri de şu; "stoa ve epikür felsefesinin etkisi altında kalan Batı dünyası, Grek bilim anlayışını terk etti ve karanlık çağı yaşadı.
"Stoacılık, kurucusu Kıbrıs'lı Zenon olan felsefe okulu. Hellenistik felsefenin en önemli felsefelerindendir. Zenon okulunu Atina'da Stoa Poikile denilen yerde kurmuştur. Kelime anlamı olarak Stoa Poikile resimlerle süslenmiş direklerden meydana gelen bir galeri görünümündedir. Okulun bu adla anılmasının sebebi budur. Stoacılar doğaya uygun yaşamayı felsefi olarak benimsemişler ve dünya vatandaşlığını savunmuşlardır. Mutluluk dış koşullara bağlı olmamalıdır önermesini dile getirmişlerdir".
"Epikuros bir ahlak felsefesi geliştirmiştir ve felsefenin ana düşüncesi mutluluktur (eudaimonia). Temel amacın mutluluğa ulaşmak olduğunu belirtir. Felsefenin görevi de buna göre belirlenmiştir, insanın mutluluğa giden yolunu araştırmak. Klasik felsefenin soyut tartışmalarıyla Epikuros bu hedefin dışında ilgilenmemiştir. Mantık da, doğru yaşama ulaşmak için gerekli olan bilginin üretilmesini sağlayan bir araçtır. Doğru bilgi olmadan doğru eylemlilik olmayacaktır; doğru bilginin ölçütü ise ikili bir temele sahiptir, ilki duyu verileri ikincisi ise haz ve acı duyumlarıdır".
Görüldüğü gibi Roma'nın benimsediği; bilimin ve gelişmenin önünü tıkayıp, Karanlık çağın başlamasına neden olan, mutluluk ve hazcı temele dayanan bu iki felsefedir. Bu felsefelerin egemen olduğu Roma İmparatorluğu mimarlık dışında hemen hiçbir alanda, özellikle de matematik alanında hiçbir önemli şahsiyet yetiştirememiştir.

The Good Shepherd
Daha sonra peşi sıra gelen Rönesans, Reform ve Aydınlanma Çağlarını ise az çok biliyoruz. Bilime ve felsefeye gereken önem tekrar verilmeye başlamış; özellikle Alman filozoflar ve Orta Batı Avrupa'nın bilimcileri çağa damgasını vurmuş; sanat çok ileri bir boyuta taşınmıştır. Peki, bugün gelinen noktada bilinen halk tabakası neden bilimci topluluklara uzak ve hazcıdır? İşte Alev Alatlı'nın "paçozlaşma" olarak nitelendirdiği ve Karanlık Çağı yaşayan Avrupa ile benzerliğimiz bu noktada başlıyor. Halk tabakasının derinliğini kaybedip iyice yüzeyselleşmesi durumu baş gösteriyor. Sanki halk, karanlık çağı yaşarken -tıpkı Roma'nın hazcı ve mutluluk düşkünü felsefesi sahibi halkı gibi-, yöneticiler ve bir takım bilim grupları (ki ben bunları "The Good Shepherd", yani "İyi Çoban" olarak nitelendiriyorum) Grek bilim anlayışı ile hakimiyeti ele alıp, dünyayı; tıpkı Yuhanna İncil'inin John:10;11 maddesinde belirtildiği üzere yönetiyor. Sanki başımızda bir çoban var; sanki Cristo'yu tepemize dikmişler; sanki yalnızca Rio de Janeiro'ya değil, tüm dünyaya kucak açıyor.

Elinizdeki teknolojik aletlere bakın; sevdiklerinizle yaşadıklarınıza bakın; bu hayata tutunma çabanıza, oluşturduğunuz profillere bakın. Sanki, hemen her şey olması gereken bir sırayı izliyor gibi. Sanki insanı başıboş bıraksalar kan gövdeyi götürecek ama bizi düşünen, bizi bizden fazla düşünen "The Good Shepherd Cristo" buna engel oluyor ve bize çobanlık ediyor. Mutluluğu yaşayan insanlara sunup, tekdüze bir hayat içinde mutlu olmalarını sağlamaya gayret ediyor. Bu yüzden de tarih öncesi döneme ait koskocaman bir gölge var. Bu yüzdendir ki; insanların ahlaksız, erdemsiz, hayvan gibi veya bambaşka duygularla ama olması gerektiği gibi yaşadığı o devirler uzakta kaldı. Yuhanna İncili hakkında iki alıntı yapalım şimdi;

"Yuhanna İncili, Yeni Ahit'in ilk dört bölümünü meydan getiren kanonik incillerden sonuncusudur. Kelime anlamı olarak "sevgili" veya "sevilen" demektir. Balıkçılık yaparak geçinen, "Evanjelist Yuhanna" olarak da bilinen, havari Yuhanna tarafından yazılmıştır. M.S. 90'lı yıllarda yazıldığı tahmin edilmektedir.Vaftizci Yahya'nın (Yahya Peygamber) dini faaliyetlerinden, İsa'nın göğe yükselişine kadar olan zaman aralığını kapsar.
Yuhanna İncili, İsa'nın kilisesinin oluşumunu anlatır. Cennetteki krallığından insanlığa yol göstermeye devam edeceği vurgulanır. Bu anlamda, diğer inciller gibi belirli bir kesimi değil, tüm insanlığı hedeflediği düşünülebilir. "Dünya" kelimesi birçok yerde tekrarlanır. Diğer incillerde vurgulanan İsa'nın insanî veya dünyevî faaliyetlerinden ziyade doktrinlerine geniş yer ayırır.
Yuhanna incili, 27 kitaptan oluşan incil'in en felsefi, mistik ve sembolik bölümüdür, bazı araştırmacılarca Hint ve Yunan gizem kültlerinden etkilendiği iddia edilir.
İsa'nın Tanrısallığına ve özüne vurgu yapar, İsa'nın başlangıçtaki "logos" olduğu söylenir".
Son cümlede geçen "logos" kelimesine de dikkat çekmek isterim. Açıklamasını wikipedia'dan alıntılamak gerekirse;

"Logos sözcüğü Yunanca’da us ile kavrama anlamındadır. Ve duyguları kavrama anlamındaki pathos sözcüğü karşılığında kullanır. Kah anlamıyla ilgili olarak us ve bu usa dayanan söz, yasa, düzen, bilgi anlamlarını dile getirir.
MÖ 5. yüzyılda Herakleitos logos’u evreni düzenli bir bütün olarak kuran ve hareket ettiren ussal ilke biçiminde tanımlamıştır. Buna göre logos, hem oluşumların altında yatan ve onları biçimlendiren düzen ilkesi hem de evrenin böyle bir düzen olarak kavranmasında belirleyici olan bilgi ilkesiydi; evrenin kavranması belirli orantılara yani karşılıklı ilişki içindeki yas niteliğinde bağlantılara göre gerçekleşiyordu. Bu anlamıyla logos özellikle rastlantı ve gelişigüzelliğin karşıtıdır.
Herakleitos’un verdiği anlam Anaksagoras’ın baş kavramı olan “nous” dan farklıdır. Nous bir düzenleyici olarak evrenden önce de vardır ve evrene dışardan gelir, logos ise evrenle birliktedir ve evrensel oluşun içindedir.
Herakleitos her şey çıkar geçer der; evrende kalıcı olan hiçbir şey yoktur. Bu sürekli evrensel değişiklilik logos için düzenlenmiştir. Logos yasasına göre olup örtmektedir.
Platon’a göre bilgi, logosta temelleri idealar hem düşünceler hem de bu düşüncelerin ilkesiz sonsuz nesneleridir. Düşünce ile nesne arasındaki özdeşlik bu yüzdendir, yani düşünce nesnesinde her ikisi de idealarda temellendiği için uygundur.
Aristotales'e göre Logos akıl, iletişim ve eylemin toplamıdır. Aklın açığa çıkarılması bu üçü sayesinde olur. Bunlar bir insanda yoksa onda akıl da yoktur. Şeylerin nasıl ve neden oldukları gibi oluştuğunu, şeylerin nasıl ve neden oldukları gibi kalmadıkları soruları Aristotales için önemlidir ve bu soruların cevapları aklımızda vardır. Aklımızın olmasını da Logos sağlar. Aklı Logos yardımıyla açığa çıkarırız".
Logos diye tabir edilen İsa'nın konumunun, Roma'nın mutluluk ve hazla örülü Karanlık Çağı'nı başlatan Stoacı ve Epikürcü felsefeye ne kadar da benzediğini, uyum gösterdiğini fark etmemek elde değil. Yoksa, Karanlık Çağ bitmedi mi?...

16 Aralık 2011 Cuma

Başkaldıran İnsan

Edge of a Wheatfield with Poppies
Paris, France: Spring, 1887
"Her şeye karşı güvenlik sağlanabilir; ama ölüm konusunda, yıkılmış bir kalenin insanları gibiyiz".
                                                                                                                   Epikuros
"Bu geniş dünyanın özü ölüme ve yıkılışa adanmıştır".
                                                                                                                   Lukretius 


Albert Camus'nun ölümsüz denemesi; "Başkaldıran İnsan", Türkçe'ye Tahsin Yücel tarafından kazandırılmış, çok büyük bir eser. Ama şunu da söyleyeyim; resmen çevirmenin azizliğine uğramış bu kitap. Tahsin Yücel kesinlikle aydın, kültürlü biri ama Türkçeleştirme uğruna, çevirdiği eserleri berbat ediyor bana göre. Türkçe sevdalısı olmak, yabancı kökenli kelimelerin Türkçe karşılıklarını, yerleşik dile katmak çok önemlidir belki ama günlük hayatta kullandığımız kelimelerin, çoğunun öz Türkçe halini bir kaynakta; hem de felsefi bir kaynakta peşi sıra görmek ve o kitabı anlamaya gayret etmek; kılı kırk yararcasına okumak hayli güç oluyor. 

Gerçekten ilk defa bir kitabı, hem de arzuyla okurken, bu kadar çok bırakma noktasına geldim. Tahsin Yücel çevirilerini okurken insan sözlüğe ihtiyaç duyuyor resmen. Diyalektik - eytişimsel; ahlak-aktöre; kehanet-önbili; hareket-devinim; akıl-us; inkar etmek-yadsımak ve daha niceleri... Kendisi okuyucunun isteklerine boyun eğmektense, anaşılmaması pahasına veya okuyucunu tüm zahmeti göze alması pahasına, çizgisini bozmuyor. Böylece, ben sizin ayağnıza gelmem; siz benim ayağıma gelin diyor bir bakıma.

Bunları bırakıp kitaba dönelim. Başkaldırı felsefesi inceleniyor ve tarihe damgasını vurmuş düzen karşıtı düşünür, yazar ve devrimcilerin  hayata bakış açıları ve felsefeleri irdeleniyor. 

En fazla bahsi geçen inkarcılardan birisi Marquis de Sade olmuş.  Bir diğeri de Dostoyevski'nin "Karamazov Kardeşler" romanının ünlü ateisti "İvan Karamazov". Bunun dışında, Marx ve Engels'in diyalektiği geniş biçimde eleştirilmiş. Roman konusuna da değinilmiş kitapta ve kurgucu yazarların eserleri olan romanların neden ilgi gördüğüne açıklık getirilmiş. Fransız Jacobinlerinin devrim sevdası; Rus Çarlığını yıkan Bolşevik devrimi ve Nietzsche'nin görüşleri de kitapta önemli yer tutuyor. Elbette bu kitapta bundan çok daha fazlası var ama bu bahsettiklerim, genel çerçeveyi oluşturan en önemli maddeler desem yanlış olmaz sanırım.

Her devrimin zorbalık yönetimine dönüşeceğini savunuyor Camus. İnkarın ve her türlü yoksamanın, bireyin sınırlı dünyasından yola çıkarak "dünyanın anlamsızlığı"na başkaldırma dürtüsünün hiçliğe olan karanlık yolculuğunu ele alıyor. Marx ve Engels'in Komünist Manifestosu'nun yetersizliğinin nedenlerini açıklıyor. Emeğe verilecek ücretin belirlenmesinin zorluğunu genel olarak, sürekli değişen teknolojiye bağlıyor. Bu yüzden sosyalizmin "bilimsel" değil "bilimci" olduğunu söylüyor.

"İnsan, ne ise o olmaya yanaşmayan tek varlıktır" diyor Camus. Sanatı irdeliyor bir yandan da. Gerçekte insanın yapamadığı, ilerleyemediği yollardan ilerleyen roman kahramanlarından bahsediyor. Gerçeklikte en az bir yorumlama, en az bir seçicilikten vazgeçemez diyor. Fotoğrafların en iyisi bile gerçeğe ihanet eder, bir seçimden doğar, sınırı olmayana bir sınır verir, diye de ekliyor. Sonra "Kayıp Zamanın İzinde"de parçalanmış, geçmişi toplayan, Proust'nun hüznünden bahsediyor.

Gerçekten de, sonsuz bir hayatı sınırlayıp, geniş bir gökyüzünü avcumuzun içine sığacak kadar küçültüyoruz. Başkaldırıp, inkar ettiğimiz tüm o her şeyin çerçevesini kavrayacak gücümüz bile yok. Kaldı ki, erdemi; ahlakı, etiği nasıl getirelim; nasıl mutlak bir gerçeği insanların huzuruna koyabilelim? Bu saçma, dünyada insanın en doğru şekilde yaşamasının imkanını gösterecek tek bir doğru veya doğrular da yoktur. O halde, nihilizme doğru yol almaktansa; yaşamak için elimizde tek bir amaç kalır; "Başkaldırmak"...

Ayrıca;
http://www.cafrande.org/?p=9729
http://postmodernizm.blogspot.com/2011/11/marquis-de-sade.html

12 Aralık 2011 Pazartesi

Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor 2

Evening: The End of the Day (After Millet)
France: November, 1889
"Ben, kitaplarımın molotof kokteyli ya da mayın tarlası olmasını isterim, tıpkı donanma fişekleri gibi kullanıldıktan sonra kendilerini yok etmesini isterim".
                                                                                                   Michel Foucault

Sistemler hakkında düşünmeden edemeyiz. Alt Sistemler, alt sistemlerin oluşturduğu üst sistemler; düzenli yapılar; belirli açılarda, trigonometrik hesaplarla birbirine dayandırılmış demirler; sütunlarla binalar, gökdelenler... Hepsi de entropi dehşeti içinde ayakta kalmaya çalışıyor. Entropi, bütün sistemlerin kaderinde var ve her şey yitip gitme, enerjisini kaybetme tehlikesi altında; yani "Katı olan her şey buharlaşıyor"...

Bir önceki yazıda bahsettiğim konunun üstüne birkaç tuğla daha eklemek istiyorum. İnsanların ister istemez, oluşturdukları bu ahlaki yapı, günümüze kadar gelen bu anlayışın çerçevesi; erdem, etik, haklar ile güvenliğimizi ve bir arada yaşayabilmemize olanak veren "sistem"lerden bahsetmek isterim.

Öncelikle, sistem karşıtı bir insan değilim. Ayrıca bir kitlenin herhangi bir sistemin karşısına dikilmesini ve anarşizmi tetiklemesini de gülünç bulurum. Bununla beraber, sistem savunucusu ve gönüllüsü bir insan da değilim. Yapmak istediğim sistemleri analiz etmek, eleştirmek ve bize sağladığı fırsat ve tehditlerden bahsetmektir. Buna postmodernizmde "bireysel anarşizm" deniliyor. Yani, bireyin, tüm kavramları ve değerleri eleştirmesidir bu.

Sistemlerin; (devlet gibi organizasyonlar da dahil ve ahlakı, etiği, ananeleri, kuralları, hakları ve aklımıza gelebilecek diğer tüm sistematik veya sistematik olmayan ama kalıplaşmış fikirleri, düşünceleri ve eğilimleri kapsar) nasıl meydana geldiğini basitçe anlatmıştım; http://postmodernizm.blogspot.com/2011/12/kat-olan-her-sey-buharlasyor.html Şimdi ise bir bireyin, temelde ve basitçe, sistem karşısında nasıl duruşlar sergileyebileceğini anlatmak istiyorum.

Lane in the Public Garden at Arles, A
Arles: September, 1888
i.) Birey, sisteme tümüyle dahildir. Haklarını, görüşlerini yaşadığı toplumdan, okuduğu kitaplarından, yakın ve uzak çevresinden alır. Şimdi, önümüzde duran 8x8 karelerden oluşan bir satranç tahtası düşünelim. Satranç tahtasının üzerinde de, satranç taşları var elbette. Satrancı oynamak isteyen birey şunu bilir ki; satrançta belirli kurallar vardır. Taşlar belirli kurallara göre hareket ederler. Bunun dışında hareket edemezler. Satranç oyuncularından yenilgiye uğramak üzere olan, tüm hırsına rağmen, satranç kurallarını benimsemiştir ve yenilecek olacağını görse bile kuralları değiştirme talebinde dahi bulunmaz. Çünkü oyunu oynanabilir kılan kurallardır. Oyun anlamlı gibi görünür ama açık ve net olan bir şey var ki; oyun bu kurallar içinde düzenlenmemiş ve başka hamleler düşünülerek de tasarlanmış olabilirdi. Bir oyuncu, yenilgiyi görmesine rağmen; işte bu nedenle hamlelere itiraz etmez; etmeyi düşünmez.

Halbuki, satranca anlam yükleyen ve oyunun kurallarını belirleyen insanlardır. İnsanların kurallarına göre oynama zorunda olmasına özde hiçbir neden yoktur. Bir oyuncu farazi olarak, at'ı veya kale'yi kafasına göre istediği kareye taşıyabilir. Ama küçük satranç dünyasında, oyunculara bu kurallara itiraz etme düşüncesi veya  kurallara eleştiri getirebilme özgürlüğü ya verilmemiştir ya da kısıtlanmıştır. Oyuncu isteyerek veya zorla veya uyutularak bu oyunun kurallarını kabul etmiş olur ve yenilse de kazansa da oyunun kurallarına sadık kalır. 

İşte bu tip oyuncular, günlük hayatın karmaşasında oradan oraya sürüklenen ortalama halkın bireylerini temsil etmektedirler. Oyunun kurallarını peşinen kabullenirler. Satranç oyunun bu kuralları ile optimum olduğunu düşünürler ve her gittikleri yerde bunu anlatıp, bununla övünüp, başkalarına da satrancı kabul ettirmeye ve sevdirmeye kalkarlar. 8x8 ebatlarda, karelere bölünmüş bir tahtada oynanabilecek en iyi tek oyun satrançtır onlar için ve satranç burada, hayatımızın küçük bir izdüşümünü temsil eden bir metafordur yalnızca.

ii.) Devrimci ve başkaldıran bireydir ikinci örneğimiz. Çoğunluğu oluşturan halktan bir farkı vardır onun. 8x8 ebatlarda, karelere bölünmüş bir tahtada aynı veya farklı taşlarla veya pullarla, farklı oyunlar da oynanabileceğini düşünür bu insanlar. Bu yüzden, toplumun çoğunluğunu oluşturan ve satrancı en üstün gören bireylerden ilk zamanlarda veya hayatları boyunca teveccüh görmezler. Hatta bununla da kalmayıp öne sürdükleri oyun biçemleri lanetlenebilir ve yuhalanilir. Ama bu devrimciler ve başkaldıran insanlar olmasaydı bugün satranç tahtasının üstünde dama da oynanabileceğini bilmezdik. Halbuk, başka kurallarla ve başka pullarla hayatlarımızı renklendirebileceğimiz, farklı bakış açılarını da görüp, farklı zevkleri tadabileceğimizi gördük; Marx, Engels, Camus, Sartre, Nietzsche, Marquis de Sade ve nice gibilerinin sayesinde.

Ve unutmadan ekleyeyim; sistemlerin değişebilir ve esnek olduğunu gören ve genel halkın frekansını bilip, nabzını tutan insanlar hayatta başarılı olurlar. Bu yüzden George Soros; büyük balıktır ve satrancı yüceltip, oyununu ona göre oynayan küçük balıkları yutmaktadır ve Nietzsche der ki; "Güzel şeylerin hepsi önce korkunç maskeler takmalı. Böylece kendilerini insanlığın kalbine yazdırabilirler".

Ama bildiğiniz ve gördüğünüz üzere, 8x8 ebatlarda bu tahtamızın üzerinde hala kurallara göre oyun oynanmakta ve oyunun yapısı değişmesine rağmen; bir bakış açısı geliştirmekten öte gidilmemektedir. Ve şimdi sistem karşısında sergilenebilecek, bu zamana kadar değinilmediğini düşündüğüm üçüncü bakış açısına geçmek istiyorum.

Tabula Rasa
iii.) Birey, oyunu inkar eder. Evet, birey bu noktada bir hayvan gibi görmektedir oyuncuları. Der ki; "İnsan, düşünebildiğini sanan bir hayvandır". Oynanan oyunları kabullenir; realistik bakış açısıyla irdeleyerek, oyunun açıklarını, oyunun amaçsızlığını görüp, sezip, bildirir ve 8x8 ebatlarda karelere bölünmüş bu tahta üzerinde oynanan tüm oyunları tiye alır bu sayede.

Bilinen insanlık tarihinde, tüm ideolojiler bir başka düşünceye tepki olarak doğmuştur. Hiçbir fikir akımının öylesine geliştiğini göremezsiniz. Hepsi bir yetersizlik ve açlık halinde bir arayışla ve gayretle türetilmiştir. Ama hepsi de, bahsettiğim tahtanın üzerinde oynanan oyunlardan farksızdır. Hepsinin de çıkış noktası insanlığın tamamına veya bir kısmına yarar sağlamaktır. Ama hiçbirisinin bir diğerine kesin bir üstünlük sağladığı görülmemiştir; ki bu beklenen bir gelişmedir. Peki, faydalı olmak için oynanan bu oyunlarda gelinebilecek son nokta nedir? Yani, en iyi oyun hangisidir? "Cevap, hiçbiri" olmalı.

Bir Şah, bir piyonun arkasındaki veziri devirmeye karar verip bunu da başaramadığı sürece, tüm oyunlar; tüm taşlar ve tüm oyuncular gülünç olmaya devam edecektir.

10 Aralık 2011 Cumartesi

Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor

Harvest at La Cra, with Montmajour in the Background
France: June 1888
"Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaydaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kim zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine; sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutmağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, “- veli ağanın öküzleri gibi öküz, yoktur, ” demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimizi, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!"
                                                                                      Aylak Adam / Yusuf Atılgan

Karl Marx'ın Komünist Manifesto'da geçen sözüdür; "Katı olan her şey buharlaşıyor". Ayrıca bu sözden yola çıkarak yazılmış, Marshall Berman'a ait bir kitap da var.

Katı olan her şey; haklarımızdan (insan hakları) etik kurallara; ahlak anlayışımızdan hukuka kadar uzanan geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Yani, bize ait olan her şey. Yani, bizi insan olmayan canlılardan ayıran tüm her şey... Yüzyıllar boyunca yazarak, çizerek, düşünüp söyleyerek aktarıp oluşturduğumuz tüm çerçeve, "katı olan her şey"in kapsamında. Bunların bir anda buharlaşmasıdır mevzubahis olan. Orhan Veli'nin, "Aşk Resmi Geçidi" şiirinin son mısraları şöyledir mesela;

Fishing Boats on The Beach at Saintes-Maries
France: June, 1888
...
Gelelim sonuncuya. 
Ona bağlandığım kadar 
Hiçbirine bağlanmadım. 
Sade kadın değil, insan. 
Ne kibarlık budalası, 
Ne malda, mülkte gözü var. 
Eşit olsak, der, 
Hür olsak, der. 
İnsanları sevmesini de bilir, 
Yaşamayı sevdiği kadar. 




Bir insanın benliğini oluşturan tüm değerler, avuçlarında bir anda unufak olursa ne hisseder peki? Bir devrimciyi ele alalım. Uğruna darağacına kadar gidebileceği davasının aslında bir hiç uğruna yaşandığını idam edilmeden hemen önce söylerseniz ne hisseder? Kutsal kitaba el basıp yemin eden inançlı bir insanın, içinde yaşadığı dünyanın kısa sürede yıkılması kaotik bir durum elbette. Aşırı realitenin başlangıcı ve imaj doygunluğu sürecidir bu.


Olası olan şudur: İnsanları bir başına, kuralsız, kutsalsız, görgüsüz bıraktığınızda hem kendilerine, hem de çevresindekilere zarar verir. Bunu madde veya alkol bağımlılığından da yapabilir, herhangi bir vaizin dolduruşuna gelerek de gerçekleştirebilir veya sadece Marquis de Sade'ın hazzını örnek alarak da gerçekleştirebilir. Örneğin, sınırsız ve kuralsız bir dünyada, bir insanın, kendisine kalıcı ve fiziksel bir zarar verdiğini ele alalım. Bu senaryodan şöyle ilerlemek mümkün. Kendisine zarar veren insan, madde veya alkol bağımlılığının etkisi geçtiğinde veya vaizin verdiği nutkun etkisi altından kurtulup, kendi kendine kalıp durumunu irdelediğinde veya aldığı "Sade-ist" hazzın etkisi geçtiğinde iki türlü düşünecektir. Ya kendisine yaptığı bu işkenceden pişmanlık duyacak ve başkalarının bu hataya düşmemesi için onları uyaracak yazı yazmaya, nutuk atmaya vesaire karar verecek ya da kendi hayatını, fiziksel bütünlüğü olmadan da, eksik olarak dahi olsa yaşamaya devam etmeyi kabullenecek ve kendisine fiziksel zarar verirken yaşadığı tatmin duygusunun diyetini kabullenip, bunu olağanmış gibi görecek.


İlk senaryoya göre, çevresini uyaran kişi yavaş yavaş bir anlayışın oluşmasını tetikliyor. Buna göre, ömrünü fiziksel olarak eksiksiz yaşamanın kesinlikle daha arzulanır olacağını vurguluyor. Belki ilk başlarda sesi duyulmuyor bu pişman insanın ama daha sonradan, deneyimler onun haklı olabileceğini gösteriyor ve haz düşkünlüğü ve duygu yoğunluğunun etkisinde kalmanın kalıcı hasarlara, dolayısıyla pişmanlıklara ve acılara yol açtığına dair bir düşünce hakim olmaya başlıyor ve insanlar basitçe ve nazikçe gruplaşmaya başlıyorlar. Fakat insanın, kendisine zarar vermemesi ve zarar vermesine neden olabilecek duygu, düşünce ve maddelerden uzak durması savı bir tavsiye mi olmalı, yoksa dikte mi edilmeli?


Bir insan karşısındaki başka bir insana, başına gelen talihsiz durumları açıklayarak yol gösterebilir; onu kalıcı pişmanlıklara ve acılara bulaşmadan engelleyebilir. Fakat, bir insanın yapabilecekleri, vereceği hasar yalnızca kendi bedeniyle sınırlı değildir. Tavsiye ve öğüt, yalnızca çok basit ve küçük bir dünyada verimli sonuçlar almamıza yeter. Fakat bir insanın vereceği fiziksel zararın gerçek boyutları anlaşıldığında, onu bu eylemlerinden vazgeçirmek için, dikte edilen sert sözler ve zorbalığa kadar giden katı bir tutum baş göstermeye başlar. Yani ve kısaca, kaostan ve bir insanın dahi gücünün yetebileceği acı verici eylemlerden kurtulmak için bir başka kaosa yönelmiş olunur. Zarar verici ve kıyıcı insanın elinden sınırsız özgürlükleri alınır. Ama bu elbette ki onu durdurmaya yetmeyecektir. Çünkü, kendisinden güçlü kişi veya grupların buyruklarında iken sınırsız özgürlüğünden mahrum kalabilir ama kendisinden güçsüzlere karşı uygulayabileceği kıyım seçeneği(sebebi haz düşkünlüğü, maruz kalınan yoğun duygular ve hatta sırf rastgele keyfiyet dahi olabilir) elindedir. Öyleyse gücü kazanan insan, gücü olmadığını düşündüğü insana karşı belli belirsiz bir üstünlük kurmuştur. Bu noktada da devreye, güçsüzleri korumak adına yetkilendirilen Kral, Lider hatta Tanrı çıkar. Hatta geçen zaman, Kral, Lider, Tanrı veya benzer mutlak güç sahibinin görevlendirdiği elçi grup ve kişileri de peyda etmiştir. Evet, artık güçsüzü korumak ve insan neslinin devamlılığını sağlamak için; elçiler, derebeyleri, krallar, tanrı'lar, mahkemeler, konsiller ve daha niceleri ve bunların hepsinin zaman zaman ortaya koyduğu yazılı metinler de vardır artık. Bir insanın, kendi haz düşkünlüğü, duygu yoğunluğu veya erken yaşta olmasının verdiği bilinçsizlikle kendisine verdiği zararın, ilerleyen zamanlarda yaşattığı kaotik sancı, bunun engellenmesini öngören koskocaman küresel bir kaotik sancıya ve sisteme dönüşmüştür.


İnsanın kendisine ve ırkdaşına olan güvensizliğinden ötürü belgeler, kayıtlar, yasaklar, kanunlar, haklar, şartlar, gelenek ve görenekler çığ gibi büyüyen bir sistem oluşturmuş ve zaman içinde düzenlemelerle optimize edilmeye çalışılan yeni, irrasyonel, sistematik toplumlar dünyası boy göstermiştir. Bir pişmanlık, bir ufacık keder, bir acı, bilincin yeşerdiği o anda, kendisine hakim olabilmek adına, bir bileğinden zincire vurulmak pahasına, sırf varoluşunu devam ettirebilmek için kendisine sınırlar koymuştur. Hem de benliğinin rastgeleliğinden, doğanın ve doğalın saflığından uzaklaşmak pahasına. Daha sonra geliştirdiği bu bilince bir isim takmıştır; zeka. Bununla da övünmeye başlamıştır ki, kendisine ait olmayan, aynaya baktığında lkendisini bir penguen gibi gösteren redingotlara alışıversin; abiyelerini sevebilsin. Zekayı, kendisini, diğer canlılardan ayıran temel bir özellik ve üstünlük olarak da görmeye başlamıştır ki; bunda bir noktaya kadar haksız da sayılmaz. Her ne kadar, insanın zihinsel olarak, canlılar hiyerarşisinin en tepesinde olması, onu açık ve net bir biçimde evrenin görüp görebileceği en zeki yaratık yapmasa da çabası takdire şayandır. Çünkü, dünyanın çevresinden geçtiğini varsaydığı ekvator çizgisiyle, meridyen ve boylamlarla kendisinin dünyanın neresinde olduğunu belirlemiş ve bilincinin sistemini ileri taşımıştır. Güneşin doğuşundan batışına ve tekrar doğuşuna kadar olan sürecin üstüne zaman olgusunu -tıpkı ekvator çizgisini farazi olarak çizdiği gibi anda yaptığı gibi- yapıştırmış ve bu matematiksel soyut sistemle; evreni kavramaya koyulmuştur.


Başa dönelim. Bütün bunlara rağmen, bildiğimiz bir şey daha var. O da, hayvanların da, fiziksel zarar gördüklerinde tıpkı insanlara benzer acılar çekmesi durumudur. Buna rağmen, bidekine benzer bir bilinç hayvanlarda yeşermemiştir. Hayvanlar da birbirlerinden korkar; hayvanlar da bir içgüdüyle bile olsa varlığını devam ettirme gayretindedir. Hatta, savunma sistemleri, bizim bilinçle kazandığımız savunma sistemimiz kadar gelişmemiş olmasına rağmen, varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Ama bütün bunlara rağmen; soyut akıldan bihaberdirler. Hiçbir kural, dogma, anlayış veya görüşe sahip olmadan, acılarına ve maruz kaldıkları saldırılara rağmen bugünlere ermişlerdir.

Bu da olasılıkla, insanlar arası etkileşimin ve iletişimin kuvvetli olmasından kaynaklanmaktadır. Canlıları, atomlar olarak düşünürsek, insan, bu atomlar arasında, bağ olarak en kuvvetli elementi oluşturur, diyebiliriz. Çünkü, bir insanın başka bir insanı tanıma, anlama ve kendini ifade ederek yönelme ve bu yönelmenin sonucunda oluşan etkileşim ve aldığı reaksiyon bu kadar kuvvetli olmasaydı; insanlık, örneğin hayvanlar aleminden çok büyük olasılıkla, zerre farksız olacaktı. İnsanın bilincinin ve kompleks zekasının yeşerip gelişmesine neden olan bir durum da, etkileşim kuvveti diyebiliriz o halde.


Bütün bunları da bir kenara bırakıp ilk insana dönmek istiyorum. Bir sebepten ötürü kendisine zarar veren ve daha sonra pişman olan ve bilincin yeşermesine neden olan o ilk insana... Yaşadığı bunalımdan kurtulmak için yarattığı kaosa. Kaos'tan Gaia'ya ve sonuçta bugün ulaştığımız küresel sisteme. 


Küresel sistem, mikro ve makro çalışmalarla yapılan optimizasyon eylemlerine rağmen hala zorbalar ve rastgeleliğinden ötürü acıya ve pişmanlığa neden olan insanları barındırmaktadır. Bana göre de, tüm gayretlere rağmen, zorbalık ve sistemin güçsüz yanlarından faydalanan hazcı insanların varlığı süregidecektir. Bunun önüne tamamen geçmek, yine bana göre imkansızdır. Sistemlerin ve küresel sistemin karşısındaki insanın durumundan da bahsetmek isterim ama bana göre bu bir başka yazıda olmalı. Çünkü apayrı ve bambaşka bir konu.


Ve son söz; caniler, manyaklar, ruh hastaları, diktatörler, ahlak yıkıcılar, etik sömürücüler, faydasızlar, egoistler, haz düşkünleri sistemin yola getiremediği, çoğunluğu oluşturan insanların olağandışı, vahşi, akıl almaz olarak görmesine rağmen aslında gayet olağan olan bir durumun vücud bulmuş halleridir. Sürpriz değildir böyle insanların var olması; hiçbir zamanda olmayacaktır. Olmasını istemekle; olmasını kabullenmek veya anlamak arasındaki farkı da görmek lazım elbette.


Bir insanın en az bir tutamacının olması çağımızın en önemli ihtiyacıdır bana göre. Ama Aylak Adam'lar, Tutunamayanlar, Oblomov'lar ve daha niceleri de şapkadan çıkan sürpriz tavşan değillerdir... İşte bu yüzden, "Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor"...



6 Aralık 2011 Salı

Ladri di Biciclette


Ladri Di Biciclette, yani "Bisiklet Hırsızları", 1948 yapımı İtalyan filmi; bir başyapıt. İlk olarak, Woody Allen'ın en sevdiği filmler listesinde görüp de izlemeye karar vermiştim bu filmi. İyi ki de izlemişim.

İtalyan sinemasında 1930-1940 yılları arasında, Mussolini döneminin "Beyaz Telefon Filmleri" olarak da adlandırılan pembe salon filmleri dönemi hakimmiş. Bu dönemin ardından; 1944-1952 yılları arasında İtalyan sinemasına, bir önceki döneme tepki olarak doğan bir "İtalyan Neo-realismo" film dönemi etkin olmuştur. Tabii Neo-Realizm akımının sinematografik açıdan bir çok değişik teknik öngördüğünü söyleyebiliriz; el kamerası ile çekilen görüntüler; tamamen sokakta ve halkın içinde alınan, doğal gün ışığının kullanıldığı, dublajlı kayıtlar bir takım teknik özelliklerindendir.

Ama bunların ötesinde; İtalyan Neo-realizm akımının getirdiği fikirsel tepki önemlidir. Bu dönemde yapılan filmlerde hümanist bir bakış açısı sergilenmiş ve soyut fikirlerden çok duygulara önem verilmiştir. Bu açıdan Ladri di Biciclette ve o dönemde yapılan diğer filmler; tıpkı Van Gogh tabloları gibi empresyonist (izlenimci) öğeler barındırmaktadır. Çünkü bu filmlerde de duygular ön plandadır ve kişiden kişiye değişir niteliktedir.

Enzo Staiola - Lamberto Maggiorani
Filme tekrar dönelim. Konusu kısaca, bisikletle çalışılabilecek bir işi güç bela bulan gariban İtalyan'ın, bu bisikleti çaldırması ve akabinde işten çıkarılmamak için, bisikletini köşe bucak araması ve bisiklet çalma düşüncesine kadar uzanan psikolojik savaşıdır. Bu mücadelede oğlu da yanındadır ve iyi ahlaklı, örnek bir baba olmak ile daha iyi bir hayat sürmenin anahtarı olan bisikleti katiyyen bulmak düşüncesi arasında savaşan baba gerçekçi bir şekilde aktarılmıştır.

Sonuç olarak, alt tabakada yaşayan insanların, aslında sosyal hayatta çok fazla bulunan, (filmde bisiklet) ekmek, su, kıyafet gibi şeyler çok büyük önem arz etmeye başlıyor. Öyle ki, filmde, her sokağından yüzlerce bisiklet geçen İtalya'da, bisikletini arayan adam, o gözü dönmüşlükle birlikte çocuğunu bile unutuyor veya onun duygularına hiç dikkat etmiyor. Bisikletini çaresizlikle arayan baba, her geçen zamanda çocuğuna da uzaklaşıyor. Hatta, filmin bir sahnesinde, bisikletini arama telaşından çocuğunu bir baraj kenarında kendisini beklemesi için tembihleyip yanından ayrıldıktan sonra; yine baraj civarından boğulan bir çocuk için yapılan bağırışmaları işitiyor ve tabiri caizse kafasında jeton düşüyor bisikletini arayan adamın ve sanki oğlunu yeniden buluyor yanı başında ve yeniden tanışıyor onunla.

İşte 2. Dünya savaşından sonra yaşanan ve insani duyguların önüne geçecek kadar halkın benliğini kaplayan, insanların birbirine, ailelerinnin bireylerinin birbirine duyduğu sevginin önüne geçen, bu "basit şey"lerin trajedisi çok iyi yansıtılmış.

Bu bize aslında çok acı bir şeyi işaret ediyor. İnsanın insana olan sevgisini unutturabilecek durumlar, bir bisiklet sahibi olmak kadar görece basit ve trajikomik bir düzeye inebilir. Çok basit bir şey, bize onuru, gururu ve en önemlisi ise sevdiklerimizi unutturabilir. Bu yüzden de "Bisiklet Hırsızları" bir başyapıt hala ve bu yüzden de izlenmesi gerekiyor zannımca...


1 Aralık 2011 Perşembe

Saf ve Düşünceli Romancı



Orhan Pamuk'un, Harvard Üniversitesi'nde verdiği Norton derslerinde roman ve romancılık üzerine yaptığı konuşmalardan derlediği bir kitap; Saf ve Düşünceli Romancı. Kitabın ilgi çekici noktalarından biri şüphesiz, "romanın gizli merkezi"ne yönelik açıklamadır. Basitçe, romanda muğlaklığını koruyan ama sezgi yoluyla okuyucu tarafından, kitabın içine girip, onun dünyasına karıştıkça anlaşılabilen bir merkez burası; kitabın bam teli de diyebiliriz.

Romanın bam teline yapılan bu yolculuk bana göre de oldukça önemli. Hemen her okuyucunun kitaplardan duyumsadığı ama yalnızca kendi zihinsel gelişiminde yer eden ve pek kimselere de doğrudan açmadığı bakış açılarıdır bunlar. Bir sırrın kulağına fısıldandığını düşünen okuyucu, bununla, yani bu muğlak ve emek harcandıkça kavranan bakış açısıyla mutlu olmaktadır. İnsanların, çok fazla okuyucusu olmayan büyük yazarları keşfettiklerinde yaşadıkları hazzı, biraz da işte buna bağlıyor; yazar Orhan Pamuk.

Ayrıca roman, şüphesiz ki, tanımlamalar içeren bir ders kitabına en uzak noktada bulunan, güçlü bir  edebi türdür. Bu yönüyle anlatmak istediğini tanımlamak yerine, olaylar, kurgu ve diyaloglarla okuyucuya sezdirmeyi hedefler. Roman yazmanın, resim sanatıyla benzeşmesine de dikkat çeken Pamuk, romanların gizli dünyasıyla haşır neşir oldukça, okuyucuların zihinlerinde yepyeni merkezler oluşacağını belirtiyor.

Saf ve düşünceli okur tanımını da şöyle yapıyor;
i.) Bütünüyle "saf" okurlar: Bunları ellerindeki şey romandır diye ne kadar uyarırsanız uyarın, metni yazarın kendi hayat hikayesi ya da yaşadığı şeylerin biraz değiştirilmişi olarak görürler.
ii.) Bütünüyle "düşünceli" okurlar: Onlara ne kadar ellerindeki kitabın sizin en mahrem duygu ve düşüncelerinizle yazıldığını söyleseniz de fayda etmez, bütün metinlerin hesap kitap ile ayarlanmış kurmacalar olduğuna inanırlar.
Aman bu insanlardan uzak durun, diye uyarmak isterim sizleri. Çünkü onlar roman okuma zevklerini bilmezler hiç.
Romanın önemsiz konulardan önemli; önemli konulardan da önemsizmiş gibi bahsettiğine de değinen Pamuk, örenğin, romanın siyasetten bahsedebileceğini ama siyasi de olamayacağını vurguluyor. Bunun yazarın siyasi görüşünden bağımsız, romanın felsefi duruşundan kaynaklandığını açıklıyor.


26 Kasım 2011 Cumartesi

Varolmanın Dayanılmaz Ağırlığı

Wheat Field with Cypresses
Saint-Rémy: September - early in month, 1889
 "İnsanafâidesiz çok bilgiden ziyâdeedep ve yüksek terbiye lâzımdır". A. İbni Mübârek (Rah.A.)
"Mutsuzluğum sonsuza kadar sürer". Vincent van Gogh
Yaşamak bir sancıdır aslında. Doğumdan ölüme doğru giden mutlak (saltık) yolda yaşadıklarımız, her gün bir başka yerde yinelenen tekrarlardır. Aynı kitaplar okunur, aynı müzikler dinlenir, aynı filmler izlenir, aynı yerlerde gezilir; aşık olunur ve ayrılıklar yine aynı hissettirir.

Fakat fark edemediğimiz bir şey varsa o da; yitip giden başkalarının da bizlerle aynı yoldan geçtiğidir. Bir insan, yükselen bir yapının tepesine çıkıp bir taş koyabilir ama her seferinde o taşı oraya koymak için yeniden merdivenleri tırmanmak zorundadır. Gelişme veya dönüşüm ne kadar mucizevi görünse de yine de olasılıklar açısından bakıldığında, deterministik bir dünyada yaşadığımızı fark etmemiz zor değil.

İnsan, yalnız bir defa ölür. Bir defa ölmeden önce de, sonsuz bir hayatı yaşayacağını sanır. Bu aklına ölüm fikrinin gelmemesinden kaynaklanmaz. Böyle olmasının nedeni henüz hiç ölmemiş olmasıdır. Ölmek ile öleceğini bilmek arasında derin bir uçurum var bana göre. Ölen bir insanın, farazi olarak bilinci açık olsa ve bir müddet ölü kaldıktan sonra, kazandığı bilinçle tekrar dirilse, işte o zaman onun için gerçekten bir yaşamak  senaryosu başlar. 

İnsanın hayatı gerçekten yaşayamamasının bir nedeni de, çöküşlerin veya yıkımların ertesinde nasıl hissedebileceğini kurgulayamamasıdır. Örneğin şirket sahibi veya ortağı bir adam, bir gün iflas da edebileceğini pekala öngörebilir. İflasın bir insanda yıkıma, özgüven eksikliğine, uzun süreli buhrana neden olabileceği aşikar. Fakat buna rağmen, iflas olayı gerçekleştiğinde, bu huzursuzlukları veya yıkımı yaşamaktan, tüm öngörüsüne rağmen kurtulamaz. Çünkü hissetmek, durumun içinde olmak bambaşka bir şeydir. Bu iflastan sonra bu işadamı, bir şekilde yeniden ticarete atıldığında kesinlikle duygusal olarak daha tecrübeli ve dikkatli olacaktır. İşte buna finansta "olasılıksız görünenin etkisi" deniyor.

Peki bir insan, hem çevresinin yansıması; bir aynası olan, hem de öngörüsü kısıtlı bir varlıksa neyi biriktirmeli; hangi bilgiye yönelmelidir? Varlığının derinliklerini, tüm o karanlık dehlizlerine ve kötülüğün yüzüne bakma pahasına keşif etme yoluna mı düşmeli; yoksa itaat ve itikad gösterip teslim mi olmalı?

Bunu asla bilemeyeceğiz. Tümevarım sorunu olarak adlandırılabilecek bu sonsuz hayatımız! son bulmadığı sürece, yani gerçek yıkımı yaşamadıkça, gerçekten neyi nasıl yaşamak istediğimizi bilemeyiz.

Siyah Kuğu - Hindi Sürprizi
Bu yandaki grafik, Nassim Nicholas Taleb'in Siyah Kuğu kitabından alıntıdır. Bir hindinin, Şükran Günü'nde kesilmesine kadar geçen hayatını ve yemlenmesi ile yükselen kilo grafiğini gösteriyor. Basitçe, her gün yemlenen hindi, kendisini yemleyen sahibine Şükran Günü'ne kadar geçen süreçte bir güven duygusu besler git gide. Fakat o gün gelip çattığında bir sürpriz gerçekleşecektir kendisi için. O güne kadar kendisini yalnızca yemlemek için uzanan el, bu defa onun sonu olacaktır. İşte bu beklenmedik yıkım bir tümevarım sorunu ya da hayatın durağanlığına kapılma durumudur hindi için.


19 Kasım 2011 Cumartesi

Bireyin Özgürlüğü

Skull with Burnin Cigarette
Painting, Oil on Canvas

Antwerp: Winter, 1885 - 86
"Ve açıkça ağır ve acılı yeryüzüne adadım yüreğimi ve kutsal gecede, sık sık, kendisini ölünceye dek bağlılıkla, korkusuzca, ağır yazgı yüküyle seveceğime, gizlemlerinin hiçbirini küçümsemeyeceğime söz verdim. Böylece, ölümlü bir bağla bağlandım ona".
                                                                      Empedokles'in Ölümü / Hölderlin

İnsan, istediği hayatı yaşayamayacak kadar sistemli, gelenekçi, kurallı ve kanunlu bir dünyada yaşamak durumunda. İsterse başkalarının fiziksel özgürlüklerini kısıtlamayacağını vaad etsin; yine de sınırlarını yıkması olanaksıza yakındır; başkaldırması imkansıza yakınsar ve çoğu zaman beyhudedir. 

Kimse ben özgürüm demesin o yüzden. Bırakın dış dünyadan kaynaklanan tedirginlikleri veya baskıları, kendi iç dünyamızda bile özgür olamayız bizler. Nereden geldiğini bile bilmediğimiz öğretiler, kavramlar, kutsallar her yanımızı sarmış durumda. Bu yüzden bazı entelektüel bildiklerimiz, saygı duyduklarımız bile, bazı söylemleri yüzünden bize sinir bozucu geliyor. Çünkü, dönüp kendi içimize baktığımızda, kurduğumuz dünyayı yıkmaya çalışan, duvarlarınızın üstüne üstüne gelen yazarlar, çizerler, kurgucular bunlar. Hiç kimse kurduğu dünyanın yıkılmasını istemiyor; bir duvar bir şekilde yıkılsa hemen onun yerine başkta taşlar koyuyor; tuğlalar örüyor. Öğrenmenin "rijit" olmasının, insanın yeni bakış açısını kabullenememesi ve ona karşı katı bir tavır takınması durumlarına neden oluyor. İşte bu durum, insandaki, bilgiye olan merak ile mantığın ve bu mantıkla oluşturduğu konseptin savaşıdır. Sorgulamayan insan öğrenemez; başkaldırmayan insan yavan kalır bu yüzden. Bu yüzden Albert Camus'nun "Başkaldıran İnsan" denemesi okunmalıdır.

Açıkçası bugüne kadar devrim niteliği taşımış her söz, icat veya teori çok zorlu süreçlerden sonra kabul görebilmiştir. Galile'nin geçmişte, Stephen Hawking'in de günümüzde Kilise ile olan mücadelesini, Hayyam'ın sözlerini, Nietszche'nin çilesini hatırlamamak elde değil.

Özgür olamıyoruz, çektiğimiz sancıların sebebi biraz da bu. Bize bilmemiz gerekenler öğretilmiyor, dikte ediliyor.


14 Kasım 2011 Pazartesi

Akira Kurosawa

Akira Kurosawa
"People today have forgotten they are really just a part of nature... They always think they can make something better... They don't know it, but they're losing nature. They don't see it, but they're going to perish. The most important things for human beings are clean air and clean water".                                                         From "Dreams" - Akira Kurosawa

Son yüzyılın en etkileyici yönetmen-senaristlerinden birisi de kuşkusuz Kurosawa'dır. Japon kültürünü ve sinema geleneğini Batı'ya kabul ettiren ilk yönetmendir ayrıca. Sinema yaşamı boyunca çektiği 30 filmin arasından 6 tanesini izledim şu ana kadar ve bu filmlerden ve ayrıca Kurosawa felsefesinden biraz bahsetmek istiyorum.

  • Rashōmon

İzlediğim Kurosawa filmleri arasında açık ara en etkileyicisi Rashomon'du. İnsanın aslında kendisini bile tanıyamadığına vurgu yapan, insanın kendisinden, kendi benliğinden korkmasına neden olan bir film bu. Konuşurken, inandığımızı sandığımız şeyleri bile söylerken aslında gerçekten ne kadar da uzak olduğumuzun farkına varamıyoruz. Dolayısıyla Rashomon aslında şuna vurgu yapıyor; insan anlattığı hikayelerde, tanıklık gösterdiği olaylarda veya herkesle beraber gördüğü bir manzaradan bile bahsederken aslında yalnızca kendisini anlatmaktadır ve kendi resmini çizip boyamaktan başka bir şey yapmamaktadır.

Bu film bana bir zamanlar duyduğum bir fıkrayı da anımsatmıştı. Şöyle bir olay gerçekleşmiş zamanında. Amerika'da siyahi ve beyazların çatışmasına sahne olan yıllarda, bir tiyatro gösterisi sırasında, tiyatro kapısını açarak sahneye dalan bir beyaz adamı, iri cüsseli siyahi bir adam elindeki bıçakla kovalamış ve sahneye atlayıp, ardından da perde arkasında kaybolmuşlar. Konuyla ilgili soruşturma açılmış ve o anda tiyatroyu izleyen seyirciler arasında yapılan sorguda şu fark edilmiş. Tiyatro gösterisini izleyen kitleden beyaz olanlar, iri cüsseli siyahi adamı alttan alta suçlu, zorba ve cani görüyorlarmış. Bunun yanında aynı tiyatro gösterisindeki siyahi izleyenler ise, sorgularında siyahi adamın haklı olabileceğine dair gözlemlerine ve yorumlarına yer veriyormuş.

Kotkutucu olan ise, aynı gösteriyi izleyen insanlar arasında bile uçurumlar var. İnsanlar, ne kadar objektif olduklarını iddia ederlerse etsinler, aslında akıllarının karanlık köşesindeki o korkunç gerçekleri; bilerek veya bilmeyerek birbirlerinden saklıyorlar. Peki, suçu ve suçluyu, haklıyı ve haksızı yorumlayanın özbenliği için ne demeli? 

Evet, hayatlarımız hakkında korkunç bir gerçek varsa o da şudur ki; makyaj yaptığımız özbenliklerimiz, anlattığımız hikayeler ve koyduğumuz kurallar, birbirimize oynadığımız "küçük oyunlar" ve diğer tüm o her şey, bizi salt gerçekliklerden fersah fersah uzaklaştırdı ve bizim buna karşı yapabileceğimiz hiçbir şey yok.

Film hakkında bilgi için; http://tr.wikipedia.org/wiki/Rashomon

  • Shichinin no Samurai
Kurosawa'nın en etkileyici ve en başarılı filmi olarak nitelendirilen başyapıt. Film, pirinçlerinin hasat zamanı yaklaşan ve ürünü eşkiyaların yağmasından korumak isteyen, zavallı köylülerin yaşadıüı bir Japon köyünün mücadelesini anlatıyor. Köylüler hasat zamanı pirinçleri korumak için 7 Samuray kiralıyorlar. Filmin başlarında Japon köylüleri o kadar biçare ve perişan gösteriliyorlar ki, izleyici onlara acımadan edemiyor. Açlıktan, devlet vergilerinden ve eşkiyalardan beli bükülen köylüler yok olmanın eşiğinde çırpınıyorlar. Buna karşın filmin başında Samuray'ların karizmasına vurgu yapılıyor. Fakat film ilerledikçe bu görüntünün adım adım değiştiğini görüyoruz ve finalde toprak sahibi olan çiftçilerin daima kazanan taraf olacağı; buna karşın hayatlarını savaşarak kazanan, ölüm tehlikesi altında yaşayan; onurlu ve öykünülen bir hayat yaşamalarına rağmen, Samuray'ların, uzun vadede kaybeden ve yok olma tehlikesi altında olan sınıf olduğuna vurgu yapılmış.

Epik kahramanlar, kurtarıcılar, şovalyeler, krallar, prensler, yazarlar, yönetmenler, şairler, ozanlar destanlar yazar ve söylerken, tarihin akışına yön verirken, hayatlarını davalarına adarken, aslında bir an ne için savaştıklarını dahi unutuyorlar. Çabalarının beyhudeliğini görmek bu kadar zor olmasa gerek. 

Yağmurlu, soğuk savaş günlerinin ardında, çekilen çilelerin bittiği günde, güneş yeniden ve bu kez pırıl pırıl doğduğunda, halk neşe içinde barış şarkıları söylerken, savaş günlerinin değerli kahramanları bir köşede unutulur ve geri kalan hayatında yaşamak için, hayatta kalmak için bir gaye bulmak uğruna tekrar yollara düşer.


  • Ran
William Shakespear'ın Kral Lear'ından izler taşıyan ve "kaos" anlamına gelen başyapıt. Ömrü boyunca kazandığı toprakları 3 oğlu arasında paylaşan Ulu Kağan Hidetora, verdiği bu yanlış kararın getirdiği trajedi ile film boyunca oradan oraya sürüklenir. Kazandığı topraklardan ve kalelerden sürülen Hidetora, tek yardımı, kararını açıkladığı zaman kendisine şiddetle karşı çıkan ve bu yüzden de himayesinden kovduğu en küçük oğlun Subaru'dan görür. 

Filmin bir çok görkemli sahnesi var; Japon kültürü ve taht oyunları da güzel yansıtılmış ama filmin en önemli fikri realizme yaptığı vurgudur bana göre. Hatta bu vurgu nihilizme kadar giden bir çarpıcılıktadır. Mucize ve rüyaların da ötesinde insanı sarsacak derecede yönlendiren ve hiçbir hayale yer bırakmayan o öldürücü gerçekçilik bu filmde çok iyi işlenmiş. Bu yüzden filmin trajik ve bunaltıcı bir havası da var.

Film hakkında bilgi için; http://en.wikipedia.org/wiki/Ran_(film) 

  • Tengoku to jigoku

Yüksek ve Alçak anlamına gelen Kurosawa filmi. Benim de Rashomon'dan sonra en çok beğendiğim film oldu bu. Akıcı senaryosu ve çarpıcı diyalogları var. Diğer Kurosawa filmlerine göre de kısa bir film bu.

Filmde anlatılmak istenen en çarpıcı vurgu cennet-cehennem düşüncesi olabilir. Başkalarının cennet gibi bir yerde, lüks bir hayat yaşamalarına öykünen ve hastalıklı bir psikolojiyle öç almaya çalışan doktor genç, yaşamın değersizliğine vurgu yapıyor. Alt tabakada yaşayan insanlar için, hayatını devam ettirmenin güçlüğü, yaşama tutunmaya çalışmanın verdiği beyhudelik gösterilmeye çalışılmış. Lüks hayata öykünen gencin, değeri bilinmemiş zeki bir doktor olması da bunu kanıtlıyor.

Bazı insanlar için hayat, hayallerimizin dışında yaşadığımız korkunç kabuslara gebe bir başka hayal dünyasıdır.

Film için ayrıca; http://en.wikipedia.org/wiki/High_and_Low_(1963_film)

  • Ikiru
Türkçesi "Yaşamak" anlamına gelen bir başka başyapıt. 30 yıl boyunca klasik bir memur hayatı yaşayan ve hayatını oğlu üzerine kuran Watanabe-san, mide kanseri olduğunu ve 6 aylık ömrü kaldığını öğrendiğinde gerçekten yaşamanın farkına varıyor ve yeniden doğmuş gibi oluyor. Zor zamanlarında yanında olduğu oğlunun aslında ona ne kadar uzak olduğunun farkına varıyor ve gerçekten yaşamanın ne olduğunu keşfetmek için önce tanımadığı başarısız bir roman yazarına daha sonra da, çalıştığı şubeden bir kıza yakınlık kuruyor. 

Yaşamayı, gerçekten tat almayı, batan güneşi seyretmekten, gülüp eğlenmekten bu kadar uzun süre nasıl ayrı kalarak yaşayabildiğini hayretle fark ediyor. "Mumya" gibi geçirdiği yılların farkına varan Watanabe-san, tıpkı yönetmenin filmlerini insanlığa armağan edebilmek için giriştiği çabalara paralel bir çaba içine girerek, tüm bürokrasiyi ve zorbaları karşsına alarak, insanları ve çocukları mutlu edecek bir park'ın girişimine başlıyor ve karısının ölümünden sonra ilk defa belki de mutluluğu tadıyor.

Adanmış hayatlar ve gerçekten yaşamak denilen olgunun nasıl olması gerektiği üzerine çok güzel bir dram filmi; Ikiru. Daha fazla bilgi için; http://tr.wikipedia.org/wiki/Ikiru


  • Yojimbo
Yojimbo, Kurosawa'nın, western filmlerinden, "The Glass Key" adlı noir tarzı filmden ve yine bir romandan esintiler taşıyan filmidir. Sahibi olmayan samuraylardan; yani Ronin'lerden biri olan "Toshiro Mifune" iki suç baronu grubun bulunduğu kasabada, güç dengeleri üzerinde oynayarak, hakimiyeti belli belirsiz şekilde ele geçirir. Tam bir ikili oyun ustası olan bu isimsiz Ronin, (ki kendisine dut bahçesi otuzüç yaşında anlamına gelen Kuwabatake Sanjuro ismini koymuştur) kasabada çatışmayı tetikler ve suça bulaşmışları cezalandırır. 

Filmde dikkat çeken unsurlardan biri isimsiz Ronin'in iyiliksever duyarlılığıdır. Ayrıca planlı davranmasına rağmen yine de güç durumlara düşmekten kurtulamamıştır. Kahraman olmak için sebebi olmayan gelip geçici bir hali vardır. Tıpkı Western fimlerinin vazgeçilmezi toz bulutu gibidir.

Filmde dikkati çeken bir başka unsur ölüme yapılan vurgudur. Filmde samuray kılıçları ile dolaşan kasaba suçlularının aksine, altıpatları bulunan, batı'dan gelmiş bir adam bulunur. Zeki ve genç biridir. Bunun yanında silahını kullanmaktan çekinmeyen ve gücü elinde bulundurduğunu düşünen bir karakterdir. Bu nedenledir ki, ölümün soğuk yüzü en çok onu etkilemiştir. Karanlık bu karakterin üzerine çökerken, gruplaşmanın zaaflarından ve yalnız yaşamanın esnekliğinden faydalanan Ronin, hayatta kalmayı başarabilmiştir.

Daha fazla bilgi için; http://tr.wikipedia.org/wiki/Yojimbo 

Akira Kurosawa - Francis Ford Coppola - George Lucas
Bu filmlerinin dışında da Akira Kurosawa'nın birçok yönetmeni etkileyen ve onlara ilham kaynağı olan dehası ve felsefesi de incelenmelidir. 

İnsanın bireysel olarak bir iç yolculuğa çıkmasını salık veren ve onu doğanın bir parçası olarak gören Kurosawa'yı bu yüzden kendime de yakın buluyorum ve Kurosawa'nın da dediği gibi;

"Man is a genious, when he is dreming".

Daha da fazla bilgi için;