Pages

22 Temmuz 2011 Cuma

Oğuz Atay ve Tutunamayanlar



Son dönemde popüler olan kitapların başında geliyor; "Tutunamayanlar". Elbette popüler olmasının doğal bir neticesi olarak, çokça tartışılmaya ve edebi yetkinliği eleştirilmeye başlandı. Hemşehrim olan Oğuz Atay'ın yaşamı süresince ikinci baskısını bile yapamayan bu romanın, şimdilerde bu kadar revaçta olması da hayli ilginç tabii. Türk edebiyatı'nda postmodernist roman örneklerinin ilklerinden olan "Tutunamayanlar"ın eleştiri noktalarını ve analizini yapmaya çalışalım bakalım.

İlk önce, son dönemlerde dikkati çeken ve çokça tartışılan, Şavkar Altınel'in, henüz 4 yıllık bir edebiyat dergisi olan Notos'da yaptığı eleştiriyi alıntılayalım. Oğuz Atay'ı sığ ve yapay olarak nitelendiren Altınel şöyle diyor;
"Oğuz Atay denince aklıma ilk gelen başarısızlık oluyor. Yarattığı kahramanların ‘tutunmak’ konusundaki dillere destan başarısızlığından değil, Atay’ı (ya da, daha doğrusu, okuduğum tek yapıtı Tutunamayanlar’ı) sevmeyi başaramamış olmamadan söz ediyorum. 
Bana göre ‘Tutunamayanlar’ bir küçük burjuva krizinin, mühendis olmanın, ‘salon salamanje’lerde yaşamanın, ‘bir kadınla iki çocuğun sorumlu saymanlığı’nı yapmanın hikâyesi. Bunda bir sorun yok: bir Flaubert bu malzemeden büyük bir roman çıkarabilirdi. Ama Atay, Flaubert değil, çok etkilendiği belli olan modernistlerden biri de değil, her şeyden önce de ‘kendisi’ değil. Başkahramanına ‘Özben’ soyadını vermiş, ama içimde romanın arkasında elle tutulabilir bir ‘benlik’ olduğu, yazarın anlattıklarını gerçekten görüp yaşadığı duygusu yok. Daha çok, bunları bir yerlerden duymuş, öğrenmiş, doğru olanın dünyaya böyle bakmak olduğuna karar vermiş gibi... Tezer Özlü’nün benzer krizlerden yola çıkarak yazdıklarını otantik bulup severek okumama rağmen Atay gözüme sığ ve yapay görünüyor.
Türkiye’de onca insanın başucu kitabı olan bir roman neden benim için neredeyse itici? Atay adını duyduğumda bende okur, hatta insan olarak eksiklik olabileceği kuşkusuna kapılmadan edemiyorum.
Şimdi de, Orhan Pamuk'un, 2007 yılında, Yasemin Çongar'a verdiği röportajdan alıntı yapalım;


DEVLETİN EMRİNE GİRMEK . Pamuk, “Ah canım Selim!” duyarlığı ile “Bat dünya bat!” alaycılığı üzerinden Oğuz Atay’a bakarken aydınlardan girdi söze:

“Modern cumhuriyet kültürü ve onun kalemşörleri aydınları hep devletin emrine sokmaya çalışmıştır. Devletin emrine girmeyen aydının da köksüz olduğunu, buraya ait olmadığını söylemiştir. Memleketin sorunlarından devletten bağımsız yazan çizen düşünen aydın sorumlu tutulmuştur. Yakup Kadri bile Yaban’da köyün durumu nedeniyle aydınları suçlar. Sanki köyün sorunları binlerce yıllık geleneğin sonucu değil de, değişik kitaplar okuyan muhalif aydınların suçudur. İşte bu devletin emrine girmeyen aydınları suçlama geleneği, aydınları insan olarak görmemeyi de beraberinde getirdi. Oğuz Atay’ın birinci başarısı, aydınları insan olarak görmesidir.”



SEVGİYLE, ŞEFKATLE . Orhan Pamuk’a göre, Oğuz Atay’ın devlet ve kurulu düzen tarafından dışlanan muhalif aydına sevgiyle, şefkatle, anlayışla yaklaşmasını yazarın bütün diğer özelliklerinden daha fazla seven bir okur grubu var. “Hatta,” diyor Pamuk, “buradaki ‘sevgiyle, şefkatle, anlayışla’ kelimelerini büyük harfle yazabilirsin. Ama bu sevgiyi, ‘Ah canım Selim!” kısmını abartarak aşırı önemseyenler oldu. Aslında ben de Oğuz Atay’ın Türk aydınının Çehovcu yanını görüp sevmesine değer veriyorum. Ama Öteki Renkler’deki o makalemde, Atay’ın bir başka yanını daha fazla önemsediğimi söylüyorum.”



KOVA KOVA KAFASIZLIK . Orhan Pamuk, Atay’ın hiciv yapan, radikal biçimde eleştiren yanını daha çok sevmesini kendisinin 1972’de Tutunamayanlar’ı çıkar çıkmaz okuduğu zamanki ruh haline de bağlıyor: “İtiraf edeyim, 35 yıl evvel kültür dünyamızın basmakalıp laflarına, sefaletine, yalancılıklarına öfke duyarken benim asıl, bu çok derin öfkemi paylaşacak bir yazara ihtiyacım vardı. Onun için de ‘Bat dünya bat!’ diyen sinik Oğuz Atay’la daha fazla özdeşleşmiştim.” 35 yıl sonra değişen ne peki? Aslında Pamuk tam bir iyileşme gözlemlemiyor. “Oğuz Atay’ın kafayı taktığı bayağılıklar, yapmacıklıklar etrafta hala bol bol” deyip kahkahayla ekliyor: “Kafasızlıklar her tarafta kova kova.”



MELODRAMATİKLEŞİYORUM . Ama ölümünden 30 yıl sonra Oğuz Atay’ı anarken artık sadece “Bat dünya bat!” alaycılığını değil, bu alaycılığın arka planındaki insani sevgiyi, melodramı da kendisine yakın buluyor Pamuk. Hatta o melodramatik yapının, ikiyüzlülüklerle, bayağılıklarla alay etmeyi kolaylaştırdığını, sinizmi belki de daha kabul edilebilir kıldığını düşünüyor. Bu değişimde zamanın rolünü ise “Ben 30 yıl sonra, şefkatli Oğuz Atay’ı da seviyorum. Belki de yaşlandıkça ben de melodramatikleşiyorum” diye açıklıyor.



BASILMAYAN MAKALE . Orhan Pamuk’un Oğuz Atay’ın romancılığı üzerine düşünmeye başlaması, kendi romancılığının öncesine uzanıyor: “1973’te 21 yaşında roman yazmak için üniversiteyi bıraktığımda hemen roman yazmaya başlamadım. İlk işim Oğuz Atay hakkında eleştirel bir yazı yazmak oldu.”

Bu makaleyi Yeni Dergi’de yayımlaması için Memet Fuat’a göndermiş Pamuk ama nafile: “O zaman Memet Fuat beni tanımaz etmez. Zaten kendi adımla da değil, babamın adını kullanarak ‘Ali Gündüz’ imzasıyla göndermiştim makalemi. Ama Memet Fuat yayımlamadı.”



ZEKİCE GEVEZELİKLER . 20’lerinin başlarında, henüz ilk romanını yazmaya oturmamış olan Orhan Pamuk’un o makalesi basılmasa da boşa gitmemiş. Oğuz Atay üzerine Öteki Renkler’de yer alan ikinci makalesini hazırlarken yıllar önceki o ilk denemeden de yararlanmış Pamuk.

Bu makalede en çok dikkatimi çeken Pamuk’un Atay’ın anlatım tekniğine ilişkin cümleleri:

“Yazarın çok zekice gevezelikleri, bu anlatılarda anlatının kendinden başka hiçbir şeyin gelişmesine izin vermiyor, ne roman kahramanları ne de romanın gerektirdiği hareket. Ben bu romanları okurken şimdi ne olacak diye meraklanmadım hiç; asıl merak ettiğim Oğuz Atay’ın bundan sonra neyi gözleyip gülünçleştireceği idi. Oğuz Atay’ın romanlarında olay ve hareket yok, yalnız her yere yayılan bir et, bir doku var. Kitapları okurken, çalışan, seven, acı çeken insanlarla değil; çalışmayı, acı çekmeyi, sevmeyi düşünen bir bilinçle karşılaşıyorum.”

Pamuk’a dün telefonda bu eleştirisini hatırlattığımda, Oğuz Atay’a 1973’teki bakışıyla bugünkü bakışı arasındaki farkı anlattı: “21 yaşımda Oğuz Atay’ı severdim. Ama onun bu aydın gevezeliklerine itiraz ederdim. Bugünse artık bu gevezelikler ‘Biraz fazla olmuş’ demiyorum. Onlardaki bu belgeselci yanı seviyorum”



19. YÜZYILI AŞTI . Orhan Pamuk’la sohbetimizin sonunda, Oğuz Atay’ın Türk edebiyatına katkısını asıl nerede gördüğünü sordum. Atay’ın “alafranga, züppe, köksüz diye aşağılanan aydınları insan olarak görmeyi başarmasının Türk edebiyatında bir ilk” olduğunu vurguladı önce. İkinci olarak, Atay’ın, aydınların Batılılaşma özlemi ile yerellik arasındaki bocalamasını aydınları içeriden irdeleyerek, onlarla dalga geçerek, onları tersyüz ederek yapabilmesini övdü. Pamuk’un üçüncü vurgusu ise Oğuz Atay’ın romana getirdiği biçimsel yenilik üzerineydi:

“Atay bunları 19. yüzyıl romanının biçimiyle yapmadı. Joyce’dan, Nabokov’dan esinlenerek anlattığı insanları çok daha doğrudan, kendi dilleriyle, bütün çıplaklıklarıyla anlattı. Modern anlatım tekniklerine yönelmesi, 19. yüzyılın otoriter sesinden uzaklaşması da kafası karışık aydınları da, onların dilini de içeriden yazmasını sağladı.”

Öteki Renkler, kitabında da Oğuz Atay eleştirisi getiren, Orhan Pamuk, yalnız ve kaygılı okuyucunun, tutunacak bir dal olarak Oğuz Atay'a sarıldığı düşüncesinde genel olarak.

Fakat bana kalırsa, Tutunamayanlar romanının daha başka ve önemli boyutları da var. Bunlardan en önemlisi, Türk edebiyatı'nda modernizmin sancılarını, bilimsel olmayan, alaycı bir bireysellikle ifade eden ilk romancıdır Oğuz Atay. 

Oğuz Atay'a yöneltilen eleştirilerden bir tanesi de, romanlarında ayıklama yapmadığı üzerinedir. Verdiği detayların çoğu bir tekrar veya gereksiz cümleler yığını olarak da nitelendirilmektedir kimi zaman. Ama, Tehlikeli Oyunlar'da daha yapay bir anlatım benimseyen Atay, ironik bir dille bu eleştirilere omuz silkmiştir adeta. 

Oğuz Atay, anlatmak istedikleri için, her ne kadar biçimsel kalıpların önemli olduğu roman sanatını kullanmış olsa da, bu biçimselliğe çok fazla özen göstermemiştir. Uzun uzun yazdığı birleşik kelimeleriyle de Oğuz Atay, biçim ve kalıplara o kadar saygı duymadığını gösterir nitelikte. 

Örneğin, Ahmet Hamdi Tanpınar veya Yaşar Kemal romanlarına baktığımızda, biçimselliğin ve roman kalıplarına duyulan saygının doruklara ulaştığı o yazınsal dili fark ederiz. Ama Oğuz Atay, her yönüyle başkaldıran bir insandır. Roman sanatını da esnetmiştir yeri geldiğinde. "Bat dünya bat" demesi boşuna değildir. İstese roman sanatını gömebileceğini bile sezdirmiştir. Eğer canı daha fazla sıkılsaydı bunu da yapacaktı şüphesiz. Roman yazdım deyip, şiirler biriktirebilecek bir insan Atay. Çünkü, modernizmin ve basmakalıpçılığın tam karşısında dikilmektedir.

Örneğin, bazı yazarlar, yazı yazabilmek için dağ evlerine çıkarlar. Murathan Mungan son röportajında, kendini damıtmak için inzivaya çekildiğinden bahsediyorer. Ne müthiş bir gaflet bu, oysa ki! Halbuki, yazı yazmak için dağ evine gidilmez, yazmak hissi sizi oraya götürmelidir. Yazar, burada edilgen olmalıdır. Oğuz Atay'ın 34 yaşında ilk romanını kaleme alması da bu edilgenlikten gelir. Oğuz Atay roman yazmak için masa başına oturacak, betimlemeler tasvirler yapmak için düşünecek, çok düşünecek biri değildir. O, bireysel anarşizmini gösterebilmek, yok olan, kompleks insan benliğini haykırabilmek için, betimlemeleri de, tasvirleri de, romanı da bir araç olarak kullanır. Gerekirse çöpe atar tüm yazdıklarını. Çünkü, insandır o. Önce insana hizmet etmek ister; önce insanı görmek ister edebiyatı değil. Anlattıklarını vurgulayabilmek için lirizmi kaybeder. Bu da elbette cesaret işidir.

Örneğin, Albert Camus'da böyledir. Yazdıkları çok matah edebi ürünler değildir. Müthiş bir yazı kabiliyeti olmadığını görebilirsiniz hatta. Ama o incecik romanlarında yer yerinden oynar. O kısa cümlelerinde, fırtınalar meydana gelir. Çünkü, anlatmak istediği şey çok önemlidir. Marcel Proust gibi sayfalarca tasvir yapamaz belki ama insanın yalnız kaldığında, fikirlerinin arasından esip geçen soğuk rüzgarları çok iyi hissettirir.

Nobel edebiyat ödülleri, sözleri ile bir idealist eğilimi en farklı şekilde ifade eden yazara verilmektedir. Bu yüzden de, bu ödülü, Marcel Proust'lar, Yaşar Kemal'ler değil, Albert Camus'lar ve Le Clezio'lar, Mario Vargas Llosa'lar almaktadır.

İşte Oğuz Atay romancılığında da bu idealistik eğilimin önemi vurgulanmalıdır aslında. Söyledikleri ile depremler yaratan, bir başkaldırı romanı, Tutunamayanlar...

Şimdi, Tutunamayanlar romanının popülaritesinden bahsetmek istiyorum. Öncelikle, Oğuz Atay'ın tutunamayanlar ifadesi bir sezinlemedir daha çok. Bir çok okurun anladığından farklı bir nokta bu. Oğuz Atay, bunu hissettirebilmek adına, roman biçimselliğinden kaçmaya çalışmıştır. Yalın olarak bu duyguyu hissettirebilmek adına, yapay olarak nitelendirilen bir dil kullanmıştır. Bu haliyle roman anlaşılmaz bir hazine gibi olmuştur ve karmaşık anlamlar yüklenmeye başlanmıştır. Her ağız, romanı kendi hayatına mal etmek istemektedir vefakat bu romanın hissettirdikleri, aslen, genel geçer bir anlayış değildir. Tıpkı, Orhan Pamuk'un yıllar içinde değişen Oğuz Atay düşünceleri gibi. 

Tutunamamak fiilini ancak sezinleyebilirsiniz. Bu çok yalın bir duygudur aslında. Gündelik yaşamda, hissettiğiniz mide bulantıları ve soyutlanma hu hissi arttırır ve yoğunlaştırır. Ama bir sıfat olarak asla üzerinize yüklenemezsiniz. Çünkü insansınız siz. Oğuz Atay'ın edebiyatı hiçe sayan anti-romancılığı gibi, sizin de tutunamamak düşüncelerine karşı durduğunz anlar veya süreçler olacaktır.

Tutunamayanlar, insanın genel geçer olmayan, marjinalliğe uzak, sıradan, sıkıcı, kalıplara sığmayan, esnek düşün dünyasına göndermeler yapan, modernizmin yaşattığı soyutluk ve yalnızlığa vurgu yapan, yapayalnız bir romandır.

Nasıl ki, geçmişte yaşadığınız bir mahalleye tekrardan gitme fırsatına eriştiğinizde, bütün o mahalleye ait özellikler, size anıları canlandırmaya ve sanki, unutulmuş bir hafızayı, benliğinizden tutup çıkarmaya ve duygulandırmaya yetiyorsa, Tutunamayanlar da böyledir. Yalnızlıkta hissettiğiniz, yapayalnız ve uzak düşüncelerinizi, al işte burada diye gösteren bir mahalle gibi düşünün bunu. Kitabı kapattığınız anda; mahalleden ayrılmış olcaksınız.

19 Temmuz 2011 Salı

Daima Eksik Kalacak


"Dil, Varlık'ın evidir", Martin Heidegger

Sözler daima eksik kalacak. Kelimeler bizi, istediğimiz noktaya taşımıyor artık. Onlarla oluşturduğumuz ortak dünya yetersiz kalıyor. Belki de, bundan sonra daha sezgisel olacak her şey ya da olmalı. Sözlerin gerçek manada bittiği yerdeyiz. Tükeniyor artık son umutlar. Yani ve dolayısıyla, bizim bu evreni bilip aktaramayacağımız ve bunu istesek bile ancak kusurlu kelimelerle çırpınarak, gelecek nesle bağışlamaya çalışacağımız bir gerçek.

"Sevgi" sevgi'yi ne kadar anlatıyor. Sevgi deyince ne duyumsuyorum ben? Neler canlanıyor hafızamda. Peki ya "nefret" deyince? Kötü anılarım mı depreşiyor yoksa? Peki ya, "hafıza" veya "anı" dediklerinde ne hissediyorum. Neler biliyorum ben bu dünyaya dair? Hemen peşi sıra anılarımı anlatmaya koyuluyorum? Pür dikkat dinliyor bazısı beni, belki bazısı hiç dinlemek istemiyor, bazısının ilgisi bambaşka bir yönde, beriki anlattıklarımı anlamıyor bile...

Neden anlatıyorum peki bütün bunları? Çünkü buradayım, yani burada. Anlatabiliyor muyum? Eğer kafamdakini dökmezsem, kafamda kalmış olur her şey. Eğer sözler ağzımdan çıkmazsa, yalandan da olsa, algı kapılarını istediğim biçimde aralamasa da, yani yanlış anlaşılsam da, kafamdan çıkmış olacaklar artık. Yani bende değiller. İnsanları çağrışımlarımla, sözlerimle uzaklaştırıyorum özbenliklerinden. Onlar da bana bunu yaptılar defalarca. Kafamızın içini hep beraber samanla doldurduk. Ama samanla doldurmasaydık daha iyiydi demek istemiyorum tabii. Samanla doldurduk kafalarımızın içini, çünkü buna layıktılar. Çünkü kafalarımızın içini doldurması gereken bir şeyler var. Kafalarımızın içi boş kalırsa, yani belirli bir dünya kurgusu oluşturup, onun içinde uydurma yalan ve gerçeklerle, olasılıklarla, oyunlarla vakit geçirmezsek ve bu esnada, bu yalan ve gerçeklerin, bunları niteleyen tüm kelimelerin esrik olduğunu düşünmezsek, köşemize çekilmezsek de önemli bir şey yapmış olmalıyız.

Şimdi sakin sakin oturuyorsun yerinde. Vücudun bitkin bir şekilde koltuğa gömülmüşsün. Yüzün yok bu anda. Sadece, ince bir metal çubuğun üstünde beynin var ve beyninin damarlarından, kıvrımlarından akan kan; beyninin etrafında, boynundan yukarıya doğru bir koni oluşturan; ve ters huni biçiminde bulunan metalik şeye damlıyor. Düşündükçe fışkırıyor beynindeki kanlar; hatta ters huninin dışına taşıp, halıya ve zemine damlıyorlar. Huni yetersiz kalıyor beyninin kanını toparlayıp, vücuttaki sirkülasyonunu sağlamaya. Ne yazık!

Beynin kanıyor mütemadiyen ve sen düşünüyorsun. Düşündüğün şey gündelik hayatında, çözümsüz kalmış ufak tefek problemler, sonunu merak ettiğin ilişkiler ve yakınlaşmalardan ibaret ve kelimeler tabii. Düşündükçe beyin kıvrımlarındaki, kan dolaşımını müthiş arttıran, ortalığın kan gölüne dönmesine sebep olan kelimeler...

Son gittiğin tiyatroyu düşünüyorsun şimdi. Sahnedeki oyunu kimi zaman pür dikkat, kimi zaman yarı dalgın, kimi zaman ağırlaşan göz kapaklarının altından seyretmeye koyulduğun tiyatro oyununu ve oyun esnasında yaşanan tuhaf olayı düşünüyorsun.

Oyunun final sahnesi yaklaşırken, tiyatronuu büyük kapısı açılır ve elinde bir bıçakla, siyah bir adam, beyaz bir adamı kovalayarak, sahnenin ortasına çıkarlar ve sonrasında perdenin arkasında kaybolup giderler. Oyun içinde oyun gibi. Romeo ve Juliet bile senin gibi baktı ve dehşet dolu iri gözlerle seyretti bu sahneyi. Ne tuhaf! Kendi ölümünü unuttu Romeo; oyun gerçek oluyordu az kalsın. Yani ölüm vuku buluyordu sahnede az kalsın. Ölümü oynarken, öleni görmek. Bir tarafta, Juliet'in ölü olduğunu sandığın o tiyatro oyunu dakikalarında, yine oyun icabı dehşetle açılan gözlerin ve yine oyun esnasında, bıçakla düşmanını kovalayan zencinin, sahne ortasında ölüme bu kadar yakın bir pencere açması ve akabinde yine Romeo'nun dehşetle açılan gözleri. Romeo, hangisi gerçek dehşet? Canından çok sevdiğin Juliet için açılan göz bebeklerin mi; yoksa hiç tanımadığın bir beyazın yaşadığı ölüm korkusu mu? Dehşet nerede Romeo? "Dehşet" kelimesi nedir; neyi ifade etmektedir?

Tiyatro oyunu sonrası, polis gelir ve yaşanan olayı soruşturmaya koyulur. Siyah ve beyazların oluşturduğu bu audience'de; sırasıyla her vatandaş, Romeo ve Juliet için aynı hüznü taşırken, (yani neredeyse aynı hüzün) yaşanan diğer dehşet sahnesi için farklı yorumlar getirmeye koyulmuşlardır. Romeo ve Juliet'in hikayesini baştan mı alıyoruz yoksa? Ne öğrendik bu tiyatro oyunundan?

Peki ya sen Bay Beyaz Adam, neden, korkunç siyahi adamın, zavallı bir beyaz'ı kovaladığından bahsediyorsun? Ya sen, Bay Siyahi Adam, neden sana göre bir serseri olan beyaz'ın, bıçaklı siyah adam'a yaşatmış olabileceği o dehşetten söz ediyorsun? Kelimelerinle bizi nereye götürmek çabasındasın? Nereye gidiyoruz biz?

Daima eksik kalacak bu yüzden. Daima eksik kalacağını, kelimelerle söylediğiniz vakit dahi, daima eksik kalacaktır. Belki kelimeler ihanet ediyor bize. Belki koltuğuna gömülmüş, uyuyakalmak üzere olan Bay Beyin ya da Bay Tabula Rasa sağlıklı düşünemiyor. Ama kim temizleyecek ortalığı? Ölüm mü?


4 Temmuz 2011 Pazartesi

İdama Giden İnsan





En hüzünlü şarkının güftesidir. Bunu ancak yaşayan bilir ama, hüzünlü anlarımızla ortak bir payı olduğu olduğu için empati kurabiliriz diye düşünmekteyim.

Şimdi bir adam, dört duvarın arasında, belki azılı bir katil, belki şeytana pabucunu ters giydiren bir düzenbaz, belki hainlerin babası, belki de suçsuz bir adam olabilir. Ben ise, suçsuz bir adamın gözünden hayata bakmak istiyorum. Yaftalanmış, damga yemiş, hırpalanmış bir adamın... Ya da şöyle düşünün bu adamı; yüzyıllar önce engizisyon mahkemelerinde hüküm giymiş bir düşünce adamı, sapkınlık damgası yemiş bir bilge...

İşte bu bilgenin zekası, fikri yetkinliği en hüzünlü şarkının müsebbibidir. Çünkü, bilgisizliğin mutluluk olduğu bu dünyada, o rüzgarın tadını en iyi bilen, güneşin sıcaklığını en çok seven, yakamozları seyrederken mutlu olabilen, tüm yaşam hücreleri doğanın bir parçası olmaktan dolayı mesut olabilen bir kişidir... İşte bu adamın hüzünlü hikayesidir, tasvir etmek istediğim.

Karanlık bir odanın içinde, sabahı beklerken, gün ışığıyla birlikte karanlıklara boğulacağının farkındayken bu adamı düşlüyorum. en mutsuz olduğumuz zamanlardır idama giden insan. Çünkü, onda yaşamanın getirdiği o ucuz hırs, kibir, riya gitmiştir. Rüzgarın tadını özlemiştir bu adam. Mevki sahibi olmak, kaybetmiş insanlar arasında lider olma gayesi gütmek gibi tüm çabalar anlamını yitirmiştir. Yalnızca sevdiklerini, sevebileceklerini düşündüğü o an; bir tepenin başından dipdiri, esen ılık rüzgarın altında seyrettiği sonsuz denizin mutluluğundan başka, o'nu sevenlerin gözlerinin içine bakmaktan başka hiçbir gayesi yoktur. Bana göre, yeniden doğmuştur o anda. İnsan olmuştur yeniden. Birilerinin sırtına basarak yürümenin ne denli boş olduğunun farkına varmıştır. Nasıl anlatmalı bu insanı bilmem ki!

Keşke der, onun gözlerine bir defa daha bakabilseydim, el kadar çocuğumu bir defa daha öpebilseydim, bir defa daha, bir defa. bunu bilmektir insana hüzün veren işte. Sağlıklı düşünmektir acıların en büyüğü. Zindan adasında boşuna kalmak istemez insan.

İşte o gün ışığı ve ılık esen rüzgar, sevgilinin yeşil gözleri, denizin mavisi, lapinaların en harelisi, çocukluk ve beyaz düşler, anlamını yeniden kazanır. Tüm o hırs, tüm o boş işler anlamını kaybeder; tüm o boşluk kapanır...

2 Temmuz 2011 Cumartesi

Sessiz İnsanlık


Hiç sesi olmayan bir insanlık düşlemek... Yalnızca böcek sesleri, dalların hışırtısı ve dalga sesleri ile dolup taşan yüreklerimiz... Uzaklara seslenmek yok; sevdiğini söylemek yok; şarkı söylemek yok; belki yazı var sadece; insanlar ellerinde kağıt kalemle dolaşıyor.

Ne kadar tuhaf olurdu kimbilir; az sonra arabanın altında ezilecek olana "dur" diyemezsin; terk eden sevgiliye "gitme" diyemezsin; sevgilerini de nefretlerini de yazılara dökersin. Bakış ve mimiklerle yaşayan insancıklardan oluşan bir dünya halkı... Her sabah sessiz sedasız sokaklara dökülen insanlar. Yalnızca motor sesleri ile günü tamamlıyorlar.

Peki ya tüm evren sessiz olsa; hiçbir şeyden ses çıkmasa... Söylenmesi gereken şey şu belki de; "ses, düşüncenin uğultusunu dindirebilen yegane unsurdur".