Pages

27 Ağustos 2011 Cumartesi

Fraktal Evren Metaforu



"Ben bir ateist değilim. Kendime bir panteist diyebileceğimi düşünmüyorum. İlgili soru bizim kısıtlı akıllarımız için çok geniş. Biz, pek çok değişik dilde kitapla doldurulmuş bir kütüphaneye giren küçük bir çocuğun durumundayız. Çocuk kütüphanedeki kitapları birisinin yazmış olması gerektiğini bilir. Nasıl yazıldıklarını bilmez. Yazıldıkları dilleri anlamaz. Çocuk, kitapların sıralanmasında esrarengiz bir düzen olduğundan şüphe eder, ama ne olduğunu bilmez. Bu durum, bana göre, en zeki insanın bile tanrıya göstereceği yaklaşımdır. Biz, evrenin muhteşem bir şekilde düzenlendiğini ve belirli kanunlara uyduğunu görmekteyiz, ancak bu kanunları çok bulanık bir şekilde anlayabilmekteyiz."      
                                                                                         Albert Einstein
i.) VY Canis Majoris


Dev oval bir aynadır. Yatak odasında ise bu, dünya burada bir toz parçasıdır; insansa mikrop bile değildir; atom altı parçacıkları gibidir.

O halde evren değil, evrenler vardır. Evrenler; tahmin edemeyeceğimiz canlıların dokularıdır. Yıldızlar, gezegenler, göktaşları, gökadaları, kara delikler ise; belirli ve düzenli salınımlar gösteren, dev! dokunun, dev! alt sistemleridir. İnsanlar ve olası diğer canlılar ise atom altı parçacıklardır ve adını koyamayacağımız gözlemcinin! bakışlarından etkilenip, davranışlarını belirler! Bu bizim evren dokulu dev adamın hücrelerindeki atomlara ait, atom-altı parçacıklar olduğumuzu gösterir.

Ve hücreler; yani gezegenler veya galaksiler birbirine girdiğinde doku zedelenir; enerji akışı entropiye doğru yönelmiştir ve bazen bu çarpışmalar kanserli hücreler oluşturadabilir.

O yüzden, evren dokulu dev adam! evrenin kıyametinde, kendi hastalığını ve ölümünü de bulur. Tıpkı atom altı parçacık olan insanın ölümü gibi...

O yüzden her insan da evren dokulu dev adam! olabilir...

ii.) VV Cephei



Yıldız azmanı.

Cayır cayır yanmakta elbette. Güneş'e yaklaşmadan eriyip yok olacağımızı bilebildiğimize göre, VV Cephei'ye uzaktan selam bile veremeyiz.

O yüzden VV Cephei düşlerimizde yaşayabilir ancak. mitolojik bir kahraman olabilir yalnızca ve hareket ederken çıkardığı gürültüyü de elbette bilemeyeceğiz. ve gözlemleyemeyiz de tabii ki.

İnsanın var olduğunu bildiği bir masal gibi bu yıldız.

iii.) Süpernova




Yıldız patlaması.

İnsan rüyasında Süpernova'yı görmez ama. Yalnızca arada sırada aklına takılabilir bu konular. Mesela; göz doktorunda yaptıracağı rutin kontrol sırasında, bilim teknik dergisi ilişir gözüne ve bakar kapak konusuna;

"Kırmızı Dev: Süpernova"

O an aklına çok büyük cisimler gelecektir ama daha önemli bir sorunu var. Saatlerce orada beklemiş ve tatil gününde evde dinlenmek varken, burada can sıkıntısına katlanmıştır.

Ama süpernova'lar başka zaman aklına/akıllarımıza gelmez. Dev yıldızlar birbirine giriyor düşünsenize; Güneş'ten dahi defalarca kez büyük yıldızlar birbirlerini yiyorlar.

Fakat rüyalarımıza giremez bunlar. Biz rüyalarımızda, hayat koşuşturmacasının düşsel öğelerini görebiliriz ancak. En uzak hayalimiz, emeklilik günlerimize dairdir.

Ama yıldızlar orada, bize çok uzakta ve hissettirmeden bizlere birbirlerini yiyorlar. Bir insan dev bir yıldızı unutacak ne yaşayabilir ki?


iv.) Andromeda


88 takımyıldızından biridir. Aynı isimdeki Gökadası, Dünya üzerinden görülebilen tek gökadasıdır ayrıca.

Ama andromeda daha çok yaşayamayacağımız komşu galaksimiz ifadesini düşündürüyor bana. Peki, Andromeda neden var? Andromeda niçin 3 milyar yıl gibi bir süre sonunda galaksimizle çarpışacak?

Andromeda, Yunan mitolojisinde zincire vurulmuş prenses imiş. Peki ya zincire vurulmuş insan?

v.) Babil Kulesi


Tevrat'ta ilk defa zikredilmiş kule.

Günümüze ulaşmasını en çok arzu edebileceğim yapıdır bu. Bulutlara erdiğini düşünüyorum da, hava basıncının düştüğü; o rüzgarlı tepeden ve yağan yağmur ve yağan şimşekler arasından yeryüzünü seyretmek gibisi olamazdı. Bu dünyada değilken, bu dünyayı görmek gibi bir şey bu. yeryüzündekiler sükunetle yaşarken, başka bir aleme geçen kapının eşiğinde düşünmek gibi olurdu.

Bir insanın son kez nefes alabildiği yer; Babil Kulesi'nin zirvesi...

vi.) İnsanlar


İnsanları seyrediyorum. Tıpkı bir aynanın yeryüzünü seyretmesi gibi... Yüzlerden anlamlar çıkarmaya çalışıyorum tüm gün. Bütün bu kimlikler niye var? Niye durmadan adımlar atıyorlar? Bu yolları, bu bitip tükenmeyen, bir sonuca varmayan ve varmayacak olan yolları neden arşınlıyorlar? Nereye gidiyor bu yollar? Nereye varacak bu insanlar?

Eğer sevgisiz kalmışsan inme Boğaz'a. Orada daha çok sevgisiz kaldığını hissedersin. Çıkma Maçka Park'ına; seyretme denizi. Yalnızken gelip geçen vapurlara bakmak acıdan başka bir şey vermez. Kaldı ki, insanlar adımlar atarken, bitip tükenmeyen o yolları arşınlarken, durup düşünmen, kendinle olan savaşların yalnızca yeniden kaybetmeyi hatırlatırlar sana.

Çünkü;

perde 1

İnsan kendisinin aynasıdır. Yani, sen ve zihnin o düalist yapı içinde bile birbirlerine tam olarak bağlıdırlar. Hiçbir zihin bu kadar, bedenine hükmedemez. Eğer, vazgeçmişse beyin, kalbi durdurabilir. Ama kalp öyle midir? Usulca bırakır yaşamayı ve zamanının geldiğini bilen, acelesiz bir bilge gibidir.

perde 2

İnsan, dünyanın aynasıdır. Denize bakarsan için mavi olur; insanlara bakarsan siyah. Tıpkı görmediğin zamanlardaki gibi. Çünkü, insanları anlamaya çalışmanın rengi siyahtır. Dağlara bakarsan yüreğin sağlam olur; bilgelikten dönmez yüzün.

Eğer ayna isen, hep doğru manzaraya bak! Çünkü kararırsan bir defa, unutursun ayna olduğunu ve kırarsın kalbini yeniden.

perde 3

Dünya insanın aynasıdır. Bak işte ormanın yeşilini sen verdin. Gözlerini kapayınca kayboldu renkler. Kulakların var etti dalga seslerini. Denizden gelen yosun kokusunu, burnun olmasa bilemezdin ve sen yok edeceksin manzarayı. Gözlerini derin bir uykuya kapattığında, yıkılacak her şey. Işığı kıran bir prizma değilsin artık.

İnsan istemediği bir şeye alışırsa, belki de ölmüş demektir...



25 Ağustos 2011 Perşembe

Kitaplar



"Herkesin en az bir defa kendi cehennemine inmesi gerekir". Cesare PAVESE
Elimize bir kitap aldığımızda, ilk düşüncemiz, o kitapta yazan hemen her şeyin doğru olabilme düşüncesi üzerine kuruludur. Bu, her zaman yaşadığımız bir duygu değil elbette ama çoğunlukla böyle. Yani, kitabı elimize aldığımızda, uyutulmaya, kandırılmaya veya kitabın ilüzyonuna kapılmaya, ona boyun eğmeye razıyızdır. Böyle olmasını isteriz, aksini düşünmek kompleks, karışık, zorlu ve sıkıcı bir yoldur. Çünkü, yazılanları yalanlayabilecek alt yapımız çoğunlukla yoktur. Antitez üretebilecek kapasitede değilizdir. Çünkü, biz kitabın bize sunduğu teyatral havayı reddedibelecek kadar dekoru, oyuncuları, paradigmayı ve belki de en önemlisi kendimizi tanımıyor durumdayızdır olasılıkla.

Eğer itiraz edebilecek bir yeterlilik de olsaydık; bu defa da yalanlamak, reddetmek, küçük düşürmek, noksanlarını bulmak, ele ayağa düşürmek için o kitabı okuyacaktık belki de. Yani, Das Kapital’i okurken ya o ilüzyona kendimizi teslim etmişizdir ya da tüm kalbimiz ve beynimizle o’nu reddedecek kanıtlar aramaktayızdır? Bu durumun anlaşılamaz ve karanlık bir biçimde bilinçaltımızda var olduğunu düşünüyorum.

Peki ya kitaplar veya müellifleri bize doğru yolu gösteremeyecek kadar karanlık adamlarsa? Zihinleri bulanık, akli dengeleri bozuksa? Neden bir kitabı tamamen doğruluğunu teyit edecek biçimde okuyan bir kabulleniciyizdir? Biz, kitabı yalanlayabilecek alt yapıya her zaman ulaşamayacaksak neden bu kadar hevesliyiz dünyayı tanımlamaya? Peki bir kitap, kısmen olumlu yorumlara haizse? Peki, bu yazıyı okurken; yüzde kaçının yanlış, yüzde kaçının doğru; yüzde kaçının işe yaramaz olduğuna nasıl karar verebileceksiniz?

Kitapların da yanlışlarla dolu olabileceğini unutmamalıyız bana kalırsa. Ama muhakeme ve eleştiri yeteneğimizi çoktan kaybediyoruz. Ve en önemlisi, bunu sağlamanın, daha bilinçli vatandaş olmanın, sorgulamanın bize ne kadar faydalı olabileceğini çıkarsayaamıyorum.

Bu belirsizlik ve keşmekeş içinde, ilaveten şunları söyleyebilirim;

Eğer bir durum hakkında bilgilendiyseniz; onunla ilgili konuşurken, onun hatipliğini yaparken, tuhaf bir biçimde, eleştirel noktanızı tamamen kaybetmiş ve salt bir savunmacı veya dikte edici olmuşsunuzdur. Yani, bir insan ne kadar vaaz ederse, ne kadar benzer konularda yorum yaparsa, bir durumun bayraktarı, taraftarı veya yılmaz savunucusu gibi hissetmekte kendini. Bu çok tehlikeli bir nokta olabilir!

Nasıl ki bir filmi izlerken, tüm bu senaryo ve kurguya rağmen, tüm bu oyunculuğu bilinçaltımızda kabullenmemize rağmen, olaylar ve sinematografi karşısında boyun eğip, duygu patlaması yaşayabiliyorsak, kitaplar da benzer etkiler yaratabilir ve bizi anlamsız, gereksiz, ucuz veya olağan dışı bir senaryonun kabullenmesi ve hayata uygulanması noktasına itebilir.

İnsan kandırılmaya aday ve hevesli bir varlık gibi geliyor bana. Bu yazıyı yazarken bile, iç içe geçmiş bir düşünce problemi olduğunu ve paradoksal bir duruma zemin hazırladığımı görebiliyorum.

Nihayetinde söylemek istediğim şu; hemen her şeyde yapılabilecek tek anlamlı hareket, Tostoy’un da önerdiği gibi, her işimize sevgiyle yaklaşmak ve olumlu düşünmeye çalışmaktır. Bu en azından, yaşanabilir bir dünya kazandıracaktır bizlere.




16 Ağustos 2011 Salı

Sonsuzluğun Kıyıları


Who, if I cried out, would hear me among the angels'
hierarchies? and even if one of them suddenly
pressed me against his heart, I would perish
in the embrace of his stronger existence.
                                 Rainer Maria Rilke        

İnsanın kendisini tanıması ve anlayabilmesi için çevresinden başka gözlemleyebileceği hiçbir şey yoktur. HİÇBİR ŞEY… Bu yönüyle düşündüğümüzde, hayli tuhaf bir hayat sürdüğümüzü düşünmemek elde değil doğrusu. İnsan zekasının sınırlarından daha da ötede, hayallerimizin de sınırını tayin eden “sonsuzluğun kıyıları” bunlar.
Kumdan kaleler yapan karıncalar; suya dalıp çıkan avcı kuşlar; kışın yapraklarını dökmeyen ağaçlar; eğrelti otları, hodin, hanımeli, hindiba… Bunlardan başka bir şeyi hayal edemezsin. Olmayan bir şeyin hayalini de kuramazsın.
Peki, çevremiz bize zekamız hakkında ne gibi sırlar verebilir; bizi ne kadar aydınlatabilrler? Hiç varolmayan bir nesnenin, varlığın daha doğrusu “şey”in yalnızca izdüşümü vardır; o da soyut olarak; ve onun hakkında varabileceğimiz tek yargı; “varolmadığıdır”.
Ama şu anda varlığımızı çevreleyen şeyler için ne söyleyebiliriz? Son yüzyıla kadar keşfedilememiş en büyük yıldızlar olan “vv cephei”  ve “vy canis majoris”ten bihaberdik. 16. Yüzyıla kadar “medicea sidera”’yı bilemedik; taa ki galile bizlere işaret edene kadar. Ve bir çok yıldız ve gezegenin bize çok uzak varlıklarını tahmin edebiliyoruz. Bu tıpkı, varlığından emin olduğumuz bir masal kahramanını düşlemek gibi. Var olduğunu çıkarsayabilip; O’na isim ve karakter verememek…
İnsan, rüyasında olmayan bir şeyin hayalini göremez. Küçük dünyasında yeri yoktur süpernova’nın, andromeda’nın, gökadaların veya takımyıldızlarının.
Ama yıldızlar orada, bize çok uzakta ve hissettirmeden bizlere, birbirlerini yiyorlar. Bir insan dev bir yıldızı unutacak ne yaşayabilir ki?

7 Ağustos 2011 Pazar

Küçük Oyunlar


And this, our life, exempt from public haunt, finds tongues in trees, books in the running brooks, sermons in stones, and good in everything.                                                           
William Shakespeare

Bu teorimin özünde her insanın birer tiyatrocu kimliği olduğunu varsayıyorum. İnsanların bu tiyatrocu kimliği zaman zaman devreye girer ve uçaklardaki otomatik pilot mekanizması gibi işler. Bu durum iki insanın karşılıklı ilişkisinde her iki bireyin de otomatik pilot kıvamında düşünmesi ve konuşmasına şeklinde de görülebilir. Yani, taraflardan biri veya birkaçının mantıklı bir şey düşünmesine veya düşünerek çıkarsama yapmasına gerek yok. Sanırım Nassim Nicholas Taleb Siyah Kuğusu'nda bu durumdan bahsetmişti. Hatırladığıma göre O, insanların düşünüş biçimlerini Sistem 1 ve Sistem 2 diye ayıran bir kurumun (ki bu kurumun çok değerli üyeleri de varmış) üyesiymiş. Bu iki düşünüş sistemi benimde anlatmak istediğim konuda auto pilot ve manual pilot düşünüş biçimlerinin açıklamasıdır.

Tahmin edeceğiniz üzere Avrupalı Budist sayısı oldukça az. Ben bugüne kadar hiç Hinduist'e rastlamadım gezip gördüğüm şehirlerde. Meksikalıların sülalerinde harakiri yapana rastlayamamışlar. Çoğu insan birinci dereceden bir akrabasının vefatında çoğunlukla gözyaşı döküyor. Bazen bakıyorum da yaşadığım yerlerde gece geç saatlerde gezen kadınlara kötü gözle bakıyorlar. Oysa, başka şehirlerde durum çok farklı. Çoğunlukla yalnız yaşamama rağmen bu gece tuttuğum takım yenilince çok üzüldüm ama İngiltere vatandaşı hiç bir taraftar bu duruma üzülmedi. Benim bu halime de üzülmemişlerdir herhalde. 20 yaşında X ülkesinin bir vatandaşı ülkesi benim ülkemle kanlı savaşlarla dolu bir tarih yaşadığı için benim gibilerinin ölmesine sevineceğini belirtiyor. Halbuki ben onu hiç tanımadım.

Ah şu oynadığımız küçük oyunlar... Herkes ne kadar da ciddiye alıyor. Zengin işadamlarının çocukları çoğunlukla imam hatip okullarına ya da meslek liselerine gitmiyor. Anadolu'da bazı yörelerde babalar ne isterse çocuklar hala onu yapıyor. Dedemin dedesi için sağ - sol gruplarının düşünceleri zerre önemli değilmiş. O bahçesindeki gülleri sever, köydeki bir kaç aileyle de küs yaşarmış. Tabancayla tüfekle gelecek mutluluğu göremeden ölmüş ve de bahçesine güllerinin yanına gömmüşler.


Bazı zamanlarda drama oynuyoruz, bazen komedi, trajedi vs... İnsan olarak yaşayabilmek için önemli bunlar. Bazı zamanlar kızgın veya kırgın olduğumuzda artık böyle davranacağım ya da bir daha asla onun gibilerle muhatap olmayacağım deriz ve karşılıklı oyunlarda bu rolü seçer ve davranmaya çalışırız. Yani, insan için sabit bir hedef seçip yaşamını ona göre düzenlemesi huzur vericidir. Gayesi uğruna yaşayabildiğini düşündüğü anlarda mutludur fakat insanın çevre (her türlü insan ilişkileri ve diğer şartlar dahil) gibi çok değişkenli faktörler tarafından her zaman etki altında bulunması bu amacı uğruna yaşayabilmesini zorlaştırır. Eğer insan hayatında ölüm diye birşey olmasaydı bugün kaç insan dinin gereklerini yerine getirirdi diye de ayrıca sormak istiyorum. Evrenin, sınırlarımızın ne olduğu, ne olacağımızla ilgili düşünmüyoruz çoğu zaman. Belki zaman kısa ve çok fazla sorumluluk taşıyoruz hayatta ama bu küçük oyunlarla yaşayıp, "korkunun krallığı"nın hüküm sürdüğü bu dünyada belki çok çok az insanın birşeyleri gerçekten merak ettiği gerçeğini değiştirmiyor. Küçük çocuklar ebeveynlerinin davranışlarını dikkatle takip eder ve neredeyse onların kopyası olurlar ve karakterleri ebeveynlerinin öğütlediği ve sergilediği davranışlar yönünde gelişir. Fakat görünen o ki yetişkinler de çevrelerinden kopya çektikleri küçük oyunlarla hayatlarını geçiriyorlar. Herkes birbirini takip ediyor ve bu oyunlar başımızı döndürüyor.

Gayeler ve hedefler küçük oyunlarımızın konusudur. Her türlü çevreniz ise seyircidir ve alkışlanıyorsanız yahut dikkat çekebiliyorsanız oyunu oynarsınız. Oyundaki karakterler ve oyunun konusuna (işbu faktörler oldukça fazladır ve dar bir bakış açısıyla düşünülmemelidir) uygun kostümü bulur ve giyersiniz. Örneğin trafikte, x inançlı, yüksek eğitimli, kilolu, orta zengin bir ailede yetişen vs. özellikleri bulunan siz için oyun farklıdır sayısız faktörden etkilenen ben için oyun farklıdır. Bu faktörler altında auto pilot konumda oyunumuzu (oyunun adı "trafikte") oynarız.

Bunların hepsinden öte bu oyunlarımız mutlak birer gerçek olamazlar. O yüzden hep değişirler, hep değişiriz. O yüzden yalnızlar duyguludur, oyunların dışında daha iyi düşünürler. Küçük oyunlar birer afyon belirli aralıklarla alınmazsa insanı sıkıntılar basar ve kişi tutunamaz. Hele ki,  gerçeklerden uzaklaşmışsa.

Dolayısıyla, perde asla kapanmaz...