Pages

16 Şubat 2012 Perşembe

Bilim ve Felsefenin Yakın Geleceği

The Dream - Pablo Picasso
"Bir çit boyunca güneşte ısınan dilenci, aslında dünyanın bütün hükümdarlarının arayıpta bulamadığı o barış ve tarafsızlığa adeta kendiliğinden sahiptir".
                                                                                              Adam Smith
Adam Smith, Epikirosçu olmaktan çok stoacıdır. Dolayısıyla da tinsel (manevi) hazların maddi hazlardan daha önemli olduğunu kabul etmektedir. Bu da onun Helenistik Yunan felsefesinden daha çok, faydacı Roma felsefesine yakın olduğunu gösteriyor. Bu görüşüne rağmen Smith, sistemli ekonomik modellerle ilgilenmeye de devam etmiştir. Yani ne yardan ne serden geçebilmiş, hazcı düşünce sisteminin yalınlığına ve genel geçerliğine hükmetmesine rağmen bilgi arayışını da devam ettirmiştir.

Aslında hazcı Roma kültürü ile bilimci Grek anlayışının çatışmasından "nihilizm" ve "postmodernizm" felsefelerinin doğduğunu düşünüyorum. Bu iki felsefe de, "gerçek" kavramını inkar eden ve ahlaki duyguların kökten eleştirilmesi gerekliliğini savunan inkarcı bakış açılarıdır. Bu inkar mekanizmasının gelişmesinin başlıca nedenleri de, bilimin ve modernizmin çığır açtığı 17. yüzyıldan günümüze kadar olan dönemdir. İnsana kıyafet, kimlik verilen bu dönemde, insanoğlunun çağdaş olabileceği ve insan olmayan her şeyden keskin bir çizgiyle ayrıldığı görüşü benimsenmiştir. Aklıyla her şeyin üstesinden gelebilecek, dünya üzerindeki her canlıya hükmeden bir ırk... Fakat gerçekte insan böyle midir; eğer böyle üstün bir ırksa neden hala savaşlar ve yıkımlar bitmemiştir? İnsan aklıyla her şeyi bilebilir mi? Gerçekten rasyonel bir insan ırkı yaratılabilir mi diye düşünüldüğünde; tüm bunların imkansızlığına vurgu yapan nihilizm, postmodernizm ve hatta varoluşçuluk akımlarının görüşlerine geliriz. İnkarcı felsefelerin temelinde yatan unsur, insanın asla olduğunu düşündüğü o zeki, tutarlı ve rasyonel varlık olamayacağı düşüncesidir. Bu yüzden de, sistemli ilerleyen bilim dünyasında bile, Adam Smith, Max Stirner, Nietzsche, Albert Camus, Artchur Schopenhauer ve Jean Paul Sartre gibi çatlak sesler de duyulmaktadır.

Bilimin yaptığı aslında şuydu; "doğayı taklit etmek". Matematik, bu noktada başı çekti. Marjinal noktalara atıflar yaparak hayatımıza dair her şey formülize etti. Örneğin, türev ve integral hesaplamalarında ele alınan eğrilere zoom yaparsak ve bir eğrinin görüntüsünü piksel piksel açarsak, ne kadar derinlemesine inersek inelim; aslında bu eğrielerin kare kare ve puntolanmış olduğunu görürüz. Bu böyle olmsayadı ve fraktal geometride olduğu gibi sonsuza kadar zoom yapılabilecek bir pürüzlükte eğriler çizilebilseydi; bunların türevini ve integralini de alamazdık. Bunu da nasıl kanıtlayabiliriz? Kare kare olmayan bir eğri toplamının eğimi hesaplanamaz. Eğimi hesaplanabilen bir doğrunun gerçekle de alakası yoktur. Fizikte de benzer hadiseleri görebiliriz. Newton fiziğinin katı kurallarının (sürtünme katsayısını yoksaymak gibi alışkanlıkları olsa dahi) yalnızca bu dünyada geçerli olduğunu; Einstein'in genel ve özel görelilik kuramlarına göre yeniden dizayn ettiği evrenin fizik anlayışında iflas ettiğini görüyoruz. Kimya'da da redüksiyon ve oksidasyon problemlerinde kaybolan kütlenin yoksanması gibi alışkanlıkların olduğunu biliyoruz elbette. Bütün bu anlattıklarım matematik ve onun formülize ettiği dünyamızın marjinal noktalara temas ettiği ve gerçek bir bilgi sunmasının olanaksız olduğu görüşüydü. Ekonomik modellemelerde dahi, tekel ve tam rekabet piyasası gibi açılımların marjinal noktalara temas eden teorik olmaktan öte geçemeyen modeller olduğunu söyleyebilirim. Teorinin, matematiğin faydası elbette yadsınamaz ama kesinliğini ve genel geçerliğini savunmak da yanlış olacaktır.

Dolayısıyla bilimin, Einstein fiziği ve Benoit Mandelbrot fraktal geometrisiyle yoğrulduğu, hazcı ve bilimselci dünya görüşlerinin harmanlandığı bir yüzyılın içindeyiz. Adam Smith'in bakış açısının tıkandığı noktada...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder