Pages

27 Mayıs 2012 Pazar

Özgürlüğe Dair 4 - Korkunun Krallığı

Max Ernst - Europe After the Rain II
"Hayat bizim kurduğumuz, tasarladığımız bir oyun değildir; orada sahne alan kim olursa olsun, ona ne kadar yakın olursak olalım her şey bizim istediğimiz gibi gelişmeyebilir. Hayata dair her kurgumuz, her gelecek planımız başka başka hayatların, başka ruhların, kişiliklerin beklentileri ve hayatlarıyla ölçülür, orada her beklenti hayal kırıklıklarına gebedir; beklentilerini birer inanca dönüştüren yürekler içinse hayattan derin bir çöküş beklemektedir. Bu inancın söndüğü yerde yeni bir hayata açılacak bir kapı yoktur".   Stefan Zweig
Özgürlüğün bir başka boyutu da insanın ne ise o olmasına neden olan düşüncelerini açığa vurabilme genişliğidir. İnsanın düşüncelerine yön veren tüm olasılıklar, bir şekilde düzenlenmiş dış dünya hükümlerine ve kısıtlarına karşı nasıl reaksiyon verebilir; ne kadar ileri gidebilir ve çizgiyi geçebilir mi diye düşünebilmeliyiz.

Elbette geldiğimiz nokta bizim için kaçınılmaz bir sondu. Davranışlarımız, sözlerimiz ve diğer tüm olasılıklar bizi buraya, bugün bulunduğumuz noktaya getirdi. Bu kaçınılmaz son görüşümü daha önce de açıklamıştım zaten. Bu noktanın iyi anlaşılmasını isterim. Fakat bu durum, yine de esiri olduğumuz "korkunun krallığı"ndan bahsetmemize engel teşkil etmiyor.

Stefan Zweig, İkinci Dünya Savaşı'nın Avrupa kültüründe yarattığı faşizan tahribatı görüp kaygı ve endişeleri neticesinde eşiyle beraber intihar eden önemli bir yazardı mesela. Kurulan korku imparatorluğu, 1940'larda en belirgin haliyle Avrupa halkına yansıtılıyordu. Silahlar çekilmişti ve sindirme politikası açıkça uygulanıyordu. Nitekim Zweig'in ölümünden kısa bir süre önce yayınlanan son kitabı "Satranç"ın kahramanı, faşizan bir baskının izole ettiği ve bu dışlanmanın ve zorunlu içe kapanıklığın neticesinde satranç dehası olup çıkan biridir.

Korkunun Krallığı bugün daha farklı bir yöntem izliyor ama kesinlikle daha güçlü. Çünkü silahlar yok; çünkü düşmanınızı göremiyorsunuz. Çünkü tahribatın derecesini ölçemezsiniz. Bir sürü terim, kavram ve ideoloji havada uçuşuyor. Gücü elinde bulunduran otorite bu kavramlara çok iyi yaslanıyor. Korkunun Krallığı'ndan kurtulabilmek için satranç dehası olup en iyi hamleleri görmek dahi yetmiyor.

Satranç oyunu ise doğa üstü bir şey değildir. İnsan ürünüdür. Satrançtaki taşların hamlelerine insan karar vermiştir. Başarı satrancın ruhuna nüfuz etmekle alakalıdır. Ama satranç bilmek gerçekçi değildir. Korkunun krallığıyla savaşmanın gerçek olmadığı gibi... 

Bir hiç uğruna yüzyıllardır otoritenin zulmüne uğradı insanlık... 

Attila İlhan'ın enfes bir şiirinden esinlediğim "Korkunun Krallığı";

geceleri bir ıslık
penceremin altında birileri
beni çağırıyorlar
(yoksa yanılıyor muyum)
koşup bakıyorum kimseler yok
sarayburnu'nda sis düdükleri
mektuplarım kayboluyor posta kutusundan
birileri çalıyor ama kim
geçen akşam yağmuru değiştirdiler
yumuşak başlamıştı tatlı ve ılık
nasıl olduysa kestiremedim
az sonra sülfirik asitti gökten yağan
(cam iplikleri halinde yağıyor
değdiği yeri eriterek
duman duman)

biryerlere gidecek oluyorum
ardımda birileri
hayal meyal varla yok arası
cigaralarını avuçlarında saklamış
gözlerinde aynalı güneş gözlükleri
(bilmem yanılıyor muyum)
daha dün geceyarısı
telefonda birileri
fakat konuşmuyorlar
bir bubi tuzağı sessizliği hüküm sürüyor
türlü olasılıklarla yüklü
olağanüstü iri
bir o kadar da tehditkar
(bilmem yanılıyor muyum)
beni dehşete düşürmek istiyorlar

nasıl oluyor anlamıyorum
gece yayın bitmiş televizyonu kapamışım
ekranda ansızın birileri
kapalı demir bir kapı gibi suratları
gözleri ateş saçıyorlar
gözlerinde tarifsiz bir hışım
bıyıkları zifiri karanlık
ele geçirebilirlerse beni öldürmek
besbelli maksatları
(yanılıyor muyum neyim)
yanlış bir mıknatıs fırtınası içindeyim
şişe yeşili şerare atlamaları
şurup kırmızısı çakıntılar
sağım solum her tarafım elektrik
korkuyorum
korktuğumun bilincindeyim
birileri
şalteri indirdi indirecek
işim bitik.

24 Mayıs 2012 Perşembe

Emeğin Erozyonu

Claude Monet - Nympheas
"Tüketim ideoloğunun dileği bütün dünyayı yutmak; tüketici biberon için çığlıklar atan ebedi süt çocuğu".   Erich Fromm
Emek; mal veya hizmet üretimi sırasında ortaya konan insan kaynağıdır. Üretimi gerçekleştirenlerin fiziksel ve düşünsel katkılarıdır. Emeğin erozyonu güç dengelerini değiştiren bir unsurdur. Bu noktada emeğin karşılığı olan değerin ne ölçüde elde edilebildiğini eleştirebiliriz.

21. yüzyılın milletleri şirketlerdir. Bağlı oldukları ulustan çok kapitalin sahibine hizmet ederler. Öyle ki silah ticaretiyle muazzam karlara ulaşmak için ideolojik, dini tartışmaların fitili ateşleniyor ve kutuplaşmalara destekler verilebiliyor. Bu çatışmalarınsa doğrudan bir devlete veya halkına bir yarar sağlayabileceğini düşünmek zor. Fakat bahsetmek istediğim bu değil. Kar odaklı çalışan firmaların aç gözlülüğü karşısında eriyen emek, iş gücü.

Artık ticareti yapılabilir hemen her şeyin bir fiyatı var. İnsanın üzerinde yaşayabileceği tüm toprak parçası parsellenmiş, pay edilmiş ve fiyatlandırılmış durumda. İktisatta serbest mal olarak nitelendirilen, yani herhangi bir fiyat biçilmemiş bir doğal kaynak vb. yok. Dünya üzerinde yalnızca bir iki küçük topluluk özerk ve devlete vergi vermeden yaşamını sürdürüyor ve böyle durumlar sadece istisnai.

Fiyatı olan bir şeyden faydalanmak istiyorsanız, elinizde sermayenizin olması gerekir. Sermayeyi bulmanın yegane yolu da sistemin içine dahil olmaktır. Öncelikle parayla dönen bu sistemin çarkları arasına girmek mecburiyetindedir her ergin (genel olarak yetişkin) birey. Daha sonra zihinsel veya bedensel bir emek vermek durumundadır kapitali elde etmek için. Peki gerçekte bu kapitalle elde edilen değer emeğin tam karşılığı mı? Bunu yaşam standartları veya en az geçim indirimi gibi standartlarla ölçmüyorum. Yalnızca emek, ederine eşit mi diye soruyorum.

Occupy Wall Street
Teorik olarak düşünürsek bu pek mümkün görünmüyor. Çünkü, şöyle bir gerçek var ki, dünyada sermaye gücünü elinde bulunduranların oranı, dünyanın geri kalanına göre kıyaslarsak %1 gibi komik bir rakamı gösteriyor. Böyle bir vahim istatistik, geçtiğimiz dönemde Amerika'da, kapitali elinde bulunduran bu %1'lik kesime karşı gerçekleştirilen "Occupy Wall Street" (Wall Street'i işgal et) protestolarıyla reaksiyon buldu.

Gerçekte emeğin ederinin ne olduğunu hesaplamak güç olsa da, böylesine önemli bir sermaye gücünü elinde bulunduran azınlığın, %99'luk kesimin emeğini hortumladığını açıkça söyleyebiliriz. Yani, dünya üzerindeki insanların neredeyse tamamı, emeğinin önemli bir kısmını küçük bir azınlığa hibe ediyor. Yani x kadar emeğin karşılığını çok komik ederlerle geri alıyor. Mesela; x/5, x/10 ve hatta x/100 gibi...

Peki bunun sonuçları nelerdir? Sermaye gücünün bir defa eline alan bu küçük azınlık, emeğinin karşılığını alamadığı görüşünü nerde savunacağını bilemeyen çoğunluğa hükmediyor. Çünkü, sistemde hak arayabilecek bir mekanizma yok. Liberal iktisatta her şey arz talep dengesine göre oluşuyor belki ama sermayenin akışı alt tabakalara doğru rijit yani katı. İnsanoğlunun sürekli yenilenmesi ve yeni iş gücünün her gün sisteme katılması müthiş bir emek sirkülasyonu sağlıyor ama aynı anda sermaye bu kadar sirküle olmuyor. Bunun nedenlerinden biri de mirasçılık. Miras olarak aktarılan sermayenin bölünmesi bile sermaye sahiplerinin gücünün azalmasına neden olmuyor. Bu söylediklerim sermaye sahiplerine karşı bir atak değil ama söz gelimi milyon veya milyar dolarla ölçülen bir servete sahip bir iş adamının sermayesi, ölümünden sonra 10'a bile bölünse bu bir güç kaybına neden olmuyor. Kaldı ki şirketlerin tüzel kişiliği sermayenin buhar olmasına engel oluyor. Hisseler kişiler arasında el değiştirse bile şirkete yapışık olduğu çok da bir şey fark etmiyor.

Şimdi bir malın ederini hesaplayan eksperler (uzmanlar) elbette var. Bunlar menkul veya gayrimenkulün fiyatını piyasa gidişatına göre çok iyi hesaplayabilirler ama gerçekten de bir mal veya hizmetin ederinin ne olabileceğini düşünebiliyor muyuz? Daha doğrusu emeğimizin değerinin gerçekte ne kadar sermayeye değer olabileceğini. Buradaki sorun, halk tabakasından insanların hayatlarını idame ettirebilmesi sorunu değil kesinlikle. Kaldı ki, şirketler modern kölelikle tutsak ettikleri hane halkını doyurmayı ve geçindirmeyi kendilerine bir görev edinmişler. Kesinlikle kölelerini aç ve açıkta bırakmazlar. Ama sessiz sedasız bir sermaye ve bu sermayeyle beraber kayan bir güç kayması yaşanıyor. Emeğin erozyonu diyorum ben buna.

Şimdi basit ve teorik bir durum ortaya koyarak devam edelim. Bir iş adamı ile bir işçi; ortak bir amaca hizmet için yürüttükleri iş için ne kadar emek harcarlar? Saat olarak baktığımızda arada hiçbir fark yoktur varsa bile bu işçi aleyhinedir. Kol gücü veya zihin gücü olarak değerlendirirsek, ya da fiziksel veya ruhsal yıpranma açısından bakarsak burada yine ve kesinlikle işçinin aleyhine bir durum olduğunu fark ederiz. Elde edilen edere baktığımızda ise, işçinin kazanacağı ücretin saat veya gün başına ürettiği birimle veya sabit bir ücretle kısıtlandığını görürüz. Halbuki iş sahibinin kazancı teorik olarak sonsuzdur. Bunu işi kurmak için ortaya koyduğu kapitalle ilişkilendirirler ve tabii iş sahibi olmanın verdiği riskle. Halbuki, iş adamının kar olasılığı sınırsız ve firma ömrü sonsuz iken, olası kaybı kesinlikle sınırlıdır. Firma çalışırken aldığı kredileri dahi katsak bile.

Şimdi geldiğimiz noktaya bir bakalım; sermaye sahiplerinin elinden neredeyse hiç çıkmayan bir güç ve hane halkının birkaç istisna dışında, emeğiyle kesinlikle ulaşamayacağı bir tepe noktası var... Dünyadaki toplam kapitalin %40'ının bu %1'lik kesimde olduğu söyleniyor. Bu gerçekten vahim bir durum ve şirketler artık ilk kuruldukları dönemden daha güçlüler. Bir defa artan sermayeleri onların söz sahibi olmasını sağladı. Hatta hiseleri zarar görmesin diye bugün, bazı önemli siyasi kararlar borsanın kapanış gününde açıklanıyor. Şirketler devlet kararlarına etki eden önemli bir güç oldu. 

Şöyle bir şey de duymuştum; bugün, 50 yıl önce var olan şirketlerin çok önemli bir kısmı artık yok. Buradaki oranı hatırlayamıyorum ama çok büyük bir rakamdı orası kesin en az %80 gibi. Bu şunu gösteriyor; birçok şirket zamana yenik düştü ve kaybolup gitti. Ama bugün artık eskisi kadar cılız değiller. Hem kanunlar, hem de insanlar karşısında daha güçlüler. Para piyasalarını derinleştirdiler. Banka kredileriyle hane halklarının evlerinin daha da içlerine girdiler. Sistemin dışında kalan ve kendilerine hizmet etmeyen bireyler bırakmadılar. Artık sallansalar da o kadar kolay yıkılmıyorlar. Ekonomik savaşlar veren devletler iflas edebilecek büyük şirketleri kanatlarının altına almaya başladı bile çoktan.

Bugün artık çok önemli bir sermaye sahibi olmadan şirket bile kuramazsınız. Hele bir banka kurmak normal bir vatandaşın hayali bile olamaz. Sermaye sahipleri koltuklarına iyice yerleşti. Girişim ve başarı hikayeleri daha az duyulmaya başlanacak. Şimdilik hane halkının KOBİ olabilmek gibi bir vizyonu var en fazla. Birkaç internet yıldızından başka parlayan bir ışık yok. Çünkü emeğin erozyonu var. Bireyin şirket sahibi olabilme düşleri kurmasına yarayabilecek o ciddi sermayeyi nereden bulabilir? Bunun için ne kadar zamana ve daha çok da şansa ihtiyacı var?..

İnsanlar, tek gerçeğin hayatı idame ettirme olduğunu düşünüyorlar. En ekstrem tatil düşlerine, mülk düşlerine ulaşsalar bile unuttukları bir şey var bana göre; "emeğimin karşılığını alabiliyor muyum?" Dolayısıyla güç dengeleri hızla değişiyor. Monty Python üyesi, ünlü yönetmen Terry Gilliam'ın "şirket savaşları"nı konu eden harika kısa filmini izlemenizi de tavsiye edebilirim; "The Crimson Permanent Assurance".

Monty Python's The Crimson Permanent Assurance - Şirket Savaşları

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Yakın Çağ Düşünce Tarihi

Antonio Ciseri - Ecce Homo
"Doğa kanunları Tanrı'nın emirleridir. Onlar olmasa, biz âhlakı dayandıracak bir temel bulamayız".                                       John Locke
"Her bireyin kendi koşullarını iyileştirmeye yönelik doğal çabaları, dışarıdan yapılacak herhangi bir yardımdan çok daha yararlıdır ve toplumda servet ve refahın artması için yeterlidir".                                                                                                                                        Adam Smith
"Yoksulluğu azaltmadan zenginliği arttıran ve suç işleme bakımından,sayılardan daha hızlı artış gösteren bir toplumsal sistemin özünde çürümüş birşeylerin olması gerekir".                         Karl Marx
“Sen kaçıksın be insan! Kafasında büyük şeyler ve tanrılar dünyası kuran ve kurduklarına da inanan sen, hayaletler ülkesi kurup kendini onlara karşı vazifelendiriyorsun, oysa o, sana el sallayan bir idealdir. Senin saplantın var! Şaka yaptığımı ya da mecazlı konuştuğumu sanma, yüksekliklere tutunanları, insanların büyük çoğunluğunu, neredeyse dünyadaki tüm insanları gerçek deliler olarak görüyorum, tımarhanelik deliler. ‘Saplantı’ diye neye derler? İnsanları egemenliğine almış bir düşünceye. (…) Örneğin, pek çok gazetemizde işlenen töre, yasa, Hıristiyanlık ve benzeri aptal ve boş laflar, saplantı ve kaçıkların zevzekliği değil mi? Ve içinde gezindikleri tımarhanenin çok büyük olmasındandır ki, özgürce dolaştıkları sanılmaktadır. Böyle bir kaçığın saplantısına dokunun da görün. Sizi arkadan vuracak kadar sinsi ve haindir.”                                                                                   Max Stirner

Felsefe genelde sıkıcı bir konu olarak görülür. Aslında hiç öyle değildir. Felsefe hem varoluşla ilgilenmesi açısından; hem de bilimsel disiplinler arası bağlantı kurması açısından çok önemlidir. Hatta felsefesi olmayan bilim / bilim insanı düşünülemez denilebilir. Felsefi yönü, yorum yönü gelişmemiş bir bilim insanı adayı asla gerçekten kayda değer bir bilim insanı olamaz görüşüne sahibim. Örneğin Albert Einstein'ın; arkadaşlarıyla kurduğu "the olympia academy" adını  verdikleri ve bilim ve felsefe alanında tartışmalar yaparak kendilerini geliştirdikleri grup, felsefenin bilimle birlikte anılmasının önemini gösteren işaretlerden biri olarak görülebilir. Benzer şekilde felsefeyi sevmeyen insan, bu dünyayı anlamaya gayret göstermeyen, sıradan biri olarak nitelendirilebilir kesinlikle. 

Bu yüzden yakın tarihimize, kendi açılarından damga vurmuş, günümüz paradigmasının esin kaynağı olan 4 büyük filozof ve iktisatçı hakkında anlatmak istediklerim var. Aslında bir çok büyük filozof sayılabilir ama bu büyük filozofların değeri, belirli bir eğilimi en iyi ifade etmelerinden ve de yakın tarihimizin düşünce ve yaşama biçimine doğrudan yön vermeleri açısından büyük önem taşıdıklarını düşünüyorum.

i.) John Locke
John Locke
İnsan zekasını "tabula rasa", yani boş bir levha olarak tanımlamıştır, John Locke. İnsan yaşadıkça gözlemlerinden ve deneyimlerinden öğrendikleriyle bu boş levhayı doldurur.

18. yy.'da aydınlanma çağının en önemli fikir adamlarının başında gelir. İnsan aklına olan güveni artırmış ve insanın aklıyla doğayı ve sosyal hayatı kavrayabileceğini  iddia etmiştir, ki bu günümüzde hala geçerli olan bir düşünce biçimidir.

Liberalizmin de temellerini atan John Locke, insanın aklıyla çıkarlarını maksimize edeceğini düşündüğü seçeneği, rasyonel olarak seçeceğini iddia eder. İnsan davranışlarında tercih mantığı önemlidir ama bunu sadece bu açıdan değerlendirmek anlamlı olmamıştır.

Rekabeti evrenselleştirip, gücün geri dönülemez biçimde girişimcilere kaymasına neden olan Locke; sosyal bilimlerde "Bourns Humain Del Spirit" yani "İnsan Zekasının Sınırları" olduğunu ifade eden Voltaire'e karşı kaybetmiştir, diyebiliriz.

http://www.postmodernizm.blogspot.com/2011/06/insan-zekasnn-snrlar-bornes-de-lesprit.html
ii.) Adam Smith
Adam Smith
"Ulusların Zenginliği" kitabının yazarı bir başka önemli liberal de Adam Smith'dir. Bugün bir çokları tarafından, liberal düşünceleri yüzünden kıyasıya eleştirilse de, aslında John Locke'dan daha manevidir diyebiliriz. 

Özellikle değer kavramı üzerinden getirdiği eleştirilerle, liberal düşüncenin içinden çıkamayacağı durumları henüz o çağda göstermiştir. 

"Güneşin altında tenini ısıtan bir dilenci ile, daha çok tüketmek, daha pahalı ürünler kullanabilmek için zamanını harcayan, emeğini tüketen bir çalışan arasında değer bakımından ilişki kuramıyorum" diyerek bunu açıkça göstermiştir aslında.

Smith; aklın bilimsel analizlerdeki rolünü kabul etmekle beraber, gözlemlere de gereken değerin verilmesi gerektiğine inanmaktadır. Bu yaklaşımın (tercih mantığı) insanın belirli bir andaki arzu ve ihtiyaçlarına en uygun ve en pratik şekilde cevap verebilecek alanları ortaya koyabileceği düşünülmektedir. Aynı zamanda bireylerin, kendi arzu ve ihtiyaçlarını etkileyip gerektiğinde değişmesine de olanak tanımaktadır. Dolayısıyla, kendi bireysel fayda maksimizasyonunu düşünen akılcı bireylerin; kendi arzu ve isteklerini tatmin edip birbirleriyle tutarlı hale getirebilecekleri de düşünülmektedir. Böylece toplumsal çıkarların maksimumlaşacağı ifade edilmektedir.

Bu açıdan bakıldığında Smith'in, John Locke'dan farklı bir eğilim gösterdiğini söyleyebiliriz. Bu biraz daha insani bir eğilimdir ama yine de işin içinden çıkamadığı gözlemlenmektedir.

iii.) Karl Marx
Karl Marx
Karl Marx, liberalizmin getirdiği acımasız kapitalciliğin tam karşısında durmuş önemli bir iktisatçı ve düşünürdür. İlk defa proleter tabakayı ekonominin bir unsuru olarak görmüştür. Ekonomik modelleri çokça tartışılabilir, hatta önerdiği ekonomik modellerin başarısız olmuştur.

Elbette düşünce biçimi gökten zembille inmemiştir. Çağın acımasız rekabetine ve sömürüsüne bir başkaldırı niteliğindedir düşünceleri ve söylemleri. Bu açıdan daha insanidir liberallerden. 

Fakat Karl Marx'ın iktisadi düşünce tarihindeki rolü de tartışılmalıdır. Bir defa, Engels'le beraber yaptıkları çalışmalar, bir tepki unsurudur. Ayrıca, söyledikleri sistemi optimize etmek amaçlıdır. Yani, her ne kadar bir başkaldırı ve reaksiyon içerse de, yeniden bir ekonomik sistem önermekte ve bunu "insanın etkin unsur" olduğunu düşünerek optimize etmeye çalışmaktadır. 

Elbette çok önemli çzöümlemeleri vardır ve bunlar iki satırda eleştirilecek basitlikte değildir. Burada vurgulamak istediğim, Karl Marx'ın da, en nihayetinde bir atılım gerçekleştirme amacında olduğudur. Kurduğu diyalektikle o da en niihayetinde sistematik çalışmıştır. Ama yine de liberalizmin, "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" serbestisinin getirdiği mekanik dünyanın içinde daha insanidir ve bu açıdan çok önemlidir.

iv.) Max Stirner
Max Stirner
Max Stirner ise yakın çağ düşünce tarihinin en önemli filozoflarından biri olmuştur. Çoğu düşünür tarafından, günah keçisi ilan edilse de, aslında tam tersi mütevaziliği ve sağlam iradesiyle, olayları yorumlayış ve kavrayış biçimiyle hepsinden bir adım öndedir.

Şükrü Günbulut hakkında şöyle demiştir; "Hristiyanlıktan önce insan, dinin ve toplumun kölesi değildir. İnsanın özel yaşamı değerlidir. Ama bu dönemde insan, doğanın sultası altındadır. Hıristiyanlıktan sonra ise, doğa kaşısındaki kölelik, bu kez Allah karşısındaki köleliğe dönüşür. Stirner, çağdaşlarının belki, Allah’ın egemenliğini yıktıklarını, ama onu yeni bir kölelikle değiştirdiklerini söyler. Bu yeni kölelik Stirner’e göre devlete, yasaya ve insanliğa boyun eğme biçiminde görülür. Kısaca insan, ardarda, bir kez evrene, bir kez dine, bir kez insana köle olur".

Bireysel anarşizmi doruklarında yaşayan Max Stirner, Nietzsche'den önce hiççiliği ortaya daha sakin bir biçimde ortaya koymuş bir filozoftur. Düşünceleri post yapısalcılığın ve postmodernizmin de en önemli kaynaklarındandır ve nedense değeri günümüzde bile çok iyi anlaşılamamıştır.

Fritz Mauthner, "Stirner, ne bir şeytan ne de bir çılgındı, o, daha çok sakin ve nezihti;  gücü ve sözü büyüleyici bir insandı; dünyaya sığmayacak ve dolayısıyla açlıktan ölecek kadar biricikti; o, politik bir önder değildi, sadece iç dünyasında bir asiydi, çünkü onu insanlarla birleştirecek ortak bir dil bile yoktu", demiştir.

Stirner'i diğerlerinden ayıran en önemli noktalardan biri insan düşüncesinin kurduğu sistematiğe tamamen aykırı gelen düşünceleri ve sivri dilidir. Stirner felsefesi, biricik felsefesidir. Tek'e, yani insanın dünyaya ilk düştüğünde/geldiğinde karşılaştığı hiç'e karşı başkaldırısını ifade eder. Dolayısıyla bir geri dönüş / başlangıca dönüş gibidir bu düşünceler. Marx'ın yaptığı gibi sistemi optimize etmeye çalışmaz; sosyal hayatı geliştireceği düşünülen cümleler kurmaz o.

Stirner, Marx’ın çıkardığı Rheinische Zeitung’da Das unwahre Prinzip unserer Erziehung oder Humanismus und Realismus adlı eğitim ve hümanizm eleştirisini yayımlar ve daha sonra "Biricik ve Kendiliği" eserini yayımlar. Karl Marx, Stirner’in eserinden etkilenmesi sonucu garip bir duruma düşer. Feuerbach’tan ayrılır ve Stirner’e yanaşmaz ama alelacele intikam hırsıyla sözcüğü sözcüğüne yanıtladığı BvM’ne bir Anti-Stirner’lekarşılık verir. Baştan sona kadar polemik içerikli ve bir cambazın sahip olduğu yeteneklerle kaleme alınan bu eser, Marx’ın felsefi bir kriz yaşadığını ve bunun neticesi olarak da Stirner’e olan nefretini sergiler. Neticede Marx, Stirner eleştirisinde, Stirner’i yok etmek için, Sloterdijk’ın deyimiyle, kendi “ölümünü göze almaktadır”. Hatta Engels'in Marx'a yolladığı bir mektupta "inşa ettiklerinin yıkılmasını istemiyorsan uyuyan devi uyandırma" dediği söylenir. Marx’ın Anti-Stirner’i, Stirner’in etkisinde bocalayan Marx’ın felsefi krizinin en berrak kanıtıdır. Benzeri bir krizi daha sonra Nietzsche yaşayacaktır ve hiççilik felsefesinin isim babası olacaktır.

Liberalizmin isim babası olan ve bugün en güçlü rezerv para birimlerinden birinin üstünde "In God We Trust" yani, "Tanrı'ya İnanırız" yazıyorsa bu John Locke'un düşüncelerinden kaynaklanmaktadır. Max Stirner ise, terazinin diğer tarafında mütevazı duruşu ve ağırlığıyla belirmektedir.

Daha fazla bilgi için; http://www.projektmaxstirner.de/proje.htm

4 Mayıs 2012 Cuma

Yaşamak

Skrik - Edvard Munch
"İnsanın varlığı sırla kuşatılmıştır. Bizim dar bilgimiz ve tecrübemiz sınırsız denizlerde bir küçük adadır sadece."               John Stuart Mill
"Mobilya satın alırsınız. Kendinize dersiniz ki, bu hayatım boyunca ihtiyaç duyacağım son kanepe. Kanepeyi alırsınız ve sonraki birkaç yıl boyunca, hangi işiniz ters giderse gitsin, en azından kanepe sorununuzu çözmüş olduğunuzu bilirsiniz. Sonra o güzel yuvanızda kısılıp kalırsınız. Bir zamanlar sahip olduğunuz şeyler artık sizin sahibiniz olur."
                                                                                      Chuck Palahniuk 
Hayatın bekleyene, geride kalana tahammülü yok. Daima adımlar atmalısınız. Attığınız adımlar kalabalığın adımlarına uyum gösteriyorsa ne ala. Uyum göstermiyorsa dahi yürümeye devam etmeli. Yolculuğun nereye varacağının hiç önemi yok. Tek yapılması gereken beklememek. Çünkü bekleyen insan, kalabalığın ayakları altında ezilir. Yanlış bile olsa, bize çaresizliğimizi unutturacak yolumuzda ilerlemeliyiz.

Dünyada değişim rüzgarlarının bu denli şiddetli estiği bir dönem yaşanmamıştır. 7'den 70'e herkes koşturuyor. Öyle bir çark kurulmuş ki ve o kadar hızlı dönüyor ki bu çark, başımızın dönmemesi imkansız. Durup soluk almak isteyen insanınsa o çarklar arasında ezilmesi, parçalanması kaçınılmaz.

Peki sistemle neden bu kadar entegreyiz ve neden hepimizin bir parçası olan doğa ile daha fazla bütünleşik olamıyoruz? Neden kendimizi çok hızlı dönen bir çarkın esiri yaptık? Neden tüm yaşamımızı para kazanmak için rekabet etmeye endeksledik? Ve en önemlisi neden varoluşumuzla bu kadar az ilgileniyoruz?

Nazım Hikmet, "...yani, nasıl ve nerde olursak olalım hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak" derken, insanoğlunun varoluşuna karşı bu vurdumduymazlığını vurguluyordu belki de.

Yakın zamanda tv'den duyduğum bir fıkra şöyleydi; "Günde 5 balık tutan bir Meksika'lı balıkçı vardır. Küçük teknesiyle denize açılır her gün; denizden nafakasını aldıktan sonra eve döner. Bu balıklarla ve daha önceden hazırladığı bir şarapla beraber, eşiyle karnını doyuru; sonrasında fiesta yapar; siesta yapar; doğayla iç içedir ve hayatını böyle sürdürüp gider. Fakat daha sonra bir Amerika'lı iş adamı gelir ve Meksika'lıya borç para teklif eder. Böylece daha çok balık tutup, daha çok para kazanacağından ve lükse kavuşacağından bahseder. Halbuki bu bir ilüzyondur. İnsanlar kendilerine "ihtiyaçmış gibi gösterilen sayısız ürün" arasında yaşama mücadelesi veriyor. Bunu fark eden, Meksikalı balıkçı, bu zenginlik arayışının bir sonu olmadığını ve zaten keyifli bir hayat sürdüğünü söyleyerek Amerika'lı iş adamından kurtuluyor".

İktisatçı David Ricardo şöyle demiştir; "Dünya üzerindeki en değersiz şey, paradır". Yaklaşımı da şudur; para hiçbir işe yaramaz. Hiçbir ihtiyacı doğrudan gidermez. Yalnızca devletin verdiği değer açısından bir mübadele ve işlem aracı olmuştur. Söz gelimi, ıssız bir adaya düşse bir adam, banknotları hiçbir işe yaramaz. Karnını doyurmaz; üstünü örtmez; işini görmez vs.

Ama para bugün hayatın odak noktasındadır. Her yere girmiştir; bütün elleri dolaşmaktadır. Fark etsek de etmesek de sistemi devam ettirebilmek açısından en güçlü silah olmuştur. Para kazanmak ve sözde ihtiyaçlarını karşılamak için insanlar sisteme bağlanmıştır; tıpkı köle gibi. Yeryüzünde bayrakları olan kocaman çiftlikler vardır; bir "Hayvan Çiftliği"ne dönmüştür dünyamız.

Bir gün Dalai Lama'ya insan hakkında en çok neyin onu şaşırttığını sormuşlar. Cevaben şöyle demiş; "İnsanlar, para kazanmak adına sağlığını yitiriyor. Daha sonra sağlığını düzeltmek için de paralarını harcıyorlar. Gelecek hakkında daima çok endişeliler ve bu yüzden anın tadını çıkaramıyorlar. Bu sebeple ne "şimdi"de ne de gelecekte yaşayabiliyorlar; hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayıp; aslında hiç yaşamadan ölüyorlar".

Medeniyetimizin bu kadar hızlı dönüşmesine gerek yok. Bizler, bizi tanımlamayan işlerde gönüllü köleler olduk. Gücü elinde bulundurmak isteyen yöneticilere hizmet eden, dogmatik, sınırlı, yüzeysel insan toplulukları. Ne kadar yönlendirildiğimizin farkında bile değiliz.

Dünyada sisteme hizmet etmeyen çok az topluluk kalmıştır. J.M. Gustave Le Clezio'nun, Ourania'sında bahsettiği, Meksika'da bir tepede bulunan Campos gibi paranın kurduğu sistemden uzak topluluklar yalnızca ütopyadır artık. Çünkü her yer parsellendi; hemen her şeye fiyat biçildi ve sonra insanlar bununla birbirlerine bağlandı. Daha iyisine sahip olmak düşüncesi insanlara empoze edildi. Bundan kurtulamayız artık; bundan kolayca kurtulamayız. Başımızın üstünde devasa yıldızlar yüzerken; biz ilüzyonlarla uyutulduk.

1 Mayıs 2012 Salı

Hassasiyet mi, Bağımlılık mı?

"Haklı ya da haksız olduğumu yargılayan benim, benden başka bir yargıç yoktur. Başkaları sadece benim hakkımı onaylayıp onaylamadıklarını ve bunun onlarca da haklı olup olmadığını yargılayabilirler".
"Devlet, kendi şiddetine hukuk; bireyinkine ise suç adını verir".
                                                                                              Max Stirner 
İnsanda bağımlılık nedeni olan uyuşturucu maddeleri bilmeyenimiz yoktur. Bunların isimlerini ayrı ayrı saymaya lüzum görmüyorum. Bunun en önemli nedenlerinden biri de, bir şeyin zararlı olduğunu biliyorsanız; onu vurgulayıp sakıncalı olduğunu belirtmekten daha doğru bir seçenek varsa o da, bu zararlı şeyleri detaylandırıp, istemeden de olsa merak uyandırmaya sebep olmamaktır. Bu yüzden uyuşturuculardan ilerlemek istemiyorum.

Fakat günümüzde, insanları uyuşturduğu veya insanlarda bağımlılık yarattığı söylenen başka alışkanlıklar da var. Mesela bilgisayarda vakit geçirmek, alkol almak, kumar oynamak, bunların doğurdu asosyallik ve içe kapanma. Peşi sıra gelen suça meyletme, şiddet merakı ve toplumdan tümüyle izole olma durumları... İşte değinmek istediğim nokta, alışkanlıklarımızın, bağımlılıklarımızın altında yatan nedenler.

Bize söylenen, bağımlılık yaratan her şeyin, seçimlerimizin sonucu olduğudur. Çevre faktörlerine dikkat çekilse dahi, bir insanda bağımlılık yaratan şeyin; vücutta, zihinde bıraktığı kalıcı hasarlardan bahsedilir. Yani, zararlı bir alışkanlığa tutulmuşsanız, bundan kurtulmanız için tedavi olmanız gerekir. Nasıl ve ne şekilde başladığınız önemli değildir. Bir defa bedeninize nüfuz ettiyse bu şey, sizin bu şeyi alışkanlık haline getirmenize neden olacak uyarılmalar olacaktır zihninizde. Hücrelerinizle, düşüncelerinizle buluşmaya devam etmek için sürekli sinir sisteminizin baskısına uğrayacaksınızdır. En azından iddialar bu yönde.

Ama son zamanlarda yapılan araştırmalar bunun tersini gösteriyor. Buna göre insanda bir şeyin alışkanlık halini almasının başlıca faktörü, vücut reseptörleri tarafından algılanmış olması değildir sadece. Birçok başka faktörlerden de bahsedilmekte. Hatta, hiçbir maddenin insanda bağımlılık yaratmayacağı bile söyleniyor.

Peki bağımlılıklar neden oluşuyor? İlk neden, hassasiyetlerimizdir. Toplumsal sınıfların bu derece arttığı başka bir çağ görmemiştir insanlık. Duygu ve düşüncelerinizi özgürce paylaşabileceği bir segment, bir yakın insan grubu kurmak, artık çok daha zor. Çünkü, rekabetin getirdiği çok büyük bir baskı var insanın üstünde. Bu da hassasiyetleri artırıyor. 

Bir maddeye bağımlı olmakla, internete veya daha eskilerde olduğu gibi televizyona bağımlı olmak arasında pek fark yoktur. İzole olmaya neden olan baskılar var. İnsanı doğadan ve diğer insanlarla iletişimden koparan her şey, tuhaf alışkanlıklara, vazgeçilmesi güç saplantılara sürüklüyor aslında. O yüzden zararlı bir alışkanlığa tutulduğu söylenen kişiyi tedavi etmenin en iyi yöntemi, onu bir hücreye kapatıp, tamamen izole etmek değil; toplumla, yakın çevresiyle ve süregiden hayat mücadelesiyle zihnen ve bedenen uyuşmasını sağlayabilmektir diyebiriz. 

Mutlu ve refah bir topluma giden yol, zarar verdiği söylenen şeylerle mücadeleden değil, insanın fikren daha özgür hissedebileceği, doğayla ve çevresiyle daha bütünleşik yaşayabileceği bir sistemden geçiyor. Bu biraz şuna da benziyor aslında. Devletler, kaynaklarını suçun işlenmesini - suç planı oluştuktan sonra- önlemek amacıyla harcıyor. Hatta suçlularla dolup taşan hapishaneler kurmaktan vazgeçmiyorlar. Suçun ve hatta diğer bütün kötü alışkanlıkların insanın yaradılışından kaynaklandığını düşünüyorlar; genetiği bile katıyorlar bu işe. Ama gerçekte suç, sistemin kendi kendine attığı bir çelmedir; tökezlemesinin ve eksik yanlarının bir yerde patlak vermesidir işlenen fiiller.

O yüzden zararlı alışkanlıkların engellenmesine uygulanacak yöntem de, tıpkı suça karşı alınması gereken erken önlemler gibidir. Hassasiyetlerimizi aktive edecek, sistem normları ve yaşam düzeni tekrar gözden geçirilmelidir...