Pages

5 Eylül 2013 Perşembe

Kesinlik Üzerine

Johannes Vermeer - The Astronomer
"Kabul etmediğim şeylerin tümünü reddettiğimi düşünmemeniz gerektiğini çok iyi anlamanızı istiyorum. Aksine, doğru olabilecek ve ileride doğru olduğunu kabul edebileceğim, ancak şu an doğru olduğunu düşünmediğim birçok şey var. Ancak bunların doğruluğunu kabul etmememin sebebi, yanlış olduklarını gösteren kanıtların varlığı değil; doğru olduklarını gösteren kanıtların benim için yetersiz olması."
                                                                                                 Michael Faraday
Copernic'ten önce bütün dünyaya; "Güneş doğdu mu; battı mı" diye sorsaydınız herkes size şu yanıtı verirdi: "Evet, bundan kesin olarak eminiz". Kesin olarak eminlerdi, ama yanılıyorlardı. Bilim adamlarının ve önemli düşünürlerin üzerinde hemfikir oldukları yegane konulardan biri de katiyyetin hiçbir zaman bilimle ve düşünceyle bağdaşmayacağı fikridir. Bütün büyük fikir adamları, bunun ayırdına varmışlardır. Oysa inanışların ve kabullenişlerin hüküm sürdüğü, genel toplum yapısı, avam halk tabakası bunun farkında değil gibi gözüküyor. Bir halk tabakasının, bir bütün olarak yönlendirilmesi hususu da bu eksiklikten kaynaklanıyor. Hatta daha ileri giderek gerçeği apaçık belirtmek istiyorum; halklar koyun gibi güdülüyor. Onlara neye inanması gerektiği, nasıl düşünmesi gerektiği aşılanıyor. Tüm bir çocukluk ve ilk gençlik bu bilgi bombardımanıyla geçiyor. Avam tabakanın tanımı Martin Heidegger tarafından şu şekilde yapılmıştır: "Avam kendini yaratamayan, ancak içine doğduğu toplumun gelenekleriyle yetinen basit, sıradan insandır." Daha sonra yeterli entelektüel birikimini kazanamayan birey, yalnızca kendisine dayatılan hayat görüşlerini kabul edip, hatta bunları yayma girişimine kalkışıyor. Şunu unutmayalım; bir ülkede öğretmenden çok vaiz(vaaz eden, hatta empoze eden manasında) varsa, o ülkede bir dönüşümden, ilerlemeden bahsedemeyiz.

Şimdi bununla ilgili birkaç önemli düşünürden örnek vermek istiyorum: örneğin Voltaire, Felsefe Sözlüğü'nin  "Kesinlik" maddesinde şunları söylüyor:
"Büyüler, bilicilikler, saplanılan fikirler, uzun zaman bütün ulusların gözünde dünyanın en kesin şeylerindendi. Ne sayısız insan kalabalıkları bu güzel şeyleri görmüşler, onlardan kesin olarak emin olmuşlardı! Bu kesinlik bugün biraz azalmıştır. Geometriye başlayan bir delikanlı geldi beni buldu; daha üçgenin tanımlanmasında ona soruyorum: "Bir üçgenin üç açısının iki dik açıya eşit olduğundan emin değil misiniz?" Yanıt olarak bana yalnız emin olmadığını söylemekle kalmıyor, bu önermenin ne olduğunu ne olduğunu bile iyice anlayamadığını söylüyor: önermeyi ona tanıtlıyorum; o zaman kesinliğinden emin oluyor, hayatının sonuna kadar da emin olacaktır.
İşte ötekilerden bambaşka bir kesinlik; öbürleri birer olasılıktan başka bir şey değildi, incelenince de yanlış oldukları ortaya çıktı; ama matematik kesinlik hem değişmez, hem de ilksizdir. 
...Görünüşler, yahut insanların hep bir ağızdan bize anlattıkları şeyler üzerine kurulmuş kesinliğe gelince iş değişir."
Aydınlanmış ve din dogmalarına karşı gelen monarşinin en önemli savunucularından ve Fransız Aydınlanması'nın öncülerinden olan Voltaire'in bu sözleri bir açıdan postmodernizm akımının başlangıç noktasına temel oluşturan en önemli kritiklerden biri gibidir. Postmodernizm genel geçer bilginin, daha doğrusu kalıcı, kesin hakikat anlayışını kökten bir eleştirisidir aslında. Voltaire'in ateist olmak yerine agnostik olmayı tercih etmesi, çünkü ateizmin kesin bir yoksunluk belirtmesi ve bunun da bilinemeyeceğine dair düşüncesi, aslında bu fikri altyapısını göstermektedir ama bu konuda yaptığı açıklamalara başka bir zaman göz atarız. Ama yine de bilimde söz konusu olan kesinliğin düşünceye neden böyle yansıdığını anlamak istiyorum derseniz; militan ateizmi savunan ama 7'da 6(hatta 6.9) derece ile ateist olduğunu ifade eden Richard Dawkins'in konu hakkındaki açıklayıcı videosunu seyredebilirsiniz

Bu noktada şunu belirtmek isterim. Bu bir tanrı var mıdır yok mudur tartışması değil. Bu katiyyet'in bilim ve felsefe alanıdaki eleştirisi çalışmasıdır. Konunun daha iyi ortaya konması için Aydın Topaloğlu'nun, "Teizm ya da Ateizm- Tanrıtanımazlığın Felsefi Boyutları" kitabından alıntı yapmak istiyorum:
"Fransız düşünür Voltaire ateizmi din adamlarının taasubuna ve Tanrı'yı kötü göstermelerine bağlamış buna karşın insan zihninde yaratıcı bir üstün varlık fikrinin yer aldığını belirtmiştir. Yazmış olduğu felsefe sözlüğünün ateizm maddesinde de mutlak ateizmin olabilirliğine imkan tanımamış tanrıtanımazlık suçlamasıyla Sokrat ve Vanini'nin (1583-1629) haksızlığa uğramalarını ve asılsız ithamlarla öldürülmelerini kınamıştır. Hume da mutlak ateistlerin varlığına kanaat getirmemiş, Diyaloglar'm onikinci bölümünde şu ifadelere yer vermiştir: "Evrendeki gaye, niyet ve düzen en dikkatsiz ve en geri zekâlı bir insanın dahi her yerde dikkatini çekecek açıklıktadır... Bütün ilimler bizi farkına varmadan ilk yaratıcının varlığını kabule götürmektedir. Hume, bir gün onsekiz kişinin bir araya geldiği yemekli toplantıda, ev sahibi Baron D'Holbach'a ateistlerin varlığına inanmadığını ve onlarla da hiç karşılaşmadığını söyler. Baron, Hume'dan, masada kaç kişinin bulunduğunu saymasını ister. On sekiz cevabını alınca Hume'a dönerek "ilk bakışta en azından on beş kişinin ateist olduğunun görülebileceğini diğer üç kişinin ise henüz karar vermediklerini" ifade eder. Ancak o yemekte yanında oturan Baron'a takılmakla kalmamış büyük olasılıkla dünyaya ateistler gibi dogmatik bir biçimde ve aşırı güvenle bakmadığını göstermeye çalışmıştır".
Kesinlik düşüncesinin düşün boyutundan bilimsel boyutuna kaymak istiyorum. Bu noktada belki de en güncel ve en yalın izahat 1988'de hayatını kaybeden ünlü fizikçi Richard Feynman'dan gelmiş. 1968'de verdiği üç oturumluk John Danz kenferansları, "The Meaning of It All"; yani "Her Şeyin Anlamı" olarak kitaplaştırılmış. Kitap üç bölümden oluşuyor ve sıralaması şu şekilde; "Bilimin Kesinsizliği", "Değerlerin Kesinsizliği" ve "Şu Gayri Bilimsel Çağ". Şimdi ise bu kitapta önemli bulduğum bazı noktaları, kesinliğin çerçevesini anlayabilmek açısından paylaşmak istiyorum.

Feynman'ın koferanslarında bahsettiği dikkate değer noktalardan biri ekstrapolasyon kavramıdır. Ekstrapolasyon; bir fonksiyon üzerinde bilinen bir noktadan hareketle diğer noktaları bulma işlemidir. Bunu da yapılan bir keşif üzerinden açıklamıştır Feynman;
"Örneğin bir şeyin hareketinin onun ağırlığını etkilemeyeceğine inanılıyordu - bu keşfedilmişti -. Eğer bir topacı döndürür ve tartarsanız ve sonra onu durdurduğunuzda tartarsanız, aynı ağırlıkta olduğunu görürsünüz. Bu bir gözlemin sonucudur. Fakat bir şeyi, ondalık basamakların çok küçük bölümlerinde, milyarda bir bölümlerinde tartamazsınız. Biz şimdi biliyoruz ki, dönmekte olan bir topaç, durmakta olan bir topaçtan milyarlardan küçük birkaç bölüm kadar daha ağır gelmektedir. Eğer topaç, saniyede 186.000 mile yakın bir hızda döndürülebilirse, ancak o zaman topacın ağırlığındaki artış farkedilebilir duruma gelebilecektir. İlk deneylerde topaç saniyede 186.000 milden aşağıdaki hızlarda çevrilmişti. O durumda dönen topacın kütlesiyle dönmeyen topacınki tam olarak aynı görünüyordu. Ve birisi, kütlenin asla değişmeyeceği tahmininde bulunmuştu.
Ne kadar aptalca! Oysa o sadece tahmini olarak ileri sürülmüş bir yasaydı, bir ekstrapolasyondu. O kimse niçin böyle bilimsel olmayan bir şey yapmıştı? Gerçekte burada bilimsel olmayan bir şey yoktu. Sadece olgu kesin değildi. Tersine, tahminde bulunmamakbilimsel olmayan bir tutum sayılacaktı. Tahminde bulunmak zorunluydu. Çünkü ekstrapolasyon gerçekten bir değere sahip olan tek şeydir. Daha önce denemediğiniz ve hakkında bilgi sahibi olmaya değer bir durumda neler olacağına ilişkin düşüncelerinizin tek ilkesi ekstrapolasyondur. Dün neler olduğuna dair bana söyleyeceğiniz şeylerin bilgi olarak gerçek bir değeri yoktur. Bilgi, eğer bir şey yapacaksanız, yarın neler olacağını söylemek için gereklidir. - Gerekli de değil fakat eğlenceli -. Bunun için sadece boynunuzu dışarıya uzatmaya istekli olmanız gerekecektir.
...Bu nedenle bilimciler, şüphe ve kesinsizlikle iş görmeye alışıktırlar. Tüm bilimsel bilgi kesinsizdir. Şüphe ve kesinsizlikle ilgili bu deneyim önemlidir. Ben bu deneyimin çok büyük bir değer taşıdığına ve bilimin ötesinde de genişletilmesi gerektiğine inanıyorum. İnanıyorum ki, daha önce çözülmemiş herhangi bir problemi çözmek için, kapıyı bilinmeyene aralık bırakmak zorundasınız. Tam olarak doğru biçimde kestiremediğiniz olasılığa fırsat vermek zorundasınız. Aksi takdirde, eğer zihninizi önceden hazırlarsanız, problemi çözemeyebilirsiniz.
İşte bilimin ve insanlığın ilerleme yolu budur. Günümüzde toplumu dikkate değer düşünce biçiminden ayıran ve hala büyük kitlelerin -bana kalırsa- Orta Çağ karanlığında yaşamasına sebebiyet veren anlayışın altında yatan temel neden de bu kesinsizlik anlayışının yoksunluğudur. Ayrıca, bu konuyu daha da detaylandırmak istiyorum. Özellikle Ludwig Wittgenstein'ın "kesinlik üstüne + kültür ve değer" kitabını da okuyarak. Ama yazının fazla uzun tutulmaması adına burada bir es vermiş olayım.

Richard Feynman'ın "Her Şeyin Anlamı" kitabını ingilizce okumak için:

14 Ağustos 2013 Çarşamba

İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı

Pieter Bruegel - Dutch Proverbs
"İnsan hür doğar, ama her yerde zincire vurulmuştur". Jean-Jacques Rousseau
"İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı" J.J. Rousseau eserinin adı aslında. Öncelikle belirtmek gerekir ki, eşitlik ve adalet kavramları gündelik dilde çokça birbirine karıştırılmaktadır. Adalet, hakkın gözetilmesi ve yerine getirilmesi anlamına gelir. Eşitlik ise, sosyal ve politik alanda, insanlar arasında fark gözetilmemesini vurgular. Bu açıdan bakarsak, adalet kavramı tamamen insanlar arasındaki ilişkilerden doğan veya doğma potansiyeli bulunan, haklıyı ve haksızı ayırma durumlarında geçerlidir. Eşitlikte ise, doğuştan gelen belirli özelliklere, her türden insan karakteristiğinin sınıf ayrımı yapılmaksızın korunması, saygı duyulması ve gözetilmesi vardır. Ben, eşitliğin daha çok sosyal boyutunu ele almak istiyorum bu yazıda.

Uzaktan bakıldığında hayatın etkileşimsiz, sade, kendi başına hür bir görüntüsünün olduğunu düşünebiliriz. Atmosferin dışından, insanları izleyen bir teleskobun başında olsa bir insan; konuşulanları duymadan, duygular hakkında fikri olmadan, yalnızca gözlem yapan bir kişi olsa; o an hayatın ne kadar benzersiz bir şey olacağını düşünecektir muhtemelen. Çünkü insanı ne ise o olmasını gerektiren bu haşin duygu, eşitliği bozan benzersiz etkileşimden kaynaklanıyor. Her kıt'ada farklı bir insan, her mevsimde farklı bir duygu sağanağı ve her kişiyle başka biri oluyoruz.

Teleskobuyla insanları izleyen ve dünyada yaşamak isteyen farazi insan, nefes almanın benzersizliği, yeni yerler keşfetmenin olağanüstülüğüyle ilgili sayfalarca konuşup yazabilecekken, yeryüzünde gezinen adam, emekli olacağı gün için çekmesi gereken çilesini ve bitmek bilmeyen köleliğini düşünüyor. Hangi disiplinin içine girerse, yalnızca onun küçük dünyası o oluyor. 

Voltaire; Felsefe Sözlüğü'nün "eşitlik" maddesinde şöyle diyor; "tarla sahibi olan iki komşudan, tarlası bereketsiz olan, tarlası iyi mahsul verene eninde sonunda ya hizmetçi ya da köle olacaktır. Çünkü yaşamak için ya onun himayesine girecek ya da onunla kavga edecektir eninde sonunda".

22 Ocak 2013 Salı

Postmodernizm ve Hiççilik

Mark Tansey - Forward Retreat (1986)
"Gerçeğin düşmanı tabular ve inançlardır."      Friedrich Nietzsche
Bir şeyin ne olduğu ya da ne olabileceğinden çok, ne olamayacağı beni ilgilendiriyor. Avam insanın en büyük takıntısı olarak da bunu görüyorum. Çok büyük değişimler, ancak çok büyük krizlerden sonra gerçekleşebiliyor. 

Bir tartışmada en çok gerçekleşen hadise de bu olsa gerek. İki veya daha fazla kişinin hakikati öngörme çabası içerisinde yaşadıkları debelenmeler, tözün bayraktarlığından, fanatizmine giden bir sürece yayılıyor. Bu yüzden de olsa gerek, tarih boyunca yaşanan ilerlemeler (veya dönüşüm ve değişimler) ancak ve ancak etki-tepki-olgu diyalektiğiyle ilerliyor. 

i.) İlk olarak postmodernizme geçiş sürecinde bu diyalektiğin kırılması amaçlandı. O yüzden de postmodernizm, modernizme bir tepki olarak doğan bir ana akım olmaktan çok, modernizm sonrası ve ötesi gibi kavramlarla tanımlanmaya çalışılmaktadır. Lyotard bu durumu şöyle tanımlıyor;
"Lyotard'a göre post-modern durum, hem maddi koşullardaki değişimleri hem de düşünsel alandaki kopuşları içeren bir sürecin toplam ifadesidir. Buna yol açan her şeyden önce derin bir inançsızlık hali ya da başka bir değişle kökensel bir kuşkudur. Burada söz konusu olan Modernite ya da Modernliğin meşruiyetine dair bir kuşkudur ve tüm bir modern projenin kendisine ve temel nosyonlarına yöneliktir. Lyotard, bu kuşkunun izlerini sürer ve anlamlandırır. Buna göre artık Büyük Anlatılar olarak adlandırdığı modernizme içkin bir düzine temel kavramın (İlerleme, Aydınlanma, Rasyonellik, Özgürlük, Evrensellik vb.) inandırıcı olmadığı tespit edilir. Bu kuşku halinin kendisiyle birlikte başlayan yeni yaşam tarzı dönemin adı post-modern durumdur."
ii.) İkinci olarak birçok son dönem felsefe akımının birbirleriyle yakın temas içinde olduğunu söylemek gerekiyor. Varoluşçuluk, Nihilizm, Anarşizm, Egoizm gibi birçok yakın dönem felsefi akımları arasında birbirine geçiş çok kolay. Neredeyse birbirlerini tamamlıyor gibiler.

Günümüz bilimi, edebiyatı ve sanatında artık hiçlikten doğan bir bakış açısı hakim. Tek sorun hiçliğin nasıl anlaşıldığı ve kavrandığı konusu. Bunu örneklendirmeden önce nihilizmin klasik tanımını verelim;
"Nihilizm (Hiççilik), temelde estetizmin bütün biçimlerini yadsıyor, yararcılığı ve bilimsel usçuluğu savunuyordu. Toplumsal bilimleri ve klasik felsefe sistemlerini bütünü ile reddediyordu. Yalın olgucu ve maddeci bir tutumla, yerleşik toplumsal düzene başkaldırıyı temsil ediyor; devlet, kilise ya da aile otoritesine karşı çıkıyordu. Yalnızca bilimsel doğruları temel alıyor, ancak bilimin bütün toplumsal sorunların üstesinden gelebileceğini ve bütün kötülüklerin cehaletten kaynaklandığını kabul ediyordu." 
Bu açıdan baktığımızda bir başkaldırı olarak hiççiliğin, ilk etapta bilimselliğe önem verdiğini görebiliyoruz. Şimdi de Max Scheler'in hiççiliği kavrayışını ve Max Stirner'in buna karşı duruşuna bakalım;
"Max Scheler (1874-1928), insanın düşüşten kurtuluşunu birincisi dogmayla ikincisi tinle aşılabileceğini  ileri sürer. Şöyle der: hiççiliğin aşılması aşamasında tanrılar yaratılır. Scheler, tanrıların karşısına tini çıkarır. Ama tine inanmaz, tinle insanlaşmayı benimser. İnsanlaşma tinin kuracağı yüceltmeyle (Sublimierung) olur: (aşağı) içgüdülerin kültürleşmesiyle. Ancak Scheler, insanlaşmakla yetinmez: yüceltmeyle insanin Tanrılaşmasını (bu yazı boyunca: putlaşma anlamında değil, Tanrı olma anlamında) amaçlar. Bunu da Hiç’i terk ederek yapar. Oysa (burada Stirner'in bakış açısına geçiyoruz) Hiç, Tek’in varoluş bilincidir, varoluş kökenidir. Tek, Hiç ile varolabilendir; Hiç yoksa Tek de yoktur. Her Tek her zaman, her yerde, her an Hiçlik içindedir ve bir Hiç olduğunu (en azından güdüleriyle, sezgileriyle) bilir. Her zaman bir Hiç olduğunu bilen, her zaman Hiç olabilen, kendi varlık temelini bilendir. Bu bilgi onun bilincinin esasıdır. Tek, bu bilinç düzeyinin derinine her zaman inemez: iner, çıkar. Çoğunlukla yüzeydedir. Yüzeyde rasyonel bir Ben’dir Tek. Tek’in varloluş kaynağı hiçliğidir. Tek bir Hiç’tir."
iii.) Hiççiliğe karşı duruşların belki de en şiddetlisini Karl Marx "Alman İdeolojisi" adlı eserinde gerçekleştirmiştir. Hiççiliği bir Tanrı sorununa bağlayan Bruno Bauer, Ludwig Andreas Feuerbach ve Max Stirner'i yerden yere vurmuştur. Hem de, Sloterdijk’ın deyimiyle, kendi  felsefesinin ölümünü göze alarak. Alman İdeolojisi eserinin önsözünde durumu şöyle tanımlamış Karl Marx;
"İnsanlar, şimdiye kadar, kendileri hakkında, ne oldukları ya da ne olmaları gerektiği hakkında her zaman yanlış fikirlere sahip olmuşlardır. Sahip oldukları ilişkileri, Tanrı hakkındaki, normal insan hakkındaki vb. tasarımlarına uygun olarak düzenlemişlerdir. Kendi beyinlerinin ürünleri, onları yaratan beynin üstüne çıkmıştır. Yaratıcılar, kendi yarattıkları şeyler önünde secdeye varmışlardır. Öyleyse onları, boyunduruğu altında ezildikleri kuruntulardan, fikirlerden, dogmalardan, hayali yaratıklardan kurtaralım. Fikirlerin egemenliğine karşı başkaldıralım. Biri(Feuerbach), insanlara bu yanılsamaları değiştirip, yerine insanın özüne uygun düşen düşünceler koymayı öğretelim diyor, bir başkası(Bauer), bu yanılsamalara karşı eleştirici bir tutum almayı öğretelim onlara diyor, bir üçüncüsü ise(Max Stirner), bunları kafalarından çıkarıp atmalarını öğretelim diyor ve – bugünkü gerçekliğin böyle çökeceğini iddia ediyorlar. 
Bu masum ve çocuksu düşler genç-hegelcilerin bugünkü felsefesinin çekirdeğini oluştururlar; ki bu felsefe, Almanya’da, kamuoyunca korkuyla karışık bir saygı ile karşılanmakla kalmıyor, ama felsefi kahramanların kendileri tarafından, canice sertlikteki bu fikirlerin dünya için devrimci bir tehlike taşıdığı inancı içinde, büyük bir ciddiyetle sunuluyor. Bu kitabın birinci cildinin amacı, kendilerini kurt sanan ve başkalarının da kurt sandıkları bu koyunların ne olduklarını ortaya koymak, onların meleyişlerinin Alman burjuvalarının tasarımlarının felsefi bir dile yinelenmesinden başka bir şey olmadığını ve bu felsefi yorumcuların palavracılıklarının, Alman gerçekliğinin zavallı yoksulluğunu yansıtmaktan başka bir anlam taşımadığını göstermektir. Bu cilt, Alman ulusunun hoşlandığı, düşlerle dolu uyuklamaya pek uygun düşen, gerçekliğin gölgesine karşı yürütülen bu felsefi savaşın maskaralığını ortaya çıkarmak ve onu bütün saygınlığından yoksun bırakmak amacındadır.
Bir zamanlar, yürekli adamın biri, insanların, salt yerçekimi fikrine saplandıkları için suda boğulduklarını sanıyordu. Ona göre, insanlar, örneğin, bunun dinsel boşinanlara dayana bir düşünce olduğunu söyleyerek bu fikri kafalarından çıkarıp atsalardı, ondan sonra artık her türlü boğulma tehlikesinden korunmuş olurlardı. Ömrü boyunca, bütün istatistiklerin, sayısız ve boyuna yinelenen tanıtlarla zararlı sonuçlarını kendisine gösterdikleri bu yerçekimi yanılsamasına karşı savaştı durdu. Bu saf yürekli adam, modern devrimci Alman filozofları tipinin aynısıydı."
Karl Marx, genç-hegelci ve kendi deyimiyle burjuva tipli bu filozofların hiçlik anlayışını masal ve palavra olarak nitelendirip, göz boyama olarak değerlendiriyor. Peki bu genç-hegecilerin görüşünün hiçliğe yaslandığını nasıl ifade edebiliriz? Özellikle Stirner ile Nietzsche'nin fikirlerinin çıkış noktasında birbirlerine önemli derecede benzerlikler içeren ifadeler var. Hatta bunun yanında Nietzsche'nin intihal etmiş olup olamayacağına dair bir yazı bile bulunmakta; http://www.projektmaxstirner.de/intihal.htm Bu yazı, kesinlikle intihal etmiştir gibi bir sava dayanmasa da en azından benzerliklerin olduğunu göstermesi açısından önemli.

iv.) Hiççiliğin elbette bilim alanında genel kabul görmüş bir açılımı var. Özellikle fizikte kuantum teorisi ve big-bang teorisi, belirsizlik ilkesi ve geometri de fraktal anlayış bu düşüncenin paralelinde gelişmeler olarak kabul edilebilir. Ayrıca Stephen Hawking'in hazırladığı evrenin oluşumuna dair ipuçları veren, hiçliğe yaslanan ve Türkçe altyazılı şu videoyu da önerebilirim;

4 Ocak 2013 Cuma

İnsanın Kendini Yönetmesi

Salvador Dali - L'Enigme Du Desir
"Yaşantım beni hayal kırıklığına da uğratsa, sevdiğim kadına olan güvenimi de yitirsem, bu düzenin doğru olduğuna da inanmasam, hattâ aksine bu düzenin, karmakarışık, uğursuz hattâ belki de bir cehennem kaosu olduğu kanısına da varsam, başıma bir insanın başma gelebilecek tüm felâketler de gelse, ben gene de yaşamak isterim. Bu kadehe bir kez dudaklarımı değdirdikten sonra, biliyorum ki, artık ondan ayrılamam, dibindeki son damlaya kadar içerim!"
                                                                            Fyodor Dostoyevski / Karamazov Kardeşler

İnsanın bilinci yanıltıcı olabileceğini daha önceden yazmıştım. Bunun nedenlerinin başında bilincin kıyaslanamaması geliyordu. Ayrıca aklı kıyaslayabileceğimiz akıllar sınırlı olduğu için, en azından, evrenin tamamını keşfedemediğimizi bildiğimizden, en üstün akıl sahibi olduğumuzu söyleyemeyeceğimizi de belirtmiştim. Kaldı ki insan zekası, evrendeki en kompleks bilinci üretse dahi, buradan bir yetkinlik mertebesi çıkarsayamayız. Yani insan aklının piramitte en tepede olması, gerçeğin merkezi olduğunu göstermez. Buna inanmaksa düpedüz egoizmdir. Yani insan araştıran ve gözlemleyen bir varlıktır elbette. Çok geniş bir kütüphane olarak nitelendirebileceğimiz evrende keşifleri de vardır ama bu hiçbir şekilde mutlak bir gerçekliği ifade etmez. İnsanın bildiği şey, yalnızca kendisinedir bu yüzden. Bu durumu daha yalın izah etmek için şöyle bir alıntı yapabiliriz;
“Bir ipin ucuna, yere doğru uzanan bir sarkaç asın, hareketlendirin: Bu sarkacın çizeceği ilk hareket ipin uzunluğunun imkân verdiği kapsamda olacaktır, İkincisi daha az, üçüncüsü daha da az; ta ki sonunda sarkacın hareketi basit bir titreşime iner ve sonunda mutlak bir hareketsizlikte sonlanır. Bu deney üzerine şöyle düşünüyorum: İnsan en geniş hareketin sonucudur, kaplumbağa ancak bir titreşimin sonucudur, ama en kaba anlamıyla madde her ikisinin de nedenidir."
Görüldüğü üzere insan bilincinin de yadsınabileceğini söyleyebiliriz. Bunun dışında "insan" dendiği anda çoğunlukla akla gelen yöneten ve yönlendiren bir varlık olduğu düşüncesidir. Bir çeşit doğayı sahiplenme içgüdüsü vardır. İnsan karar mekanizması olduğunu düşünür. İnsan çocuklukta alınan görgü ve bilginin - ilerleyen yaşlarda azalarak - kendisini etkilediğini düşünse de, yine de, düşünce biçimini ve karakterini tercih ettiğini sanır. 

Bana göre tam da bu noktada yanılır. İnsanın herhangi bir karara varması, herhangi bir seçim yapması mümkün değildir. İnsan, değiştiren ve değişen olarak çok kuvvetli, determinist bir bağla bağlıdır doğaya. Bilincin bir hatası ise, tam da bu noktada, irade sahibi olduğunu düşünmektir. Halbuki insan hiçbir şeye karar vermez. Çünkü bu elinde değildir. İnsanlar ellerinden ve ayaklarından asılı şekilde rüzgarda sallanan bir örümcek ağı gibidir. Hareket vardır, değişim, dönüşüm vardır ama hiçbirisi bireyselliğe indirgenemez. Max Stirner'den alıntılarsak daha berraklaşabilir konu;
"Tepeden tırnağa kadar benim olmayan her işe uğurlar olsun! Sizce benim işim en azından "iyi bir iş" olmalıdır? Nedir iyi iş, kötü iş! İşim demek zaten ben demek'im. Ve ben ne iyiyim, ne de kötü. İyinin de kötünün de benim için hiçbir anlamı yoktur. Tanrı'nın işi, insanlığın işi, gerçeğin işi, iyinin işi, doğrunun işi, özgürlüğün işi ve daha niceleri. Bunların hiçbiri benim işim değildir, benim işim sadece benim olandır ve o genel değil, biriciktir, benim gibi."
O halde "biricik" olanın, yani kendi olanın bilmesi gereken bir şey vardır. O da kendisini yönetebileceği. Ama bu yönetim bilincin dışında bir merkezdir. Bir karar verme mekanizması gibi değil. Orhan Pamuk'un "Saf ve Düşünceli Romancı" denemesinde bahsettiği romanın gizli merkezine yolculuk gibi, bireysel bir şeydir ve paylaşılamaz, aktarılamaz. İnsan doğaya tam bağımlı olduğunu bilir ve karar veremeyeceğini kavrarsa ve doğanın küçük bir parçası olduğunu kabul ederse kendini yönetmesi kolaylaşır. Buradaki kazancı ise sağduyu olacaktır. Bu, varoluşa yapılan yolculukta, tüm ideolojilere eşit mesafede durmayı gerektiren ve görünen hiçbir şeyi içselleştirmemeye yarayacak bir bilinçtir. O halde insan "Biricik" olur. Max Stirner'e göre;
"Her sözcük boş laftır. En büyük boş laf Biricik'tir. Biricik ifade edilemeyendir."