Pages

4 Aralık 2015 Cuma

Ben'in Büyük Problemi

Francisco Goya - Plague Hospital
"Ben, halklar ve insanlık ölünce doğarım. (...) Sen ey çilekeş Alman halkım – nedir acın, ıstırabın? Canlanamayan bir düşüncenin acısıdır seninkisi. Daha horoz ötmeden kaybolan hayaletin acısıdır. Yine de kurtuluşun ve mutluluğun hasretini çeker bu hayalet. (...) Kal selametle milyonların rüyası, çocuklarının binyıllık despotu, kal selametle! Yarın seni mezara taşıyacaklar; ve çok yakında kardeşlerin, diğer halklar, ardından gelecek. İşte o zaman insan alemi gömülmüş olacaktır. Ve ben, kendimin sahibi ben, onun gülen kalıtçısıyım!"                               
Max Stirner 

Bazen kendimi büyük bir okyanustaki bir su damlası gibi hissediyorum. Lisede coğrafya öğretmenimiz şöyle demişti; denizler hep dalgalıdır ama aslında bir su damlasının hiçbir yere gittiği yoktur... Ben de hayatımı uzun süredir böyle görüyorum. Kendi hayatımın seyircisiyim yine ve kendimi izlediğimde bir hareket görsem de aslında hep aynı yerdeyim.

Bütün insanlar belli gibi geliyor bana. Hiç böyle düşünüyor musunuz? Söylenmesi gereken her şey zaten söylenmişti ve bu yüzden geriye yalnızca göstergebilim kaldı. Bir yerde otururken arkadaşlardan biri, mesela bir kedi köpek ölse insanlar ayağa kalkıyor; ama yüz binlerce insan acı çekerken kimsenin umurunda değil; Suriye'liler hiçbir Avrupalı'nın umurunda değil... Şimdi burada söylenen şeyle veya hakikatle ilgilenmiyorum. Size düşündürmek istediğim şey bu değil. O an insanlara baktığımda, onların kimliklerini düşündüğümde bu durumu nasıl yorumlayacaklarını derhal sezinliyorum. Sonra kendimi düşünüyorum; evet, benim de ne söyleyeceğim belli. Ben bunun dışına çıkamam. Ben bu düşüncelere hapsolmuşum.

Yaşam bana tematik geliyor. Makro düzeyden mikro düzeye inildikçe; sadece büyük bir renk skalasında belirli bir noktaya odaklanırmışız gibi oluyor. Bana göre dünya büyük bir renk yelpazesi. Uzaktan bakınca belirgin şekilde sarı mavi kırmızı filan görüyoruz; bunların özde birbirlerine karşı genel geçer bir üstünlüğü olamaz. Ama dalga boyları; frekansları filan farklı... İnsanlar da böyle geliyor işte bana. Her ülke - ülke diyelim - farklı bir renk gibi. Sonra ülkelerde toplumu derinlemesine inceleyince, yani renk skalasına derinlemesine yaklaştıkça; o rengin de tonları olduğunu görüyoruz. Mikro düzeye inildikçe bu fay hatları artıyor işte.

Gözlerimi kapatıp düşünüyorum; bazen kendimi bir gökdelenin tepesinde veya 19. Yüzyıl fransız sosyetesinde verilen bir akşam davetinde düşünüyorum. Hiçbir zaman orada olmadım. Ama oradaki insanları nasıl düşündükleri belliymiş gibi geliyor bana. Evet, belki tv'nin, yazılı medyanın ya da marcel proust'nun bana kazandırdığı bir görüştür bu. Oradaki insanlar şaşırtıcı bir şey yapamazlar mı? Elbette yaparlar. Ama bu bile varoluşçu çevrenin yaydığı bir virüsle olur. Bütün yakın çevremiz bizim üzerimize, bilincimize çöküyor gibi geliyor bana. Yurtdışına çıkıyorum; ilk defa gittiğim yerler. İşte bu insanların böyle olması, cafelerde böyle oturması, şöyle düşünmesi filan hep bilindik şeyler.

Yazdıklarıma bakıyorum da istediğim şekilde anlatamadım derdimi. Yeni bir şey söyleyemem ben. Bir örümcek ağına yakalanmış sineğin, rüzgardaki sallantısı gibiyim. Az sonra ne olacağı belli. Bu bulantı bazen konuşmamı engelliyor; konuşmak istemiyorum. Zaten ne söyleyeceğim belliyse, öyleyse neden konuşayım ki?! Dünya koca bir tiyatro oyunu gibi, herkes bir kimliği temsil ediyor; herkesin bir atom yapısı var; kimi iyonik halde; kimi kararsız bilmemne. Ama na ve cl bir araya gelince tuz olması gibi hep aynı şeyler oluyor işte. Biraz da bir bombanın patlayışına benzetiyorum dünyanın ilerleyişini. Bildiğiniz üzere, bir bomba patladığında artık onu kimse durduramaz. Evren bütün gücüyle bile karşı çıkamaz ona. Bir bomba patladığında; buradan çıkan amansız güç belirli bir etki alanı yaratacaktır; bir şeylerin içine genişleyecektir ve yapılabilecek tek şey buna karşı bir reaksiyon vermektir. Bütün yaşamış ve yaşayan canlılık patlayan bir bomba gibi. İsterseniz onun var gücünüzle üstüne çökün, patlamış bir şey patlamıştır ve bu reaksiyonlar zinciri bir müddet entropi ile beraber sürecektir.

Bir defasında, üniversite yıllarımda, kantinde sınava kalan son saatlerimizde ders çalışıyordum arkadaşlarla. Bir tane arkadaşım vardı. Konulara acayip yaklaşımlar getiriyordu. Düşünce yapısı sürekli kendini doğrulama hevesi gösteren yanlış bir olumlama içeriyordu. Yani sürekli böyledir zaten, bu da şuradan geliyor diyerek kesinlikle yanlış işler yapıyordu. Konudan iyice sapmıştı. Dersleri iyi değildi zaten. Ama bu dersten de kalacaktı bu gidişle. Buradaki karakter vurdumduymaz, haylaz bir karakter değil; kendi kafa yapısını, ne söylerseniz söyleyin kendi yanlışları olumlayan bir insan.

O anda diğer üç arkadaşla birbirimize baktık. Bir şey söylemedik. Ama artık ona bir şeyler anlatılamayacağını biliyorduk. Çünkü arada bir set duvar vardı. İşin aslı o kadar özgeci (digerkamcı) da değildik. Yani onu çok düşünüp, yeter artık kır şu zincirlerini diyemeyecek veya demeyecektik. Bu çaresizliği bıraktık. İnsanın, kendisi için işlerin kötüye gideceğini gördüğü insanlara yardım edemediği, nedense o kişi bu karanlığa sürüklenirken sadece izlediği zamanlar vardır. Basit önyargılarınızla buna şerefsizlik demeyin. Bu başka bir duygu.

Neyse o anda şöyle düşündüm; benim de kişiliğimde bu gibi veya benzer saplantılar olmalı. İnsanlar belirli bir noktada beni de salıveriyorlar. Tabii algı dünyasında kimin kimden üstün olduğu bu ilk kantin olayındaki kadar aşikar değil. Neyse kimliğimi bulmaya yöneldiğim bu anda kendi hayatımın seyircisi olmaya karar verdim. İşte bu noktadan sonra bana söylenen her şeyin ve benim söylediğim her şeyin aslında bıkkın ve bitkin bir tekrardan başka bir şey olmadığını anladım. Hepimiz hakikati bulduğumuzu sanıyoruz. Oysa her şey bir renk yelpazesi, bir frekans gibi. Her şey çok flu.

25 Nisan 2015 Cumartesi

Suçun Anatomisi

Paul Cézanne - The Card Players
"Haklı ya da haksız olduğumu yargılayan benim, benden başka bir yargıç yoktur. Başkaları sadece benim hakkımı onaylayıp onaylamadıklarını ve bunun onlarca da haklı olup olmadığını yargılayabilirler."                                                                    
                                                                                                           Max Stirner
Kim suçludur? Bunu henüz canımız yanmamışken aktaralım. Çünkü böyle birisi isek artık bir daha asla "eski benlik" olamayız. Yeni bir adım atmak, yeni bir kelime söylemek, insanların en fazla korktuğudur, demiş Fiyodor Dostoyevski, Suç ve Ceza'sında. Öyleyse varoluşçu bakış açısıyla söyleyelim birkaç yeni şey.

İnsanlar acılar içinde delirmiş bir insan gördüklerinde şöyle derler: Bu yaşadıkları onun elinde değildi ve kaderi, evet kaderi onu bu hale getirdi. Halbuki bugün gördüğünüz bu sefil adam, bu sokaklarda yatıp kalkan, çöpleri karıştıran, küçük çocukların bile hor gördüğü bu adam pek güzel ve mutlu bir hayat sürmekteydi... Sonra bir çok bilimsel çalışma yapar bu insanlar. Bu bilimsel çalışmalarda kullanılan regresyon analizleri, Suç'u ve Suç İşleyen'i birbirine bağlayan birçok parametreler öne sürerler. Bir insanın delirmesi gibidir, suçu işlemesi de. Yani belirli şartlar altında gerçekleşmiştir. Bir insan mesela zengin iken de suç işleyebilir. Bu genel kanının aksinedir belki. Çünkü zenginliğin duygusal yıpranmanın engeli olduğuna inanılır. Ama söyler misiniz; bu tarz koşullar altında suç işleyenler, suça karışanlar için dahi olsa belirli bulgular ve sebepler ortaya konmamakta mıdır?

Eğer suç belirli şartlar içinde işleniyorsa, suçun cezalandırılması neyi ifade etmektedir. Bazıları için ceza, yalnızca kamuyu tatmin etmek için uygulanan bir şeydir. Yani, suçu engellemede hiçbir etkisi yoktur. Belki de vardır; ama ne derecedir?

Yaşanmış olan her şey, geçmişin bir sonucu ise; insanın özgür iradesi nerededir? Özgür irade denilen kavram öyle bir şeydir ki, suçun veya adı her ne ise eylemin gerçekleşmesinden evvel, eylemcinin bunu yapmada veya yapmama noktasında tam muktedir olduğunu varsaymaktadır. Tabii özgür iradenin veya galeyana bile dereceleri vardır. Albert Camus'nun Yabancı romanında, Mersault işlediği suçu anlatırken şunları söyler:

"...Gövdesi ise güneşteydi. Mavi tulum sıcakta sanki tütüyordu. Biraz şaşırmıştım. Bu benim için kapanmış bir sorundu. Buraya düşünmeden gelmiştim.

...Fellah kımıldadı. Her şeye rağmen yine de oldukça uzaktaydı. Yüzüne vuran gölgelerden olacak, gülüyor gibi bir hali vardı. Bekledim. Güneşin ateşi yanaklarıma yayılıyordu. Kaşlarımda ter taneleri biriktiğini hissettim. Güneş tıpkı, anacığımı topraklara verdiğim günkü güneşti. O zamanki gibi alnım neredeyse ağrıdan çatlıyor, derimin altında damarlarım hep birden atıyordu. Artık bu yanmaya dayanamadım. İleriye doğru davrandım. Bunun aptallık olduğunu, bir adım ileri adım atmakla güneşten kurtulamayacağımı biliyordum. Ama bir adım, ileriye doğru yalnız tek bir adım attım, Bu kez de fellah yerinden kalkmadan bıçağını çekti ve..."

Louis-Ferdinand Celine, Gecenin Sonuna Yolculuk romanında şöyle diyor: "“Atlar bayağı şanslı, çünkü her ne kadar onlar da, bizler gibi, savaşın ceremesini çekiyorlarsa da, hiç olmazsa onu desteklemeleri, gereğine inanır gibi yapmaları beklenmiyor onlardan. Bahtsız, ama özgür atlar!. Galeyan denen o kaltak, maalesef! bize mahsus…”

Galeyan; son anın ürpertisi; geçmişin birikimi; özgür irade; rasyonel karar verme kavramları arasında nasıl düşünmek gerekir öyleyse?! Konu öyle bir noktaya işaret etmektedir ki, suç, tanımı değişen, ama ne olursa olsun kitlelerin olmamasını dilediği eylemler bütünüdür. Peki suçsuz bir dünya mümkün müdür? Mutlak adalet sağlanabilir mi?

Max Stirner diyor ki; "Devlet kendi şiddetine hukuk, bireyinkine ise suç adını verir".
Erich Fromm diyor ki; "Parçalayarak yok etme iç güdüsü, yaşanmamış bir hayatın tepkisidir".
Dostoyevski diyor ki; "Her şey insanın içinde yaşadığı ortama, şartlara bağlıdır. Her şeyi belirleyen çevredir, İnsansa bir hiçtir".
Marcel Proust diyor ki: "Zihinsel olarak bile, tabiat yasalarına zannettiğimizden çok daha fazla bağımlıyızdır; dimağımız adeta belirli bir çiçeksiz bitkü türü veya buğdaygillerin bir cinsi gibi, bizim seçtiğimizi zannettiğimiz özelliklere, önceden sahiptir. Ama biz sadece sonradan gelen, istenen anda ortaya koyduğumuz fikirleri anlar, bunları zorunlu olarak doğuran kaynaktaki sebepleri (Yahudi ırkı, Fransız ailesi vs.) görmeyiz. Ve belki de, bizi öldüren hastalık gibi yaşatan fikirleri de, biri bize sağlığımızı ihmal etmemizin, öbürü düşünüp taşınmanın sonucu gibi geldiği halde, tıpkı baklagillerin, tanelerinin biçimini familyalarından almaları gibi, ailemizden alırız".

Denizleri, okyanusları düşünün. Birbirinin üzerine binen dalgaları, dev dalgaları; kimi zaman denizlerde kopan fırtınaları; dalgaların kıyılara vuruşunu düşünün. Denizlerdekine benzer insan ruhundaki gel-gitleri düşünün. Bütün her şey, kıtalar bile nasıl da birbirinin üstüne biniyor. Suç, iyilik gibi eylemler sanki insanın içerisinde yıllarca yeşeriyor.  Bunların kötü tohum veya iyi tohum olarak kendini göstermesi, gün yüzüne çıkması ise, bir galeyan sonucu meydana geliyor. Belki bu galeyan güneşin yakıcı ışınları dahi olabiliyor.

31 Mart 2015 Salı

Plastik Dünya

Clovis - Paul Gaugin
"Çağımızın tasviri nesneye, kopyayı aslına, temsili gerçekliğe, dış görünüşü öze tercih ettiğinden kuşku yoktur. Çağımız için kutsal olan tek şey yanılsama, kutsal olmayan tek şey ise hakikattir. Dahası, hakikat azaldıkça ve yanılsama çoğaldıkça çağımızın gözünde kutsal olanın değeri artar. Öyle ki, bu çağ açısından yanılsamanın had safhası, kutsal olanın da had safhasıdır."
                                                                                  Ludwig Feuerbach 

Third Person Effect (Üçüncü kişi etkisi) diye bir kavram vardır medya dünyasında kullanılan. Buna göre, medyanın ortalama insan üzerindeki etkisini, konuyla alakalı olmayanlar, konunun can alıcı noktalarını bir değer olarak benimsememiş olanlar tarafından küçümsenir ve/veya göz ardı edilir. Yani en aptalca bir düşünce bile birilerini harekete geçirebilir.

İçine doğduğu toplumun değerlerinden başka bir şey düşünemeyen avam insan ne kadar delidir öyleyse?! Deliliğin sınırları sandığımızın da ötesinde. Örneğin Tahsin Yücel'in "Salaklık Üzerine Deneme" kitabından, bizim bildiğimiz dahi düşünürler adına; Gustave Flaubert'in "Bilirbilmezler" kitabından aldığı alıntıyı aktaralım:

"Bouvard ve Pecuchet, genel olarak salaklığın somut imgeleri diye bilinen iki kafadar,.. Jean-Jacques Rousseau'nun Toplumsal Sözleşme'sini açarla: büyük düşünür yurttaşların yalnızca politikayla ilgilenmelerini istemekte, ancak, meslekler de gerekli olduğundan, kölecilik düzenini önrmekte, bu arada, bilimlerin insan türünü yıktığını, tiyatronun yoldan çıkardığını kesinlemekte, devletin ölüm tehdidiyle de olsa halka belirli bir dini benimsetmesi gerektiğini savunmaktadır. "Nasıl! demokrasinin babası bu muymuş" der bizimkiler. Yeni bir umutla sosyalist öğretiyi incelemeye girişirler. Görürler ki Fuorier yeni düzende her kadının, eğer isterse, üç ayrı erkeği, yani bir kocası, bir sevgilisi, bir de döllendiricisi olabileceğini, bekar erkeklerin de cinsel gereksinimlerini gönüllerinin de istediği gibi oyuncu kızlarla karşılayabileceklerini söyleyerek herkesin ağzına birer parmak bal vermekte, Cabet, daha nice tuhaflıklar arasında, Cumhuriyet'ten izin almadan kitap yayınlamayı yasaklamakta, Saint-Simon gazetecilerin tüm çalışmalarını bir sanayici kuruluna sunma zorunluluğunu getirmekte, Pierre Leroux yurttaşların söylevcileri dinlemelerinin yasayla zorunlu kılınmasını öngörmekte, August Comte da yeni düzenin rahiplerini gençleri eğitmek, tüm düşün işlerine yön vermek ve iktidarı doğumları dğzene sokmaya çağırmakla görevlendirmektedir. Bouvard dayanamaz artık, "Bu senin sosyalistlerin hep zorbalık istiyorlar, diye haykırır..."

Sosyalistlere yapılan eleştiriler bununla kalmaz. Liberallerin prensesi Ayn Rand'ın kitabında Sinan Çetin'in şöyle bir önsözü de vardır: "Dünya bizleri kurtarma ve bize iyilik etme aşkıyla dolu insanlar tarafından hep kana bulandı. Tarihteki bütün savaşları yürekleri iyilikle dolup taşan, kendini bir dava uğruna feda ettiğini düşünen kurtarıcılar çıkardı. Hitler, Almanları; Stalin, işçileri, Mao, köylüleri kurtarmak için dünyayı kana buladı. Milyonlarca insan, kurtarıcıların şefkat dolu ellerinde can verdi. Onlar hep biz dediler, hiçbir zaman ben deyip kendilerini düşünmediler.

Ama bilim, zenginlik, hayatı kolaylaştıran, yaşanır kılan her türlü buluş ve bilgi kendi çıkarları için çalışan, işini iyi yapan bencillerin eseriydi. Onlar hiçbir zaman biz olmadılar, sadece işlerini iyi yapmaya çalıştılar ve bizlere rağmen başardılar.

Promete ateşi hediye ettiği insanlar tarafından yakıldı. Edison ampulü icat ederken, karısı tarafından toplum ve ailesi ile ilgilenmeyen, anti-sosyal bir kişi olmakla suçlandı. Galileo 'dünya dönüyor' dediği için bizciler tarafından işkencelere uğradı. Bireysel akıl, kalabalıkların onaylamadığı bu büyük güç, her çağda saldırıya uğradı. Kalabalıklar, yaratıcı bireye saldırırken ellerindeki silahı hep iyilik, fedakarlık, hayırseverlik kurşunları ile doldurdular. Ve hep yaratılan değerleri bölüşmek ve paylaşmak istediler. Mesela televizyon seyrettiler, fakat televizyonu icat eden adamın adını hiç öğrenmediler. Otomobile bindiler ama Ford'un servetinden şikayet ettiler. İnterneti kullandılar ama Bill Gates'i çok para kazanmakla suçladılar. Tükettiğimiz her türlü zenginliği, paranın bir oyunu olarak ele almayı tercih ettiler. Sistem, kapitalizm, tüketim toplumu gibi adlar takıp eleştirdiler."

Ama eleştiriler burada kalmadı; kapitalist düşüncenin temellerini atan Friedrich von Hayek'i, Tyranny of Experts (Uzmanların Tiranlığı) kitabında, kapitalist kuralların nasıl yozlaştığını ve gücün denetlenemez bir seviyeye, bir zorbalığa nasıl bir dönüşüm geçirdiğini nokta nokta açıklıyor.

Başa dönelim. Dünya inanılmaz bir yer. İnsanlar deliliğin pençesinde olduklarını göremiyorlar. Ramanucan 32 yaşında ölmüş bir matematik dehasıdır. Ama inancı, suyun üzerinden seyahat etmesini kesinlikle yasakladığı için, uzun zaman kompleks matematik çalışmalarına devam edebilmek için, inançsız biri olan Godfrey H. Hardy'nin yanına gidememiştir. Ama durun bakalım aptallık burada mı bitiyor; Godfrey H. Hardy Tanrı'nın kendisine düüşman olduğuna inanan biri. Bu yüzden gemi yolculuklarına çıkmadan evvel, Fermat'nın son teoremini çözdüğünü yazdığı bir notu arkadaşlarının birine bırakırmış mutlaka. Çünkü gemi yolculuğunda başına bir şey gelirse, herkes onun bu zor problemi çözdüğünü zannedecek ve en önemlisi de Tanrı, Hardy'nin bu problemi çözen insan olarak tarihe geçmesini istemeyeceği için onun bu gemi yolculuğundan sağ salim kurtulmasına imkan verecektir, Hardy'e göre.

Bugün bir insanın dünyada sahip olabileceği en zor şey saf bir akıl yürütebilme yetisidir. Nasıl olmasın, Dostoyevski şöyle diyorken hem de: "Her şey insanın içinde yaşadığı ortama, şartlara bağlıdır. Her şeyi belirleyen çevredir, İnsansa bir hiçtir." Öyleyse bir insan nasıl kurtulur aptallığın, deliliğin zindanından?! Bilginin istem olarak doğabilmesi ve özgür kişi olarak kendini her gün yenilemesi için ölmesi gerekiyor, diyen Stirner şunları da söylüyor:

“Sen kaçıksın be insan! Kafasında büyük şeyler ve tanrılar dünyası kuran ve kurduklarına da inanan sen, hayaletler ülkesi kurup kendini onlara karşı vazifelendiriyorsun, Oysa o, sana el sallayan bir idealdir. Senin saplantın var! Şaka yaptığımı ya da mecazlı konuştuğumu sanma, yüksekliklere tutunanları, insanların büyük çoğunluğunu, neredeyse dünyadaki tüm insanları gerçek deliler olarak görüyorum, tımarhanelik deliler. ‘Saplantı’ diye neye derler? İnsanları egemenliğine almış bir düşünceye. (…) Örneğin, pek çok gazetemizde işlenen töre, yasa, Hıristiyanlık ve benzeri aptal ve boş laflar, saplantı ve kaçıkların zevzekliği değil mi? Ve içinde gezindikleri tımarhanenin çok büyük olmasındandır ki, özgürce dolaştıkları sanılmaktadır. Böyle bir kaçığın saplantısına dokunun da görün. Sizi arkadan vuracak kadar sinsi ve haindir.”

20 Ocak 2015 Salı

Özgecilik

Praying Hands - Albrecht Dürer
"Eğer biri Size şöyle karşılık verse: Tanrı’ya, vicdana, vazifelere ve yasalara uyma gerekliliği, tüm bunlar Sizin kafanıza, yüreğinize tıka basa doldurulmuş ve Sizi delirtmiş yalandan bahanelerdir - Ne düşünürdünüz o zaman? Ve aynı kişi, neden doğanın sesinin Sizi ayartacağından bu kadar emin olduğunuzu sorarsa? Ve hatta Sizden meseleyi tersine çevirip, Tanrının ve vicdanın sesinin şeytanın işi olduğunu düşünmenizi talep ederse? Bu türden kötü insanlar vardır; onlarla nasıl baş edeceksiniz? Karabaşlara, annenize, babanıza ve iyi insanlara güvenemezsiniz, çünkü onlar sizi ayartanlar olarak adlandırılıyor; gençleri hakikaten ayartanlar ve felakete sürükleyenler; kendini aşağılamanın ve Tanrıyı yüceltmenin tohumunu durmaksızın ekip, genç yürekleri çamura sürükleyen ve genç kafaları aptallaştıranlar deniyor onlara.
Ve bu kimse sözlerine şöyle devam eder: Tanrının buyrukları ve diğer buyruklarla kimin için ilgileniyorsunuz? Herhalde sadece Tanrı’nın hatırı için yaptığınızı düşünmüyorsunuz. Hayır, yine  - Kendiniz için yapıyorsunuz. - Demek ki burada da baş mesele Sizsiniz ve her biriniz kendi kendine şunu söylemelidir: Ben Kendim için Herşeyim ve ben Herşeyi Kendim için yaparım. Eğer Tanrı’nın, buyrukların (vb) Size sadece zarar verdiğini, Sizi kısıtladığını ve felakete sürüklediğini görseydiniz: Hepsini kesinlikle İçinizden fırlatıp atardınız, tıpkı bir zamanlar Hıristiyanlar’ın, Apollo’yu, Minerva ‘yı  ve çok tanrılı töreyi lanetledikleri gibi.  Elbette ki Hıristiyanlar bunların yerine İsa’yı ve ardından Meryem’i ve Hıristiyan töresini getirdiler; ancak bunu da kendi ruhlarının selameti için yani egoizm ve Kendi-Olma adına yaptılar."
                                                                                                               Max Stirner 


Şöyle bir hatıra vardır: 15. yüzyıl ressamlarından Albrecht Dürer, abisi ve babasıyla beraber yemek masasında oturmaktadırlar. Kuyumculuk ve madencilik gibi işlerle uğraşan babası günde 18 saat çalışmaktadır. Buna karşın o akşam, o masada çocuklarına, yalnızca ikisinden birini okutabileceğini söylemiştir. Resme yeteneği olan bu iki kardeşten biri babasıyla madenlere çalışmaya gidecek, şanslı olan ise resim dalında yüksek öğrenim görebilecektir. Yazı tura atışını Albrecht Dürer kazanır ve eğitim almak için evinden ayrılır. Resim yüksek eğitimi aldığı dört yıl boyunca babası ve abisi Dürer'e yardım eder.

Aradan geçen dört yıldan sonra, Dürer'in resimleri satmaya ve kendisi de para kazanmaya başlar. Dürer'in verdiği bir akşam yemeğinde abisine artık ona destek olabileceğini ve dilerse onun da resim eğitimine başlayabileceğini söyler. Dürer'in abisi, madenlerde çalışmaktan deforme olmuş ve artık fırça tutmaz hale gelmiş ellerini gösterir. İşte üstteki "Praying Hands" tablosu da böyle bir hikayenin neticesinde üretilmiştir...

Bu hikayede kendi hayatından neredeyse vazgeçen bir adanmışlık sözkonusudur. Özgeciliğin bir adım ilerisi denilebilir belki buna. Özgecilik ise başkalarının yararını da kendi yararı kadar gözetme manasındadır. Yani Özge'leri sevmek değildir :) Peki ama bir insan başkasının yararını da kendi yararı kadar, kendi yararı derecesinde gözetebilir mi?!

A Torinoi Lo (Film) - Bela Tarr
Bu bana kalırsa pek mümkün değil. Bir insan kendi yararına olmayan bir eylemi gerçekleştirebilir mi?! Eziyet çeken bir hayvanı koruma içgüdüsü insandaki ayna sinirlerin varlığına yoruluyor. Yani insanın en nihayetinde kendini karşısındaki canlının yerine, kendisini de o durumda görmemek adına koyduğu düşünülüyor. Çünkü bizim toplumumuzda en nihayetinde kurban kesmek eylemi içselleştirilmiş. Bunu hayvan hakları veya vejetaryen sağduyusu bağlamında değerlendirmiyorum. Sanırım burası açıktır. Bunu nasıl değerlendirdiğimi önce Milan Kundera'nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği kitabından şu alıntıyla açıklamak istiyorum:
"Yaradılış Kitabı, Tanrı’nın insanlara hayvanlar üzerinde egemenlik verdiğini söylüyor, ama bunu O’nun hayvanları insanlara emanet ettiği biçiminde de yorumlayabiliriz pekala. İnsan gezegenin efendisi değil, sadece yöneticisiydi ve sonuçta yalnızca gezegenin yönetiminden sorumluydu. Descartes önemli bir adım attı; insanı “maitre et proprietaire de la nature” (doğanın efendisi ve sahibi) yaptı. Hiç kuşkusuz bu adımla hayvanların ruhu olduğunu kesinkes reddedenin o olması arasında da derin bir bağ var. İnsan efendi ve sahiptir, diyor, Descartes, hayvansa sadece bir otomat, hareket eden bir makine, bir machina animata. Hayvan yakındığında, bu yakınma değildir; sadece kötü çalışan bir makinenin hırıldamasıdır. Bir vagon tekerleği gıcırdadığında, vagon acı çekiyor anlamına gelmez bu; sadece tekerleğin yağlanması gerekmektedir. Demek ki, laboratuvarda canlı canlı kesilen bir köpeğe üzülmek için neden yoktur."
Kundera, Descartes'ın böyle söylediğini ileri sürüyor ve sonra kitabının bir başka yerinde şöyle bir tespit yapıyor:
"Gerçek insan iyiliği, ancak karşısındaki güçsüz bir yaratıksa bütün saflığı ile, özgürce ortaya çıkabilir. İnsan soyunun gerçek ahlaki sınavı, temel sınavı, onun, merhametine bırakılmışlara davranışında gizlidir: Hayvanlara. Ve işte bu açıdan insan soyu temel bir yenilgi yaşamıştır, o kadar temel bir yenilgi ki, bütün öteki yenilgiler kaynağını bundan almaktadır."
Bir de şu sahne geliyor insanın gözünün önüne: Turin’deki otelinden çıkan Nietzsche. Bir arabacının atını kırbaçladığını gören Nietzsche atın yanına gidiyor, kollarını hayvanın boynuna doluyor ve gözyaşlarına boğuluyor. Bu 1889’da oldu; o sırada Nietzsche de insanların dünyasından elini eteğini çekmişti. Başka bir deyişle, tam akıl hastalığının patlak verdiği sıralar. Nietzsche bu olaydan sonra üç gün eve kapanmıştır ve bu üç gün boyunca tek kelime konuşmamıştır. Bundan sonra söylediği ilk cümlenin “Mutter, ich bin dumm."(Anne, Ben aptalım!!!) olduğu söylenir. "A torinoi lo"(Torino Atı) filminde ise Bela Tarr, Nietzsche'nin bu duygu yüklü anısını karşı yönden alır ve atın sahibi ve kızını film eder. Yoksa aslında, gün aşırı sadece patates yiyen ve varlıklarını bu çelimsiz atın gidişine borçlu olan insanlara mı üzülmelidir/üzülmeliydi? Nietzsche neden ben ne kadar da aptalım demiştir? Milan Kundera sözlerini şöyle bitiriyor: "Ama tam da bu nedenle, yaptığı harekette derin anlamlar buluyorum ben; Nietzsche attan Descartes adına özür diliyordu. Deliliği at için gözyaşlarına boğulduğu an başladı. işte benim sevdiğim Nietzsche bu."

Stirner, bir insanın karşısındaki bir insanı sevmesini; o insanın bu sevgiye değer olmasıyla nitelendiriyor. Yani bu duygu kendisine iyi geldiği için karşısındakine bir arzu veya aşk duyuyoruz. Biz kendi yararımıza olmayan bir iş yapmıyoruz. Gizli veya açık her iş bize yarıyor. Bunu itiraf etsek veya edemesek de bu böyle. Bu bariz veya bulanık olsa da bu böyledir.

4 Ocak 2015 Pazar

Hayatta Kalma İçgüdüsü ve İntihar

Paul Cézanne - Still Life with Skull
"Yalnızca gerçekten ciddi bir tek sorun var: İntihar."   Albert Camus
Bu aslında ilk söylendiğinde çok kolay bir bilgiymiş gibi geliyor ama bana kalırsa üzerinde oldukça düşünmek gerek. 

Sözgelimi bir ağacın altında otursam ve kafama bir elma düşse dalında. İlk önce Isaac Newton'ın yaptığı gibi yerçekimini düşünmezdim. İlk önce elmayı ısırır ve şöyle derdim: "Gerçekten bu elmanın bana yarayışlı olması çok enteresan. Ben bu zamana kadar varlığımı onun çok dışında bir konumda tanımladım. Ama açıkça görülüyor ki, benim varlığımı devam ettirmem, tamamen bu elmayı tüketmeme bağlı. Bu elma olmazsa ben de olmam".

Hani Voltaire demiş ya; "Tüm duyarlı nesneler, aynı günde doğmuş benim gibi acı çeker, benim gibi ölürler. Kartal ödlek kurbanı üstüne çullanmış... Titreyen organları kanlı gagasıyla parçalar. Savaşın toz dumanında yuvarlanan adam; can çekişen arkadaşının kanıyla kanı karışmakta, beklerken leş kargalarına yem olma sırasını. Evet, her kişide tüm dünya sızlanmakta. Hepsi ıstırap için doğmuş, birbirini yok etmekte. Peki, bu korkunç kaos ne için? Her birimizin acısı hepimize mutluluk mu dersin! ne kutsanacak dünya, öyleyse!!!"

Bu gerçekten hayli enteresan bir durum. Biz kendimizi doğa içinde sınıflandırırken daima, bedenimizle ve aklımızla beraber yekpare ama var olan diğer her şeyden izole bir şekilde tanımlıyoruz. Öyle düşünüyoruz ki, her şey varoluşunu son demine kadar sürdürme gayretinde, başka bir şey değil. Aslında şöyle bir derin düşünüldüğünde bunun da çok değişik boyutları olduğunu görürsün. Biz duyu organlarıyla dünyayı seyrederken elbette hayatta kalmak için çoğu zaman elimizden geleni ardımıza koymuyoruz ama organlarımız bile mesela, bir açıdan varolabilmek gayretindeler kendilerince. Onları hiçbir zaman kendimizden ayrı düşünmedik. Belki düşünmemeliyiz de ama hepimiz biliyoruz ki, antikorlar mikroplara karşı belki sadece ve sadece, kaynağı belli olmayan ya da bizim bilemediğimiz bir içgüdüyle varoluş mücadelesi vermekteler. Bütün organlar, belki dokular kendilerince varoluş mücadelesi veriyorsa, alkole veya sigaraya biz bilmeden karşı koyup uyum sağlamaya gayret gösteriyorlarsa öyleyse biz bir bütünlük müyüz? Varoluş kaygısını yalnızca yaşayan sistemler değil, alt-sistemler de kendilerince taşımaktadır. Belki bir kalbin tek amacı sadece varolmaktır; hangi bedende olursa olsun; tüm bu varolma içgüdüsü, tüm bu yaşamın kalbi yalnızca atmak isteyen bir "şey"dir belki.

Biz uzayda kendimize göre bir şey bulamıyoruz hiç. Bizim ihtiyacımız olan hava, su, toprak bileşimi hepsi burada. Şimdi burada kritik bir soru geliyor aklımıza. Biz bu yaşayan dünyanın sonucu muyuz yoksa sebebi miyiz? Bana kalırsa inançlıların ve inançsızların ayrıldığı temel nokta da burası işte. Sadece bakış açısından kaynaklanıyor her şey.

Kafama düşen elmanın bana yarayışlı olması ne kadar ilginç değil mi? Çünkü buna ben karar vermedim. Otonom sinirler sistemimin de bana uyum sağlayarak hayatta kalma mücadelesi için girmesine karar vermediğim gibi. Bütün bu yaşam benim bilincim dışında. benden önce de vardı, benden sonra da var olacaktır. O yüzden her canlı da tek ortak nokta, değişmez tek kaide vardır: hayatta kalma içgüdüsü ve o yüzden de felsefenin tek problemi vardır albert camus'nun dediği gibi: "intihar"...

1 Ocak 2015 Perşembe

Adam Smith - Milletlerin Zenginliği Üzerine

Adam Smith - Milletlerin Zenginliği
Milletlerin Zenginliği, 1776 yılında Adam Smith tarafından kaleme alınmış, ekonomi alanında, özellikle Dr. Quesnay'ın Ekonomik Tablosu'na ve dolayısıyla fizyokrasiye bir başkaldırı niteliği taşıyan eseridir. Milletlerin Zenginliği dönemi itibariyle düşünüldüğünde oldukça radikal fikirler öne sürmüştür denilebilir. Bugün bu fikirlerden pek çoğu kabul görmese de, bu kitapta önerilen serbest ticaret ve işbölümü gibi pek çok temel sav genel geçer ekonomik işleyişin temel dinamikleri arasındaki yerini korumaktadır. Warren Buffet'ın en sevdiği üç kitaptan birisi olan Milletlerin Zenginliği şeytani bir kitap mı yoksa, tüm ekonomik çerçeveyi uysal ve mantıksal bir yaklaşımla değerlendiren bir eser midir?

Milletlerin Zenginliği kitabının önemi sadece ekonomiye dair önermeleri ile alakalı değildir. Bu ekonomik önermeler sosyolojiye, felsefeye, stokastik matematiğe ve bunun gibi pek çok sosyal ve sayısal bilim dalına değen noktaları bulunmaktadır. Bu noktaları açıklamadan önce, Avrupa'da iktisadi düşünceyi açıklayan ekonomi ekollerine bakalım:

Fizyokrasi, XVIII. asır ortalarında Fransa’da ortaya çıkan bir İktisat Ekolü mensuplarına verilen genel ad. Fizyokratların öncülüğünü François Quesnay ve anne Robert Jacques Turgot gibi ünlü düşünürler yapmıştır. Onlara göre gelir ve servetin tek kaynağı vardır,o da tarımdır. Diğer bir deyişle, Fizyokratlara göre, üretim faaliyeti sonucunda kullandığı malzemeden daha fazla ürün yaratma gücüne sahip olan tek kaynak tarımdır.

Tarımın bu özelliğine karşın Fizyokratlar sanayi ve ticaretin verimsiz olduğunu, kullandıkları girdilerden daha fazla ürün sağlayamadığını savunmuşlardır. Fizyokrat Doktrin, kendinden önceki Merkantilizm ile tam bir çelişki içindedir. Çünkü merkantilistler milli servetin kaynağı olarak ticaretin önemini vurguluyorlardı.

Fizyokratlar ayrıca, ekonomik hayatta doğal düzenin varlığına inanmışlar ve devletin rolünün sadece ferdi mülkiyetin ve doğal düzenin korunması olduğunu belirtmişlerdir. Diğer yandan Fizyokratlara göre tarımın, servetin tek kaynağı olması dolayısıyla, ekonomide vergilendirilmesi gereken tek sektör de tarım olacaktır. Buna "tek vergi" görüşü adı verilir. Toplumu dört sınıfa ayırmışlardır. Bu sınıflar şunlardır : Verimli sınıf, yani tarımla uğraşanlar, mülk sahipleri, verimsiz sınıf ki tüccar, esnaf ve serbest meslek sahiplerini kapsar ve ücretliler yani işçiler. Onlara göre ilk üç sınıf bağımsız olup ekonomide aktif bir rol oynar. Çünkü bunlar ekonomik faaliyetlerini sürdürecek sermayeye sahiptirler.

İşçi sınıfı ise bağımlı ve pasif olup onların sınıf tasniflerinde ikinci derecede rol oynar. Fizyokratlar Adam Smith’i ve öteki İngiliz Klasik ekol mensuplarını büyük ölçüde etkilemişlerdir. Klasik Laissez - Faire Felsefesi ile Fizyokrat Doktrin arasında birçok noktada benzerlikler bulunabilir. Dr. Quesnay’in Tableau Economique adlı eseri (1758) ekonomide servet dolaşımının ve karşılıklı bağımlılık ilkesinin ilk temellerini atarak bugünkü düşünceye öncülük yapmıştır. 

Dr. Quesnay'ın iktisadi düşüncesi, mesleği olan doktorluğun, insan vücudunun doğasını ve doğal işleyişini temel alan görüşünden güç alıyordu. İnsan vücudundaki işleyişin doğallığı gibi ekonomi de benzer şekilde işlemeliydi.

Milletlerin Zenginliği kitabı önemli bir sav ve iddia ile açılıyor:
"İşbölümü ile ayrı bir zanaat haline gelen bu iş için yetişmemiş; (icadına, belki aynı işbölümünün sebep olduğu) o işte kullanılan aletlerin nasıl kullanıldığını bilmeyen bir işçi, son kertesine(derecesine) dek çalışmakla, günde belki bir iğneyi güç yapar; yirmi iğneyi ise hiç yapamaz. Ama, şimdiki yapılış şekliyle bu iş, başlı başına bir zanaat olduktan başka, çoğu yine ayrı birer iş olan bir sürü kollara ayrılmıştır. İşçinin biri teli çekip gerer; bir başkası bunu düzeltir; bir üçüncüsü keser; bir dördüncüsü ucunu sivriltir; bir beşincisi baş geçebilmesi için tepesini ezer. Başı yapmak iki üç ayrı işlemi gerektirir. Başı tepeye takmak ayrı bir iştir. İğneleri ağartmak bir başka iştir. İğneleri kâğıda sıralamak bile, başlı başına bir zanaattır. Önem taşıyan iğne yapma işi böylece aşağı yukarı on sekiz ayrı işleme bölünmüştür. Kimi fabrikalarda bütün bunları başka başka işçiler yapar. Ötekilerde ise aynı işçi, bunların kimi zaman ikisini üçünü birden yapar. Ben, yalnız on işçi çalıştırdığı için, bir kısım işçilerin bu işlemlerden ikisini üçünü birden yaptıkları bu tür küçük bir fabrika gördüm. Pek yoksul ve bu yüzden gerekli aletler bakımından kötü donatılmış olmasına karşın, işçiler sıkı çalışınca, aralarında günde on iki libre kadar iğne yapabiliyorlardı. Her librede, dört binden çok orta boy iğne bulunmaktadır. Demek, bu on iki kişi bir arada, günde kırk sekiz bini aşkın iğne yapabilmekte idi. Şu halde, kırk sekiz binin onda birini yapan her adam, günde dört bin sekiz iğne yapıyor sayılabilir. Oysa, birbirine bağlı olmadan, ayrı ayrı çalışsalar, bu belirli iş için yetişmemiş bulunsalardı, bunlardan her biri, günde teker teker, kuşkusuz yirmi iğne, belki bir tek iğne bile yapamayacaktı. Yani, yaptıkları çeşitli işlemlerin elverişli bölümü ve birleşimi sonucunda şimdi başardıklarının iki yüz kırkta birini muhakkak, dört bin sekiz yüzde birini ihtimal ki, beceremeyeceklerdi." (s. 26)
Adam Smith, işbölümünün üzerine yaptığı bu değerlendirme, bazıları tarafından bugünkü agresif kapitalist düzenin temeli olarak düşünülmektedir. Bununla birlikte, ne Adam Smith burada bir artniyetli yaklaşım sergilemiştir. Ne de bugünkü çalışma düzeni bunu arzulamaktadır. 

Bununla beraber iğne üretimi metaforundan yola çıkarak öngörülen bu verimlilik düşüncesi, iktisadi ve sosyal hayatın kökten değişmesinin ilk ve en güçlü basamaklarından biri olmuştur denilebilir. Guy Debord'un, Gösteri Toplumu kitabında şu değerlendirme belki de bu verimlilik düşüncesinin temel eleştirilerinden biri sayılabilir: 
"İşçinin ürününden ayrılığının genelleşmesiyle birlikte, tamamlanmış etkinlikle ilgili bütün birleştirici bakış açıları ve üreticiler arasındaki doğrudan kişisel iletişimin tamamı kaybolur. Ayrılmış ürünlerin birikimindeki ve üretim sürecinin yoğunlaşmasındaki gelişmeye uygun olarak birlik ve iletişim, sistemin yönetiminin alameti farikası (ticari marka) haline gelir. Ayrılığa dayalı iktisadi sistemin başarısı, dünyanın proleterleştirilmesi'dir."(s.21 madde 26)
Mikro sosyal boyutundan, makro boyuta kadar pek çok eleştirinin temeli olagelmiştir, Milletlerin Zenginliği. Örneğin William Easterly, The Tyranny of Experts kitabında, makro ekonomik değerler uğruna hiçe sayılan insan yaşamlarını irdelemiştir. "Büyüme rakamları" uğruna yaşanan, zulmü ortaya dökmüştür. Her şey, ekonomik göstergeler uğruna feda mı edilmelidir? İnsan yaşamının değeri nedir? Serbest ticaret, dönüşmüş, gelişmiş, doğanın sunduğu nimetlere, market raflarındaki paketlerden ulaşana kadar ilerlemiş! bir topluma dönüşünceye kadar ödenmek zorunda olan bir diyet mi vardır? Aynı zamanda bir ahlak profesörü olan Adam Smith şöyle diyor:
"Bununla birlikte, makinelerdeki bütün ilerlemeler, onları kullanma fırsatını bulanların türetmesi olmaktan çok uzaktır. Birçok gelişme, makine yapımının başlı başına bir zanaat haline gelmesi ile makine yapanların hüneri sayesinde olmuştur. Kimi ıslahlar ise, meslekleri hiçbir şey yapmayıp yalnızca her şeyi gözden geçirmek olan, böylece, birbirine pek uzak, hiç benzemez şeylerin özünü bir araya getirebilen filozof ya da kuramcı dediğimiz kimselerin marifetidir. Topluluğun gelişmesi ile, her uğraş gibi, bilim yahut kafa çalışması da ayrı bir yurttaş sınıfının başlıca veya biricik uğraşı ya da zanaatı olmaktadır. Yine bütün öteki işler gibi bu zanaat da, alt alta bir sürü çeşitli kollara ayrılmıştır; bunların her biriyle, başlı başına bir bilgin takımı ya da kümesi uğraşır. Başka her işte olduğu gibi bilimde de işin inceden inceye bölümlere ayrılması, mahareti artırır; zamandan tasarruf ettirir. Her kimse benimsediği alanda daha uzman olur. Başarılan işin toplamı artar. Böylece bilgi miktarı epey çoğalır."(s. 32)
Milletlerin Zenginliği, alışverişin, serbest ticaretin toplumları zenginleştireceği düşüncesini akıllara kazımaya çalışırken, temelde, bu gelişmenin, insan egosuna seslenmekle mümkün olduğuna işaret eder ve şöyle der:
"Köpeğin bir başka köpekle, hak ve insaf gözeterek, bile bile, bir kemiği bir başka kemik karşılığında değiş ettiği görülmemiştir. Hareketleri ya da doğal bağırışı ile bir hayvanın bir başka hayvana: "Bu benim, şu senin; ona karşılık sana bunu vereceğim" diye anlattığı görülmüş değildir. Bir hayvan, bir başka hayvandan yahut bir adamdan bir şey elde etmek istedi mi, hizmetini gereksindiği kimselerin yakınlığını kazanmaya çalışmaktan öte kandırma yolu yoktur. Köpek yavrusu, anasına yaltaklanır; sofradaki efendisi eliyle beslenilmek isteyen zağar, bin türlü şaklabanlıkla onun dikkatini çelmeye çalışır. Kimi zaman insanın da, kendi benzerlerine karşı aynı oyunlara başvurduğu olur. İstediğini yaptırmak için başka çaresi olmayınca, türlü dalkavukluklar edip, yaranarak onların lütfunu elde etmeye çabalar. Bununla birlikte, her defasında bu çareye başvurabilmek için vakti olmaz. Uygar toplulukta her an, bir sürü insanın işbirliğini, yardımına gereksinme duyulur. Oysa birkaç kişinin dostluğunu kazanmak için bütün ömrü hemen hemen yetmez. Hemen bütün öteki hayvan soylarında, olgunluk çağına erişince, her biri tamamıyla başıboştur. O doğal hali ile başka hiçbir canlı yaratığın yardımına ihtiyacı yoktur. İnsanın ise hemen bir düzine soydaşının yardımına ihtiyacı vardır. Bu yardımı yalnızca onların iyilikseverliğinden beklerse, eli böğründe kalır. Onların bencilliğini kendi lehinde ilgilendirip dilediğini yapmalarının menfaatleri gereği olduğunu onlara gösterebilirse, insanoğullarını razı etmesi olasılığı çoktur. Bir başkasına herhangi bir alışveriş önerisinde bulunanın, yapmak istediği budur: "Gereksindiğimi bana verin, siz de benden şu gereksindiğinizi alın." Buna benzer her önerinin anlamı, budur. Gereksindiğimiz bu lütufların en çoğunu böyle elde ederiz. Yemeğimizi, kasabın, biracının ya da fırıncının iyilikseverliğinden değil, kendi çıkarlarını kollamalarından bekleriz. Onların insanseverliğine değil, bencilliğine sesleniriz. Hiçbir zaman kendi ihtiyacımızı ağzımıza almaz, onların kendi faydasından dem vururuz. Bir dilenciden başka kimse, yalnızca hemşerilerinin iyilikseverliğine güvenmek yolunu tutmaz."(s.36)
Yaşamının son yıllarında Adam Smith'in Milletlerin Zenginliği eserini çevirerek, Almanca'ya kazandırmaya çalışan ünlü düşünür Max Stirner ise, sahip olma hırsıyla ilgili şunları söylemektedir:
"Sahip olma hırsı bir insana hükmediyorsa, o insan, bu efendinin emirlerine itaat etmek zorundadır ve günün birinde iyi yürekliliğe kapılınca bu ona bir istisna gibi görünmez mi tıpkı dindar inançlıların bazen Tanrı'nın yönetiminden çıkıp “şeytanın” hünerlerine aldanmaları gibi? Demek ki sahip olma hırsı taşıyan ve açgözlü insan Kendine-Sahip-Olan değildir, hırsının esiridir ve efendisi için yapmadan kendisi için yapamaz, - tıpkı Tanrı'dan korkan gibi."
Gerçekten de insan bu kadar rasyonel olabilir mi? Yoksa modernitenin, aydınlanmacı liberallerin kuklası mı olur? Max Stirner şöyle devam ediyor:
"İşte Tanrının sözlerini “evirip, çevirip” zırvalayan bu kişiler [Antik filozoflar] teologdur; peki, Tanrının “mevcut” sözleri olmasaydı, neyi evirip çevireceklerdi? İşte liberaller de “mevcut olanı” sadece evirip çevirirler."
Göz boyayan reklamlar, sürekli ego'yu besleyen ama gerçekte hiçbir şey sunmayan, çoğunluğu tek kalıba uydurabileceğini varsayan bu modern! dünya acaba insanı kendi özlerinden koparmakta mıdır? Yoksa insanoğlunun köken zaten pis kokulu balçığın içine mi saplanmıştır. Adam Smith, şöyle diyor:
"Kanton dolayında yüzlerce, çokluk söylendiğine göre, binlerce ailenin, toprak üstünde başını sokacak yeri yoktur; bunlar, sürekli olarak, kanallarla ırmaklardaki küçük balıkçı kayıklarında yaşar. Orada buldukları yiyecek pek devede kulak olduğundan, bir Avrupa gemisinden denize dökülmüş en iğrenç artıkları toplamaya can atarlar. Herhangi bir leş, örneğin bozulmaya başlamış, kokmuş bir kedi ya da köpek ölüsü, onlar için başka ülkeler halkına en mükemmel gelen gıda kadar makbuldür. Çin'de evlenmeyi şevklendiren şey çocukların kazançlı oluşu değil, onları ortadan kaldırmanın serbest oluşudur. Bütün büyük kasabalarda, her gece birçok çocuk sokaklara bırakılır ya da köpek enikleri gibi suda boğulur. Hatta, bu korkunç işi yapmak bazı kimselerin açıktan açığa geçimlerini kazandıkları bir görevmiş." (s.99) 
Yine de Adam Smith bazı noktalarda o kadar da serbestçi bir görüş sergilememiştir. Yaşamoyu boyunca değer kavramının altını doldurmaya çalışan ve "Bir çit boyunca güneşte ısınan dilenci, aslında dünyanın bütün hükümdarlarının arayıpta bulamadığı o barış ve tarafsızlığa adeta kendiliğinden sahiptir" diyen Smith, şunları da söylüyor:
"Bir zanaattan kimseler, güle eğlene zaman geçirmek için bile olsa bir araya toplandılar mı, söz döner dolaşır; gelir, halk aleyhine kötü bir kasta ya da fiyatları yükseltmenin bir yolunu bulmaya dayanır. Bu gibi toplantıları yürürlüğe sokabilecek ya da özgürlük ve adaletle bağdaşabilecek bir kanunla yasak etmeye gerçekten olanak yoktur. Kanun, her ne kadar bir zanaattan kimselerin arada sırada toplanmalarını önleyemezse de, bu gibi toplantıları kolaylaştırmak, hele onları gerekli kılmak için hiçbir şey yapmamalıdır." (s.167)
Ekonomik gelişmeler bunlar olunca Avrupa ile Eski ve Yeni Dünya arasında belirgin bir bakış açısı farklılığı oluşmuştu. Avrupa, adeta küllerinden yeniden doğuyordu. Üzerinden ölü toprağını da atmıştı. Sömürgeciliğin doğuşuyla beraber Altına Hücum da başlamıştı.
"Küba ile St. Domingo'nun yoksul ahalisi, saçlarına, giysilerinin ötesine berisine, süs olarak minimini altın parçaları takarlarmış. Onlara, bizim basbayağı çakıl taşlarının biraz güzellerine verdiğimiz kadar kıymet verdikleri, ancak toplama zahmetine değer buldukları, isteyene vermemezlik edemeyecek kadar değerli saymadıkları anlaşılıyor. Onları öyle pek değerli bir armağan sunuyormuş gibi görünmeden, ilk ricada, yeni konuklarına ikram ediyorlardı. İspanyalılar'ın, bunları ele geçireceğiz, diye deli olduklarına bakıp, şaşakalıyorlardı. Herhangi bir yerde, kendilerinde hep kıt olan yiyeceğin birçok kimsede böylesine fazla olduğu bir ülkenin bulunabilmesini, bunların, o pırıl pırıl cici bicilerin azıcığına karşılık, bütün bir aileyi yıllarca besleyecek yiyecek vermelerini akılları almıyordu. Bu onlara anlatılabilseydi, İspanyalılar'ın açgözlülüğü karşısında ağızları açık kalmayacaktı." (s.374)
Atalar sözüdür: Boşu boşuna oynamak, boşu boşuna çalışmaktan yeğdir, derler diyor Adam Smith. Avrupa, artık boşa çalmıyordu. O büyük devrim gerçekleşmişti. Adam Smith, uyuyan Avrupa toplumlarının uyanışını şu sözlerle ifade ediyor:
"Bu türlü türlü ödenekler arasındaki oran, ahalinin çalışkanlık veya tembellik bakımından genel niteliğini, her ülkede, kaçınılmaz şekilde belirler. Bizler, dedelerimizden daha çalışkanız. Çünkü şimdiki zamanlarda, amacı çalışmayı desteklemek olan ödenekler, iki üç yüzyıl önce, aylaklığı beslemek üzere kullanılmış olması muhtemel ödeneklerden çok daha fazladır. Atalarımız, çalışma yeter teşvik görmediği için aylaktılar. Atalar sözüdür: Boşu boşuna oynamak, boşu boşuna çalışmaktan yeğdir, derler." (s. 413)
Şimdi ise önemli olan tek unsur doğru iktisadi yolu bulmaktı. Çünkü sömürgelerini savunmak ve oradaki düzenini korumak için kıtalararası mücadeleler veren Avrupa ülkelerinin borçları katlanarak artıyordu. Bu konuya dair çarpıcı gelişmeyi, Adam Smith, kitabına eklediği ekonomik göstergelerde yıllar itibariyle açıkça göstermiştir ve yine açıkça, sömürgecilik politikasından derhal vazgeçilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. O güne değin, yalnızca sömürgeleriyle ticareti geliştiren bazı Avrupa devletleri, belirli ürünlerde tekel satıcı olabilmek ve belirli ürünlerde de yerli üreticiyi korumak için inanılmaz güçlü ithalat kotaları koyuyordu. Avrupa ülkeleri giderek bencilleşmiş ve ihracatı olabildiğince artıran, ithalatı da aynı derecede düşürme gayretine giren, korunmacı iktisat politikalarına yönelmişlerdi. Rusya bile, serbest ticareti öneren Fizyokratlara kapıyı gösteriyordu. Adam Smith, sakınmacı politikanın ticaretin genişlemesine ve ülkelerin zenginliğine vurulan en önemli ket olduğunu, gelişmenin önündeki en önemli engel olduğunu kitabında defalarca tekrar etmiştir.

Serbest ticaret ile ilgili gerçek şudur ki; paranın ve malın serbestçe dolaşımı katma değere yol açan bir sinerji ortaya çıkarıyor ve David Ricardo'nun "Klasik Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi'nde" iddia ettiğinin aksine karşılaştırmalı üstünlüğü bulunmayan ülkenin yitip gitmesine neden olmuyor.
İki yer birbiriyle alışveriş edince, denge başa baş ise, bu mezhep her ikisinin ne kayba uğradığını, ne de kazandığını varsayıyor. Ama denge, şu ya da bu derecede bir yana yatarsa, kesin denklikten saptığı oranda, bunlardan biri kaybeder, öteki kazanırmış. Her iki varsayım da yanlıştır." (s.553)
Bunlarla birlikte Adam Smith, pozitif dışsallığın da önemini şu sözlerle vurgulamıştır:
"Zengin bir adamın, nasıl kendi yöresindeki çalışkan kimseler için yoksul birisine kıyasla daha iyi müşteri olması ihtimali varsa, zengin bir milleti için de aynı şey geçerlidir. Gerçekte, kendisi sanayici olan bir zengin, aynı işle uğraşanların hepsi için çok tehlikeli bir komşudur. Gelgelelim, o semtte yaşayan diğer herkes, yani çoğunluk, onun masrafının kendilerine sağladığı mükemmel pazardan yararlanır. Onun aynı işte uğraşan daha yoksul sanayicilere göre ucuza satış yapmasından bile kâr ederler." (s.667)
Çalışan, tembellik uykusundan uyanan Dünya, Avrupa'dan doğan bu aydınlanmacı liberal ışıkla! kutsanmıştır artık. Sanayi devrimi, matbaanın bulunuşu ve hızla yükselen teknolojik hamlelerle dünyanın küreselleşmesi ve insanların iş dünyası ekseninde kenetlenmesi ve bilginin tam entegrasyonu süreci de başlamış oluyor böylelikle.
"Amerika'nın keşfedilip sömürge haline getirilmesinden, bir tek büyük ülke gibi düşünüldükte, Avrupa'nın elde ettiği genel faydalardan birincisini zevkini okşayacak nesnelerin çoğalması, ikincisiniyse çalışmasının artması oluşturur." (s.685)
Serbest ticareti bir öcü veya aydınlanmanın nuru olarak göstermek kesinkes yanlış bir tutum olacaktır. Milletlerin Zenginliği ile ilgili gerçek şu ki, bu önemli savların öne sürüldüğü 18. yüzyılda, Adam Smith, evet En başta Adam Smith bunun tüm sonuçlarını öngörememişti. Bu bir kusur değildir. Kapalı bir kutu olarak adlandırılan insan zihinlerinden oluşan toplumsal yapının nereye meyledeceğini öngörmek elbette imkansızdır. Fakat bu devrimci savların sonuçlarınıın ilk dereceden ne olabileceğini tahmin etmiştir, Adam Smith.

Sömürge ticaretini birden bire bütün milletlere açıvermek geçici bir tedirginlik doğurabileceği gibi, şimdi oraya çalışmasını yahut sermayelerini bağlamış bulunan kimselerin çoğunu ayrıca büyük bir sürekli zarara da uğratabilir. Yalnızca Büyük Britanya'nın tüketimini aşan seksen iki bin fıçı tütünü ithal eden gemilerin ansızın işlerinden oluvermeleri de, fazlasıyla hissedilecek kadar acı gelir. Merkantilist sistemin bütün düzenlemelerinden işte böyle acıklı sonuçlar doğar! Bunlar, devlet gövdesi içinde pek tehlikeli rahatsızlıklar çıkarmakla kalmaz. Öyle rahatsızlıklar çıkarırlar ki, hiç değilse bir süre, daha büyüklerine sebep olmadan o rahatsızlıkların çaresini bulmak çoğu kez güçtür. O halde, sömürge ticaretini adım adım nasıl serbestleştirmeli? İlk ağızda kaldırılmak gereken engellerle, en sonra kaldırılmak gerekenler hangileridir? Yahut, doğal olan tam serbestlik ve adalet sistemi adım adım ne tarzda geri gelmelidir? Bunların saptanmasını, gelecekteki devlet adamlarının ve kanun koyucuların yeteneğine bırakmamız gerek." (s.771)
Adam Smith'in sözleri bana Richard Feynman'ın, bir Budist Keşiş'inden aldığı şu nasihati hatırlatmaktadır:
"Sana çok büyük sır vereyim mi? Cennetin ve cehennemin kapılarını açan anahtar aynı anahtardır"
Gerçekten de Adam Smith'in sözleri çok ileriye atılan bir adım olmakla beraber, sonuçları açısından değerlendirdirildiğinde acı tatlı pek çok görüntüye sebep olmuştur. Peki özünde olan nedir? Bugün insanlar, bugünün teknolojisinde ve küresel bilgisinde kalmak koşuluyla geçmişin insani ilişkilerini, hatta ürünlerinde de geçmişin doğallığını aramaktalar. Bugünün gücüyle geçmişe uzanmaya gayret göstermektedirler. Belki de doğada her şey ödenecek bir diyet üzerine kazanılmaktadır. Ütopya'larda anlatılan o ideal komünler yoktur da, sadece sebepler ve bu sebeplerin doğurduğu sonuçlardan ibaret olan deterministik bir sistem vardır. Bizler ne Güneş'in çocuklarıyız ne de Tanrı'nın yeryüzüne tükürdüğü suratlar. Adam Smith'le bitirelim:
"Belli bazı mesleklerdeki başarı sayesinde erişilebilecek ereklerin (hedef) büyüklüğü, diriliği üstün ve gözü çok yükseklerde olan birkaç kişiyi bazen çaba sarfına hiç kuşkusuz kamçılayabilir. Bununla birlikte, en büyük çabaları doğurmak için büyük ereklere gerek olmadığı meydandadır. Yarışma ve birbirini geçmeye özenme, yükselip ilerlemeyi şöyle böyle mesleklerde bile istenilir bir erek haline getirir ve çoğu kez en büyük çabalara yol açar." (s. 861)