Pages

4 Aralık 2015 Cuma

Ben'in Büyük Problemi

Francisco Goya - Plague Hospital
"Ben, halklar ve insanlık ölünce doğarım. (...) Sen ey çilekeş Alman halkım – nedir acın, ıstırabın? Canlanamayan bir düşüncenin acısıdır seninkisi. Daha horoz ötmeden kaybolan hayaletin acısıdır. Yine de kurtuluşun ve mutluluğun hasretini çeker bu hayalet. (...) Kal selametle milyonların rüyası, çocuklarının binyıllık despotu, kal selametle! Yarın seni mezara taşıyacaklar; ve çok yakında kardeşlerin, diğer halklar, ardından gelecek. İşte o zaman insan alemi gömülmüş olacaktır. Ve ben, kendimin sahibi ben, onun gülen kalıtçısıyım!"                               
Max Stirner 

Bazen kendimi büyük bir okyanustaki bir su damlası gibi hissediyorum. Lisede coğrafya öğretmenimiz şöyle demişti; denizler hep dalgalıdır ama aslında bir su damlasının hiçbir yere gittiği yoktur... Ben de hayatımı uzun süredir böyle görüyorum. Kendi hayatımın seyircisiyim yine ve kendimi izlediğimde bir hareket görsem de aslında hep aynı yerdeyim.

Bütün insanlar belli gibi geliyor bana. Hiç böyle düşünüyor musunuz? Söylenmesi gereken her şey zaten söylenmişti ve bu yüzden geriye yalnızca göstergebilim kaldı. Bir yerde otururken arkadaşlardan biri, mesela bir kedi köpek ölse insanlar ayağa kalkıyor; ama yüz binlerce insan acı çekerken kimsenin umurunda değil; Suriye'liler hiçbir Avrupalı'nın umurunda değil... Şimdi burada söylenen şeyle veya hakikatle ilgilenmiyorum. Size düşündürmek istediğim şey bu değil. O an insanlara baktığımda, onların kimliklerini düşündüğümde bu durumu nasıl yorumlayacaklarını derhal sezinliyorum. Sonra kendimi düşünüyorum; evet, benim de ne söyleyeceğim belli. Ben bunun dışına çıkamam. Ben bu düşüncelere hapsolmuşum.

Yaşam bana tematik geliyor. Makro düzeyden mikro düzeye inildikçe; sadece büyük bir renk skalasında belirli bir noktaya odaklanırmışız gibi oluyor. Bana göre dünya büyük bir renk yelpazesi. Uzaktan bakınca belirgin şekilde sarı mavi kırmızı filan görüyoruz; bunların özde birbirlerine karşı genel geçer bir üstünlüğü olamaz. Ama dalga boyları; frekansları filan farklı... İnsanlar da böyle geliyor işte bana. Her ülke - ülke diyelim - farklı bir renk gibi. Sonra ülkelerde toplumu derinlemesine inceleyince, yani renk skalasına derinlemesine yaklaştıkça; o rengin de tonları olduğunu görüyoruz. Mikro düzeye inildikçe bu fay hatları artıyor işte.

Gözlerimi kapatıp düşünüyorum; bazen kendimi bir gökdelenin tepesinde veya 19. Yüzyıl fransız sosyetesinde verilen bir akşam davetinde düşünüyorum. Hiçbir zaman orada olmadım. Ama oradaki insanları nasıl düşündükleri belliymiş gibi geliyor bana. Evet, belki tv'nin, yazılı medyanın ya da marcel proust'nun bana kazandırdığı bir görüştür bu. Oradaki insanlar şaşırtıcı bir şey yapamazlar mı? Elbette yaparlar. Ama bu bile varoluşçu çevrenin yaydığı bir virüsle olur. Bütün yakın çevremiz bizim üzerimize, bilincimize çöküyor gibi geliyor bana. Yurtdışına çıkıyorum; ilk defa gittiğim yerler. İşte bu insanların böyle olması, cafelerde böyle oturması, şöyle düşünmesi filan hep bilindik şeyler.

Yazdıklarıma bakıyorum da istediğim şekilde anlatamadım derdimi. Yeni bir şey söyleyemem ben. Bir örümcek ağına yakalanmış sineğin, rüzgardaki sallantısı gibiyim. Az sonra ne olacağı belli. Bu bulantı bazen konuşmamı engelliyor; konuşmak istemiyorum. Zaten ne söyleyeceğim belliyse, öyleyse neden konuşayım ki?! Dünya koca bir tiyatro oyunu gibi, herkes bir kimliği temsil ediyor; herkesin bir atom yapısı var; kimi iyonik halde; kimi kararsız bilmemne. Ama na ve cl bir araya gelince tuz olması gibi hep aynı şeyler oluyor işte. Biraz da bir bombanın patlayışına benzetiyorum dünyanın ilerleyişini. Bildiğiniz üzere, bir bomba patladığında artık onu kimse durduramaz. Evren bütün gücüyle bile karşı çıkamaz ona. Bir bomba patladığında; buradan çıkan amansız güç belirli bir etki alanı yaratacaktır; bir şeylerin içine genişleyecektir ve yapılabilecek tek şey buna karşı bir reaksiyon vermektir. Bütün yaşamış ve yaşayan canlılık patlayan bir bomba gibi. İsterseniz onun var gücünüzle üstüne çökün, patlamış bir şey patlamıştır ve bu reaksiyonlar zinciri bir müddet entropi ile beraber sürecektir.

Bir defasında, üniversite yıllarımda, kantinde sınava kalan son saatlerimizde ders çalışıyordum arkadaşlarla. Bir tane arkadaşım vardı. Konulara acayip yaklaşımlar getiriyordu. Düşünce yapısı sürekli kendini doğrulama hevesi gösteren yanlış bir olumlama içeriyordu. Yani sürekli böyledir zaten, bu da şuradan geliyor diyerek kesinlikle yanlış işler yapıyordu. Konudan iyice sapmıştı. Dersleri iyi değildi zaten. Ama bu dersten de kalacaktı bu gidişle. Buradaki karakter vurdumduymaz, haylaz bir karakter değil; kendi kafa yapısını, ne söylerseniz söyleyin kendi yanlışları olumlayan bir insan.

O anda diğer üç arkadaşla birbirimize baktık. Bir şey söylemedik. Ama artık ona bir şeyler anlatılamayacağını biliyorduk. Çünkü arada bir set duvar vardı. İşin aslı o kadar özgeci (digerkamcı) da değildik. Yani onu çok düşünüp, yeter artık kır şu zincirlerini diyemeyecek veya demeyecektik. Bu çaresizliği bıraktık. İnsanın, kendisi için işlerin kötüye gideceğini gördüğü insanlara yardım edemediği, nedense o kişi bu karanlığa sürüklenirken sadece izlediği zamanlar vardır. Basit önyargılarınızla buna şerefsizlik demeyin. Bu başka bir duygu.

Neyse o anda şöyle düşündüm; benim de kişiliğimde bu gibi veya benzer saplantılar olmalı. İnsanlar belirli bir noktada beni de salıveriyorlar. Tabii algı dünyasında kimin kimden üstün olduğu bu ilk kantin olayındaki kadar aşikar değil. Neyse kimliğimi bulmaya yöneldiğim bu anda kendi hayatımın seyircisi olmaya karar verdim. İşte bu noktadan sonra bana söylenen her şeyin ve benim söylediğim her şeyin aslında bıkkın ve bitkin bir tekrardan başka bir şey olmadığını anladım. Hepimiz hakikati bulduğumuzu sanıyoruz. Oysa her şey bir renk yelpazesi, bir frekans gibi. Her şey çok flu.