Pages

11 Mayıs 2016 Çarşamba

Para En Değersiz Şeydir ya da Para Para Para

Diego Velazquez - Las Meninas
"Gerçeğin kriteri benim, ben ise bir düşünce değilim, düşüncenin üstündeyim yani söylenemez bir şeyim."     Max Stirner
Dünyada iyi veya kötü diye hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla her şey bir görünümden ibarettir. Biz ise isimlendirerek her şeyi yanlış ve eksik yorumlamaya devam etmekteyiz.

İyi olan nedir? Nietzsche şöyle demiştir; "Seni öldürmeyen şey, güçlü kılar". Bu cümle eksik bir ifadedir ve devamı olmalıdır; "Seni iyileştiren şey, zayıflık tehlikesi yaratır." Nietszche'nin söylemi, bütün beylik laflarda ve hemen hemen bütün ideallerde ve ütopyalardaki temel bir yanlışı göstermektedir; kötülüğün var olduğu ve kötülükten kaçınılması gerektiği; güzel güneşli günler için bir yolun mutlaka olduğu. Bütün bu paradigmadaki temel yanlış nedir? Buradaki temel yanlış bakış açısından kaynaklanmaktadır.

Aslında iyilik görünümü kötülüğün var olduğu sanrısına neden olmaktadır. Halbuki ne iyilikler iyidir; ne de kötülükler kötü. Erich Fromm'un dediği gibi; "Parçalayarak yok etme içgüdüsü yaşanmamış bir hayatın tepkisidir".

The Third Man (Movie)
The Third Man filminde meşhur bir replik vardır; Filmin en ünlü sahnelerinden birinde, lunaparktaki devasa dönme dolaba binmiş olan Lime (Orson Welles) yukarıdan bakıldığında karıncalar gibi gözüken insanlara küçümseyerek bakar ve şu meşhur sözleri sarfeder:

"...İtalya'da 30 yıl boyunca Borjiyalar hüküm sürdü, bu süre içinde hep kan döküldü, cinayetler işlendi yani hep savaş, kıyım ve terör vardı. Ama Michelangelo, Leonardo da Vinci ve Rönesans'ı da onlar yarattı. Oysa İsviçre'de 500 yıl boyunca barış, kardeşlik ve demokrasi vardı, ama buna karşılık ne yaratabildiler? Sadece guguklu saati!"

İşlediği suçları ve cinayetleri haklı gösterebilmek için Lime'ın sarfettiği bu pervasız replik Graham Greene'in özgün senaryosunda yer almıyordu, senaryoya Orson Welles tarafından ilave edilmişti. Peki barış kardeşlik ve huzur ortamı gerçekten çok önemli miydi? Çünkü Rönesans aydınlanması, Fransız İhtilali hep kan, gözyaşı dolu dünyalardan çıkmıştır. Tıptaki, insan bedeni üzerine yapılan çalışmalar en çok 1. ve 2. Dünya Savaşları'nda önemli aşama kaydetmiştir. Ya da şöyle soralım; guguklu saat üretmek o kadar kötü mü? Meksikalı balıkçılıkla uğraşan köylü, kapitalizme aldanmayıp, her gün 2 balık tutup pişirse ve öğleden sonraları uyuklayarak geçirip, akşamları eşiyle fiesta yapsa bu dünyada yeterli olmaz mı? İlla kapitalizme aldanıp, gölgesinde serinlediği ağacı kesip satarak, ardından kapitalizmden gölge mi satın almalıydı?

Bu yüzden bu yazının başlığı Napolyon'un para, para, para ifadesiyle ve ünlü iktisatçı David Ricardo'nun, "para en değersiz metadır" söylemiyle açılmıştır. İddia o ki Napolyon'a şöyle demiş İspanyollar;

- Siz para için savaşıyorsunuz; biz İspanyollar ise şan, şeref ve onurumuz için savaşırız!

Napolyon ise şöyle yanıt vermiş;

- Doğru, herkes kendinde olmayan şey için savaşır.

Bu sözün gerçekliğini tam bilmiyorum ama Napolyon için para önemli bir güç kaynağıydı şüphesiz. David Ricardo ise, para en değersiz metadır derken şunu kast etmekteydi; paranın tek başına, bir meta olarak, hiçbir kullanımı yoktur. Tuvalet kağıdı bile bir ihtiyacınıza yanıt verebilecekken, parayla, örneğin bir ıssız adaya düşseniz, hiçbir şey yapamazsınız. İnsanların paraya atfettiği değer dışında, paranın bir değeri yoktur. Dolayısıyla para değerli bir şey midir, değersiz bir şey midir? 

İçinde bulunduğumuz yüzyıl finans skandallarıyla çalkalanmıştır. ama acaba düşündünüz mü, etik dışı olarak nitelendirilen davranışlar; insandan mı dışarı yayılmaktadır; yoksa dışarıdan mı insanı baskılamaktadır? Yani Enron skandalını, panama belgelerini düşünelim; bir sistem açık verdiğini gösterdiğinde kaç kişi bundan faydalanmayacaktır?! yoksa gerçekten de kimse sınanmadığı günahın masumu değil midir?

Sizi taoizmin kurucusu Lao Tzu'nun çok sevdiği bir hikayeyle başbaşa bırakıyorum; bu öykü Çin düşünürü Lao Tzu'nun zamanında geçer. Lao Tzu bu öyküyü çok sever, sık sık anlatırmış hatta. Efendim köyde bir yaşlı adam varmış. Çok fakir. Ama kral bile onu kıskanırmış. Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki. Kral at için ihtiyara neredeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.

"Bu at, bir at değil benim için. Bir dost. İnsan dostunu satar mı" dermiş hep.

Bir sabah kalkmışlar ki, at yok.

Köylü ihtiyarın başına toplanmış.

"Seni ihtiyar bunak. Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler.

İhtiyar "Karar vermek için acele etmeyin" demiş. Sadece 'At kayıp' deyin. Çünkü gerçek bu.. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez."

Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler.

Ama aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş.

Köylüler, ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler.

"Babalık" demişler. "Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için. Şimdi bir at sürün var." 

"Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?" 

Köylüler bu defa ihtiyarla dalga geçmemişler açıktan ama, içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye geçirmişler.

Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış.

Köylüler gene gelmişler ihtiyara.

"Bir kez daha haklı çıktın" demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler.

İhtiyar "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş. "O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez." Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş.

Köylüler, gene ihtiyara gelmişler.

"Gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer." 

"Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar. Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde."

Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlarmış, etrafına anlattığında: 

"Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz."