Pages

27 Ağustos 2017 Pazar

Dilin ve Sözcüklerin Yetersizliği Üzerine

Paul Cézanne - Still Life with Apples
"Kısacası zihinsel hayatımızda muğlaklığın hak ettiği yere yeniden oturtulmasıdır, ki buna dikkat çekmek için sabırsızlanıyorum". William James
Gertrude Stein otomatik yazma denemeleri yapan bir yazardı. Böylece zihnin en karanlık köşelerini aydınlatmaya çalışıyor ve dilin, belirgin yapısının insan zihnini ve düşüncelerini yeterince ifade edemeyeceğini düşünmeye sevk ediyordu okurlarını. Tender Buttons (Sevecen Düğmeler) adlı kitabında "kırmızı güller" hakkında yazdığı şey şuydu; "pembe kesik pembe, bir çöküntü ve satılmış bir delik, biraz daha az sıcak". Stein'ın tuhaflıkları ve absürt cümleleri bununla sınırlı değildir. 

Dile ve insan hayatına etkilerine ilişkin bahsetmek istediğim şey, onun yapısının zayıflığı ve buna rağmen bilince ilişkin yaptığı baskıdır. Günümüze kadar pek çok -izm insanları etkisi altına aldı. Pek çoğu insanları farklı şekillerde etkilemişti aslında. Her biri insanlara farklı bir yönünü gösteriyor ve en önemlisi her biri farklı bir sorun olarak kendini yansıtıp, bambaşka fay hatlarına yol açıyordu.

Burada bilinmesi gereken şey hemen hiç kimsenin, hatta bir düşünce eğilimini ilk kez belirtenin dahi ona sahip olamamasıdır. Hiç kimse belirli bir düşüncede olamaz. Çok koyu birşeyizm taraftarı olan birinin, yeri geldiğinde bunu esnetecek ve çok yoğun topluluk duygusuna ve ruhuna rağmen, buna ters düşecek bir espri yapması anı gibi. 

Daha özele inelim. Psikolojik sorunların isimlendiriliş anı insanı mahvediyor. Hiç kimse şizofren, deli, anksiyete veya borderline değil. Ne demek istediğimi şöyle izah edeyim. Bu kişiler bu psikolojik sorunlara sahip olsa bile öyle değiller. Çünkü bu kelimeleri ve bunların ardında gördükleri tanımları duydukça mahvoluyorlar. Bunların hiçbiri onlara ait değil. Bu kelimelerle ifade edilen şey sadece bir görünüm. Ama insanlar tanımları ve dilin hakikatleri yansıtamayan zayıf varlığını gördükçe, bu problemleri, tekleyerek çalışan zihinlerinde çözemeyip, benliklerinin kimyasını bozuyorlar. Bir sorunla baş etmenin en mükemmel yolu, bir soruna sahip olmadığını bilmektir. Bir hedefe ulaşmanın en güzel yolu o hedefe belli belirsiz koşmaktır; hatta o hedefi unutmak, onu umursamamaktır. daha iyi ifade etmek için logoterapi kavramını ortaya atan Viktor E. Frankl`ı sözlerine bakalım;

“Başarıyı amaçlamayın. Bunu ne kadar amaç haline getirip bir hedefe dönüştürürseniz, kaçırma olasılığınız da o kadar artar. Çünkü mutluluk gibi başarının da peşinden koşamazsınız; kendisi ortaya çıkmalı, kendisi oluşmalı ve sadece kişinin, kendinden daha büyük bir davaya kişisel adanışının amaçlanmayan bir yan etkisi olarak ya da kişinin kendini başka bir insana bırakışının bir yan ürünü olarak oluşmalıdır. Mutluluğun kendiliğinden olması gerekir, aynı şey başarı için de geçerlidir: Ona aldırış etmeyerek, kendi kendine olmasına izin vermeniz gerekir. Bilincinizi dinlemenizi ve bilginiz dahilinde bilincinizin sizden yapmasını istediği şeyi yerine getirmek için elinizden geleni yapmanızı istiyorum. O zaman, uzun vadede —uzun vadede diyorum!— başarı sizin peşinizden gelecektir, çünkü başarıyı düşünmeyi unutmuşsunuzdur.”

Bundan 50 sene önce "çiçek çocuklar" ve davaları önemliydi. Meşhur karikatürist Robert Crumb belgeselinde şunlar geçer; 

Kameraman: 60'larla bağdaşmış olman oldukça ironik. Çiçek çocuk meselesine pek uyum sağlamış gibi görünmüyorsun.

Crumb: Denedim! Buraya her gün gelir, onlardan biri gibi olmaya çalışırdım. Temel amacım, bedava sevgi olayından yararlanmaktı. ama o konuda çok iyi  değildim. İnsanlar narkotikten misin diye sorarlardı. Karşılıklı birbirinizi överken sizden uzaklaşırlardı. Ben şu an tam da öyleyim.

Janis Joplin'in bana verdiği öğüdü hatırlıyorum. "Crumb, senin sorunun ne? Kızlardan hoşlanmıyor musun?" Ben de, "Elbette kızlardan hoşlanıyorum, sen ne diyorsun?" dedim. Dedi ki, "Sadece saçını uzat, saten, dalgalı bir gömlek edin. kadife ceketin, İspanyol paça pantolonun ve platform ayakkabıların olsun." "Öyle yolunu bulursun." Bunları yapamadım işte. Bütün bunlar bana çok aptalca geliyordu, ayak uyduramadım.

William James, "dil, bizim hakikat algımızın aleyhine çalışır", demiş. Çünkü sorunlarımıza keyfi tanımlar koyarak kendimizi sıkıştırıyoruz. Bütün bu süreç, sloganlarla, kampanyalarla, konjonktürün oluşturduğu steryotiplerle çözülebilecek sorunlar yumağına odaklanmak belirgin ve bunun nihai bir amaç gibi görünmeye başlamasıyla devam ediyor. Hemen her şey indirgemeci, pozitif bilimin çözebileceği bir sorunmuş gibi algılanmaya başlıyor. 

3 Şubat 2017 Cuma

Şimdinin Geçmişten, Bireyin Toplumdan ve Her Şeyin Her Şeyden Ayrışması


"Atlar bayağı şanslı, çünkü her ne kadar onlar da, bizler gibi, savaşın ceremesini çekiyorlarsa da, hiç olmazsa onu desteklemeleri, gereğine inanır gibi yapmaları beklenmiyor onlardan. Bahtsız, ama özgür atlar!. Galeyan denen o kaltak, maalesef! bize mahsus…" Louis-Ferdinand Celine - Gecenin Sonuna Yolculuk
Goethe'nin Faust adlı eserinde şeytan olan Mefisto, Dr. Faust'a teklifte bulunur:

"Arzularını şimdi yerine getireyim, uzak gelecekte ruhun benim olsun". An, bu yüzden çok önemlidir. Pek çok psikolojik model ve etkileşimler (sürü davranışı, çıpalama etkisi, stres, duygusal faktörler vs.) bireyin davranışının ve tutumlarının belirlenmesinde, An'da yaşadığı etkileşimlerin kuvvetli oluşuna değindir.

Örneğin erteleme hastalığı olarak bilinen "procrastination" da, An'da yaşayan insanın zaafı söz konusudur. Procrastination'dan muzdarip olanların beyninde, bir tane eğlence şebeği gibi bir şey vardı. Ne zaman çalışmak istesek, odaklanmaya karar versek, kafamızdaki o şebek, dur şu videoyu izleyeyim; dur önce bunu bir halledeyim diyerek, eğlenceli gibi gelen bir takım ıvır zıvırla beynimizi dolduruyormuş. Bunun sebebi de, gelecekte, sorumluluğunu yerine getirmediği için acı çekecek kişiliğimizi, şu andaki varlığımızla bağdaştıramıyor oluşumuzmuş. Yani gelecekte, işini yapmadığı için pişmanlık çekecek o kişi, sanki biz olmayacakmışız gibi davranıyormuşuz. Bir bakıma kendi geleceğimizi, kendi benliğimizden ayırarak düşünüyormuşuz. Bu da yaptığımız işi ciddiyetle ele almamızı engelliyormuş. World Economic Forum'da yayınlanan yazıda The Simpsons dizisinden örnek video gösterilmiş; zehirli bir şeyi içmek üzere olan Homer Simpson, başına gelebilecek sorun için, "Bana ne!!! O gelecekteki Homer'ın sorunu" diyebiliyor.



Yaşantımızı sürdürürken bu gerçeğin farkında değiliz gibi görünüyor. Bugünü, dünden ve yarından, An'ı bugünden, özneyi nesneden ayırmak gerekiyor. Yıldızların uzak bir geçmişte kalan ışıklarını görmemiz gibi; kuantum dünyasından bakınca aslında şeylerin birbirine temas etmemesi gibi, zamanın göreceli olması gibi bir gerçek bu.

Fakat yeryüzündeki geçmişimize baktığımızda şöyle bir gerçeğin ayırdına varırız. İnsan hayatı kısadır; insanlık tarihininki ise ucu açık biçimde süregider. Her dönem yaşayan insan ve topluluklar da, çevrelerinde anlamlandıramadıkları şeyler için mutlaka bir izahat getirmeye çalışmışlardır. Bir toplulukta yaşamanın; o An'da olmanın müthiş bir büyüsü ve baskılayıcı, cevaplar bulmaya zorlayıcı gücü olduğunu; biz de artık varoluşumuzla kavrıyoruz; bu kaçınılmaz. Öyleyse ilkel veya modern topluluklarda söylenmiş tüm sözler; uydurulmuş tüm topluluk kuralları, o zamanlar için, yitip giden hayatların gölgesinde, bir cevap, bazen hayatın anlamı olması açısından kıymetli hevristiklerdi.

Peki bizi cevaplar bulmaya iten; bunlara körü körüne bağlanmamıza neden olan şey neydi? Neden sakince her şeyi olduğu gibi, bil(e)mediğimiz şeyleri göründükleri yerde bırakarak yaşamadık? Neden Olimpos'un zirvelerinde Tanrılar vardı? Neden Thor yıldırımlar gönderiyordu? Neden yeryüzündeki kralı Tanrılar atamıştı başımıza ve neden maviler yeşillerden daha iyi (veya tam tersi) çatışması yaşandı Bizans'ta? Hayatta kalma mücadelemiz, ilkel amigdalamız ve sosyal ilişkilerimiz bizi bunlara zorladı. Kirkegaard'a göre insanlar, hakikati ancak kalabalıklardan kendilerini ayrı tutarak bulabilirler. Schopenhauer'e göre yalnızlığa alışmadan, bağımsız bir birey olunamaz. Cinema Paradiso filminden şöyle bir replik vardır aklımda; "Kalabalıkların aklı yoktur".

Sosyal psikolojinin babası olarak görülen Muzaffer Şerif Başoğlu, ABD'deki çalışmalarında şöyle bir sosyal deney yapmış: Çocuklarla kamp yapmaya gidilmiş. İlk başta çocuklara grupta en çok sevdikleri arkadaşlarının kim olduklarını bir kağıda yazmalarını istemiş. Daha sonra bu çocuk grubunu ikiye ayırmış ve en iyi arkadaşları olabildiğince ayırmaya çalışmış bu gruplarda. Aralarında rekabet, yarışma hiçbir şey olmayan, sadece maviler ve yeşiller olarak isimlendirilmekten başka hiçbir neticesi olmayan bu gruplaşmadan sonra, tekrar çocuklara en sevdiği arkadaşlarının kim olduğu sorulmuş. Çocuklar genelde kendi gruplarından bir başka çocuğu en iyi arkadaşları olarak görmeye başlamışlar.

Neden bir tartışmada yaşanan öğrenme, tantanalı, hararetli iken ve çoğu zaman insanlar arasında bir kutuplaşma yaratırken, bir kitabı okurken, o bilgiye daha çok teslim oluruz? Çünkü kitap okuma yalnız başına gerçekleştirilen ve emek gerektiren bir eylemdir. Ama tartışmalarda, yıkılmak istemeyen duvarlar vardır; çünkü hayat kısadır ve bu zamana kadar tüm o inanışlar o kişiyi, tam da o kişi yapmıştır. Şimdi çıkıp da birinin hakikati söylüyorum diye söylediği tüm o her şey tabii ki zırva olarak karşılanacaktır yüz yüze iken. Ama insanın vicdanının da bir bam teli vardır. Bir düşünce size çok yanlış geliyorsa, önce onu en hararetli savunan/savunmuş kitapları okuyun. Hala o düşünceleri inkar edebiliyorsanız; işte o zaman siz o düşüncelerin üstündesiniz demektir. Aksi takdirde An'ın giderek büyüyen çığı altında kalırsınız.

3 Ocak 2017 Salı

Kader nedir ve başka bir şey yapılabilir mi?

Vincent van Gogh - Peasant Woman Against a Background of Wheat

"Kişi istediğini yapabilir; ama ne isteyeceğini isteyemez". Arthur Schopenhauer

Bulunduğunuz topluluğa yeni biri katıldığında, bir arkadaşınız eskisi gibi davranmayabilir ve ona şöyle dersiniz: "Bu senin doğal davranışın değil. Yeni birini görünce hemen şımarıyorsun, tavırların değişiyor, başka biri oluyorsun". Ama aslında yeni birini gördüğünde, davranış değişikliğine gitmek aslında onun doğal davranışıdır. Yani, eskisi gibi davran demekle, aslında siz, arkadaşınızın doğal davranışlarına ve tutumlarına engel oluyorsunuz. Sizin yüzünüzden kendi olamıyor. Ama bir dakika durun. Arkadaşınızın yeni birini görüşünde yaşadığı davranış değişikliğine tepki vermek de sizin doğal davranışınız. Dolayısıyla size böyle davranma demek, sizdeki doğal davranış akışına mani olmaktır aslında. Bunu söylememeliydim. Fazla uzatmak istemem ama bunu söylediğim için siz de beni suçlayamazsınız. Size bunları anlatmaya hakkım var. Peki öyleyse doğal davranmak var mıdır? Yani her şey olması gerektiği gibi midir? Bir insan olması gerekenden başka bir şey yapabilir mi?

Peki başa dönelim; siz ilk defa arkadaşınıza doğal davranmadığını, kendi gibi olmadığını söylediğinizde aslında oldukça gerekçeli bir noktaya parmak basmıştınız. Söylediğiniz şey aslında boş değildi. Çünkü arkadaşınız, o bildiğiniz tavrını sergilemiyordu. İşte günlük hayatımızda konuştuğumuz dil; bu birinci seviye (ya da siz nasıl adlandırırsanız) ilişkilerdir. Aslında yaşam bundan daha derin manalar (derin seviyeler) taşır. Ama toplumun değer yargıları arasında kaybolup kendi iç dünyasını keşfetmeye imkan bulamayan bireyler bu saklı dünyayı keşfedemez.

Tüm dünyada canlılar yapması gerekeni yapıyorsa, o zaman eylemler ne ifade eder? Neden bir şey yapıyoruz ve neden bir şey söylüyoruz? Bizim kendimize bakıp, insanlara bakıp bir şeyler söylememizin gerekçesi nedir? Biz neyi değiştirebiliriz? Biz, yaşanan bu küresel tiyatronun kaçınılmaz bir oyuncusuyuz. Bu tiyatrodan ölümle bile kaçamazsın. 

Bütün bunları alt alta topladığımızda suç diye bir şey kalmıyor ve ceza anlamsız oluyor. Sevgiler gerekçeli, duygular değişmeli geliyor. Bir nokta daha ileri gitmek istiyorum; sanırım bunu en iyi kuantum dünyası benzetmesi yapabilirim; bu benzetme bilincin yerinden kalktığı o muazzam fırlatma rampasıdır. Benzetmeyi yapmadan önce, çoğu insan tarafından bilinen, kuantum dünyasındaki basit bir durumu açıklayayım; elektrik dalgalarının dalga ya da parçacık halinde rastgele dağıldığı deney ortamına gözcü eklendiğinde tüm bu olasılıklar, tek bir gerçeğe indirgenir ve elektirk dalgalarındaki bu rasgelelik gözlemlenemez. Bu süperpoze durumdaki halin çöküşü olarak adlandırılır. Kuantum dünyasında yaşananların görsel ablatımı şöyledir;



Bir koltukta sakince oturduğunuzu düşünün... Size bir psikoloji testi verildi ve cevaplarınıza göre size bir davranışsal harita çıkarıldı ve genel olarak kişiliğiniz anlaşılmaya çalışıldı. Sonra bir konuda bir karar almanız istendi. Siz de aldınız. Herhangi bir karardı bu. sonra size başka sorular da soruldu. Her seferinde, verdiğiniz cevaplarla, kişiliğiniz arasında bir bağlantı kurulmaya çalışıldı. En sonunda size dönüp; siz mesela muhafazakar, içe kapanık, sürü davranışı göstermeye meyilli, keyifsiz vs.) olduğunuz için seçenekleriniz bu yönde oldu dendi.

i.) Size karakteriniz hakkında deneyin sonunda söylenenler, o seçenekleri tercih etmezden evvel bildirilseydi, kararlarınız değişmez miydi?

ii.) Bir değerlendirmenin içinde olduğunu anlamak zaten bir miktar karar alma biçiminizi de değiştirmedi mi?

iii.) Size karakteriniz söylenseydi, siz de bunu deneyi yapanların kasti olarak açıkladığını düşünseydiniz ve deneyi yapanların sizi, açıklanan karakterinize göre davranmanızı bekleyeceklerini düşünüp, onları şaşırtmak için başka türlü davranamaz mısınız?

Gördüğünüz gibi bu olasılıklar, kuantum dünyasında olduğu gibi düşündüğünüz anda, bilincinizde yer bulduğu anda, tek bir gerçekliğe iniyor ve diğer tüm olasılıklar çöküyor. Deney yapılan kişiye, yani size, ilk başta bu anket dağıtıldığında ve seçmeniz için seçenekler sunulduğunda aslında kafanızın içinde olasılıklar dünyası cirit atıyordu ama bilinciniz (yani gözlemci) her seferinde, her düşünüşünde olasılıkları yok edip, kendi gerçekliğine indirgeniyordu. Dolayısıyla, insanın kafasında bilinç gözlemcidir ve rastsallığı engeller. Eğer bilince çarpan bir şey olmasaydı, özgür olurduk ve ne yapacağımız bilinmezdi.

Sherlock Holmes dizisinin geçen gün yayınlanan dizisinden bir kesit, meşhur bir kader hikayesi ise şöyledir;

Bağdat'ın ünlü pazarında bir tüccar varmış. Bir gün ona şaşkın şaşkın bakan bir yabancı görmüş ve o yabancının Ölüm olduğunu anlamış. Solgun ve titreyen tüccar pazardan kaçıp çok çok uzaklara Samara şehrine varmış. Orada Ölüm'ün onu bulamayacağından eminmiş. Ama sonunda Samara'ya vardığında tüccar Ölüm'ün dehşet verici silüetini onu beklerken bulmuş. "Pekâlâ," demiş tüccar. "Pes ediyorum. Seninim. Ama söyle bana, beni bu sabah Bağdat'ta gördüğünde neden şaşırmıştın?" "Çünkü," demiş Ölüm... "seninle bu geceki randevum... Samara'daydı."