Pages

14 Kasım 2018 Çarşamba

Erken Hüküm Vermenin Anatomisi

Johan Christian Dahl - View of Dresden by Moonlight
"Dünyanın gerçek, içkin bir değeri yok; dünya aslında isteklerle, yanılsamalarla dönüyor."         Arthur Schopenhauer

İlerlemenin en geçerli prensibi, durmaksızın hipotezler ortaya koymak ve varsayımlarda bulunmaktır. Hiç durmaksızın kurgulayan insan beyni, hemen her an, birtakım olguları ve buna neden olan değişkenleri açıklığa kavuşturmak istemektedir. Bu, insanın merakının doğal bir sonucu olarak karşılanmaktadır.

...Yaşamı olduğu gibi, katıksız ve yansız ele alamıyoruz. Saplantılarımız, ön kabullerimiz, hevristiklerimiz ve önyargılarımız var. Bu yalnızca insan doğasına ait bir şey de değil üstelik. Okuduğum bir makalede, insanların elinde büyüyen kurt yavrularının, büyüdüklerinde de insanlar arasında sevecenlikle vakit geçirebildiklerini ortaya koyuyor. Bu da gösteriyor ki, belirli bir yaşa kadar olan deneyimler (daha çok yetişkinlik safhasına kadar olan süreç), insanın geri kalan yaşamındaki davranışlarının kaçınılmaz bir belirleyicisi olmakta. Schopenhauer şöyle diyor; "Dünyaya bakış açımızın sağlam temelleri ve derinlik veya sığlığı çocukluk yıllarında oluşur. Bu görüş daha sonra özenle düzeltilir ve mükemmel hale getirilir, ama özde değişmeden kalır."

Ama durun. Hemen karar vermeyin. Şimdi eğer, kurt yavruları örneğinde olduğu gibi, varsayımımızı çok geçerli ve yaygın bir "gerçek" olarak ifade etmeye kalkarsak, zavallı insanoğlunun, her zaman yaptığı erken hüküm verme yanılgısına düşmüş olacağız. Elbette insanlar arasında büyümüş yetişkin bir kurt da, eninde sonunda içgüdülerine teslim olup, kendisini büyüten insanlara saldırabilir. Peki o zaman erken hüküm vermek ne demek?

Bir defa insan ömrü, diğer canlılarda olduğu gibi sınırlı bir süreye yaygın. Ortalama insan ömrünün bir anda 2-3 veya 100 katına çıkması, dünyayı başka bir şekilde anlamamıza yol açabilirdi. Oysa biz, bütün dogmatik kafa yapımızla şöyle düşünüyoruz: ortalama yaşam süresi, dünyayı anlamak ve ona karşı doğru hüküm vermekte yeterli bir süre olmalı. Oysa durum hiç de öyle değildir. 

Ardından dil problemi gelmekte. İnsanlar arasındaki iletişimi bir çeşit illüzyon olarak görebiliriz. Kelimeler, ifade ettikleri şeylerin tam olarak yerine geçebiliyorlar mı? Büyük çoğunlukla, geleneksel bir etkileşimin, standartlaştırılmış biçimi olan dil, insan psikolojisinin de (id, ego, süper ego) sınırlı bir kısmını açıklamakta kullanılan bir araçtır. Çoğu zaman hislerin yoğunluğunu dikkate almadan, çalakalem kendini gösteren dil, anlatmak istediği her şey konusunda oldukça marjinaldir. Edebi eserlerde daha çok farkına vardığımız o korkunç tematik yaklaşım, dilin, düşünceyi vurgulama çabası içinde çaresizce çırpınarak iyice sivrileşmesinden kaynaklanmaktadır. 

Ardından duyulardan bahsedebiliriz. Jose Saramago'nun "Körlük" kitabı iyi bir açıklayıcı olabilir bu konuda. Kitapta, tüm insanların ansızın kör olduğu bir dünyada yaşananlar anlatılıyor. Duyularımız, çevreyi algılamamızda belirleyici oluyor. Hiç bir ışığın olmadığı okyanusun derinliklerindeki canlıların kör olması gibi, diğer duyular da "belirli bir evrimsel ihtiyaç"tan kaynaklanıyor olabilir. Sonuçta yeryüzündeki diğer canlılar da, dünyayı farklı biçimde görüyor ve algılıyor. Bizim "ne kadar görebildiğimiz", evrimsel süreçte "ne kadar görmek istediğimiz" ya da "ne kadar görmeye ihtiyacımız olduğu" devinimi tarafından belirleniyorsa, öyleyse bu dünyada biz nesnelerin nesnesiyiz ve biz, dünyaya fırlatılmış çaresiz varlıklarız. Bazı duyularımızı aniden kaybettiğimizi düşünmelisiniz; bu bizi neye dönüştürürdü? İnsanda bazı duyuların hiç gelişmediğini veya gelişmesi olası bazı duyulardan şu anda bihaber olabileceğimizi düşünürsek, bizi biz yapan "şeylerin" öylesine bir şeyler olduğunu, en azından asla bir "hakikatin" yeterli kriterleri olamayacağını söylemek zor olmaz.

Durmadan söylüyoruz ve düşüncelerimizde bitmeyen kurguların rahatsız ediciliği arasında tükenmek bilmeyen peşin hükümler bulunuyor. Oysa yalnızca, daha yanlış olanla yanlış arasında karar veriyoruz. Her insanda kendi geçmişinin, önyargılarının, yetiştiği çevrenin getirdiği saplantıları görebiliyorsunuz. Doğrusu, elit olmak bile son tahlilde, geçersiz bir saplantıdır. Dünyada yalnızca gürültü var. 

Çin filozofu Lao Tzu'nun sıkça anlattığı söylenen hikâye şöyle;

Bir köyde bir yaşlı bir adam varmış… çok fakir… Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki kral bile onu kıskanırmış. Kral at için ihtiyara neredeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.

“Bu at, bir at değil benim için… bir dost. İnsan dostunu satar mı?”

Bir sabah kalkmışlar ki at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış. Köylü, “bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün onuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var ne de atın” demiş.

“Karar vermek için acele etmeyin. Sadece at kayıp deyin. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez. 

”Köylüler ihtiyara kahkahalarla gülmüşler. Ama aradan onbeş gün geçmeden at bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de vadideki on iki vahşi atı peşine takıp getirmiş. Köylüler, ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler. Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için. Şimdi bir at sürün var", demişler.

“Karar vermek için yine acele ediyorsunuz. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?”

Köylüler bu defa ihtiyarla açık açık dalga geçmemişler ama içlerinden sahiden akılsız diye geçirmişler. Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler yine gelmişler ihtiyara;

“Bir kez daha haklı çıktın. Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın.”

Yaşlı adam, “Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz. O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı, gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.”, demiş.

Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş. Giden gençlerin ya öleceği ya da esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş. Köylüler yine ihtiyara gelmişler.

“Yine haklı olduğun kanıtlandı. Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer.” Yaşlı adam, “siz erken karar vermeye devam edin. Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olacağını sadece allah biliyor.” Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatle tamamlarmış, etrafına anlattığında:

“Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi dolayısıyla gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir, insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken yenisi açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.”

9 Ekim 2018 Salı

Düalizm

Caspar David Friedrich - Dreamer
"Görmede, sadece görme vardır. Gören de, görülen de yoktur. Duymada, sadece duyma vardır. Duyan da, duyulan da yoktur."     (Bahiya Sutta, Udana 1.10) 

Dişi - erkek, iyi - kötü, aydınlık - karanlık gibi ayrılan çiftleri anlatan ying-yang felsefesi ya da "ikicilik" aslında her şeyin genelde zıttıyla mümkün olduğunu ifade etmektedir. Jean-Paul Sartre, Varlık ve Hiçlik adlı kitabında şöyle bir giriş yapmaktadır:
Ying-Yang
"Modern düşünce varolanı, onu açığa çıkaran görünmeler [apparition] dizisine indirgeyerek önemli bir ilerleme kaydetti. Bu yoldan, felsefeyi sıkıntıya sokan birtakım düalizmlerin [ikicilik] ortadan kaldırılması ve onların yerine fenomenin monizminin [bircilik] konması hedefleniyordu. Acaba başarıya ulaşıldı mı?
Öncelikle, varolandaki içi ve dışı karşı karşıya getiren o düalizmden kurtulmuş olduğumuz kesindir. Dış dediğimiz şeyi, nesnenin asıl doğasını gözlerden saklayan yüzeysel bir deri gibi değerlendiriyorsak, varolanın dışı artık yoktur. Ve bu asıl doğa da, şeyin sezilebilen ya da varsayılabilen, ama nesnenin “içinde” olduğundan dolayı nesnenin asla ulaşılamayan gizli gerçekliği olacaksa, o doğa da yoktur artık. Varolanı açığa çıkaran görünmeler ne içerinindir ne de dışarının, hepsi de eşdeğerdir, hepsi de başka görünmelere gönderir ve hiçbiri ayrıcalıklı değildir. Örneğin kuvvet, yaptığı etkilerin (hızlanmaların, sapmaların, vb.) ardına gizlenen, bilinmez türden bir metafizik conatus değildir: bu etkilerin bütünüdür."
Bahsetmek istediğim soğuk bir felsefe değil. Çünkü bir romanın kurgusu olması gibi, benzer biçimde, felsefenin de terimlerinin olması onun samimiyetini alıp götürmekte. Düşünsenize bir kere, bir psikolojiyi öğrenmek adına, hangi romanlarda hangi kurgulara katlandık?! Oysa samimi bir düşüncenin; bir karaktere ihtiyacı yoktur. Hakiki bir psikoloji, esriktir ve kurgu bu bilinç dışılığı kabul edemez. Buna da en çok Marcel Proust yaklaşmıştır. Kayıp Zamanın İzinde'de kurgu için karakter yoktur.. Karakterler için bir kurgu bulunmaktadır ve bu hikaye bir şey ifade etmez. Önemli olan madlenin bize hissettirdiği o benzersiz duygulanım. Bir eşyanın ruhu veya sevmek ve kavuşamamak epifenomenalleri.

Düalizm ise toplumda birbirine karşı duran mekanizmaların her birini simgeliyor benim için. Kendini iyiliğin, aydınlığın savunucusu gösteren her kimse, bir karanlığın olduğunu bize kabul ettirmek ister.

Jean-Paul Sartre şöyle devam ediyor: 
"Aynı biçimde, elektrik akımının gizli bir içyüzü yoktur: elektrik akımı, onun tezahürleri olan fiziksel-kimyasal olaylann (elektrolizler, bir karbon çubuğunun akkorlaşması, galvanometrenin ibresinin kımıldaması, vb.) bütününden başka bir şey değildir. Bu olaylardan hiçbiri tek başına onu açıklamaya [révéler] yetmez. Ama kuvvet de arkasında bulunan hiçbir şeyi belirtmez: kendi kendisini ve içinde bulunduğu dizinin tamamını belirtir. Buradan doğallıkla şu çıkar: olmak ve görünmek düalizmi, felsefede yer alma hakkına bir daha sahip olamayacaktır. Görünüş, varolanın tüm varlığını kendine doğru çeken gizli bir gerçeğe değil, görünüşler dizisinin toplamına gönderme yapmaktadır. Diğer yandan görünüş de, bu varlığın tutarsız bir tezahürü değildir. Numenal gerçekliklere inanılabildiği sürece, görünüş, mutlak bir olumsuz olarak sunuldu. Görünüş, “olmayandı” ve görünüşün yanılsamanın ve hatanın varlığından başka bir varlığı yoktu. Hattâ bu varlık bile ödünç alınmıştı, görünüşün kendisi bir aldanıştan ibaretti ve karşılaşılabilecek en büyük güçlük, fenomenal olmayan varlığın bağrında kendiliğinden emilip yok olmaması için, görünüşün içinde yeterli uyum ve varoluşu muhafaza etmekti. Ancak, Nietzsche’nin “art dünyalar yanılsaması” adını verdiği şeyden eğer bir kez kurtulmuşsak ve eğer görünme-arkasındaki varlığa [retre-de-derriere-apparition] artık inanmıyorsak, görünme de, tersine, olumlulukla dolu hale gelir; özü, varlığa artık aykırı düşmeyen, tersine varlığın ölçüsü olan “görünmek’’tir. Çünkü, bir varolanın varlığı, o varolan ne olarak görünüyorsa tam da odur. Örneğin, Husserl ya da Heidegger’in “Fenomenolojisinde rastlanabileceği biçimiyle fenomen fikrine, fenomen ya da mutlak-göreceye [relatif- absolu] böylece ulaşırız. Fenomen, görece kalmaktadır, çünkü “görünmek”, özü gereği, kendisine göründüğü birini varsayar. Ama fenomen, Kant’ın Erscheinung’unun çifte göreceliğine sahip değildir. Omuzunun üstünden, mutlak bir hakiki varlığa işaret etmez. O ne ise mutlaka odur, çünkü o kendini olduğu haliyle belli eder. Fenomen nasılsa öyle incelenip betimlenebilir, çünkü kesinlikle kendi kendinin göstergesidir. "
Kant'ın sözleri bana şu sözleri anımsattı: "Ego sum, Qui Sum." Tevrat'ta geçen [Eski Ahit - Mısır'dan Çıkış (3:13; 3:14)] bu ifade "Ben Ne isem; O'yum" anlamına gelmektedir. Tanrı bunu kendisini tanımlamak için söyler. Max Stirner de şöyle demişti: "Benim soyum benim, Ben normsuz, yasasız ve örneksizim."

Düalizm
"Aynı anda saklı gücün [puissance] ve edimin ikiliği de ortadan kalkacaktır. Her şey edim halindedir. Edimin arkasında ne güç, ne exis, ne de gerekirlik vardır. Örneğin “deha” dendiği zaman - Proust “deha sahibiydi” ya da o bir dâhi “idi” dendiğinde olduğu gibi - bundan kimi yapıtlann üretilmesinde ortaya çıkan ama orada kendini tüketmeyen bir özel gücü anlamayı kabul etmeyeceğiz. Proust’un dehası, ne tek başına ele alınan eserdir, ne de Proust’un bu eseri üretmeye muktedir olmasıdır: Proust’un dehası, bir kişinin kendini ortaya koyma şekillerinin bütünü olarak düşünülen eserdir."
Yaratıcılık hakkında Matematik Dünyası Dergisi'nde (2013-I) yapılan alıntıyı aktarmak istiyorum:
"Yaratıcılık, hayatın olmadığı yerde yeni hayatı 'doğurmak' şeklinde deneyimlenir - çoğu sanatçı, yaratıcı sentez evresi bittikten sonra ani bir coşkunluk, bir 'evreka' anı hisseder. Bu muhteşem duygu, korkutucu da olabilir; bir teşhir olma korkusu, eserin yeterince iyi olmayacağı korkusu meydana gelebilir. Eser ne kadar orijinal ve manidar ise, sanatçı incelenmeye o kadar açıktır. Gerçek bir sanatçı, gerçek iç dünyasını ifade edecek kadar cesur olmalıdır. Aksine, bastırmak bir o kadar zararlıdır, çünkü sanatçıyı meşru ve duygu yüklü fikirlerini ve sezgilerini sansür etmeye itebilir, içgörüsünü engelleyebilir"
Matematik, Gödel'e kadar bir kesinlik arayışı içinde ilerlemişti. Oysa Eksiklik Teoremi ile birlikte artık matematiğin sanatsal ve sezgisel yönünü de görmeye başladık. Bu en baştan beri var olan bir şeydi ve bize dairdi.
"Nihayet, bu şekilde görünüş ve öz arasındaki düalizmi de aynı şekilde dışlayabiliriz. Görünüş özü saklamaz, onu açınlar: görünüş özdür. Bir varolanın özü,- artık o varolanın derinliklerine gömülü bir gerekirlik değil, onun görünmelerinin akışını yöneten apaçık yasadır, dizinin nedenidir. Fiziksel bir gerçekliği (örneğin, elektrik akımı), onun çeşitli tezahürlerinin [manifestation] toplamı olarak tanımlayan Poincare’nin nominalizminin karşısına, Duhem, kavramı o tezahürlerin sentetik birliği haline getiren kendi teorisini çıkartmakta haklıydı. Ve elbette fenomenoloji de hiçbir biçimde bir nominalizm değildir. Ama, kesin olarak diyebiliriz ki, dizinin nedeni olarak öz, görünmelerin arasındaki bağlantıdan başka bir şey değildir, yani kendisi de bir görünmedir. Özlere ilişkin bir görünün (örneğin, Husserl’deki Wesenschau) imkânını açıklayan şey de budur. Böylece fenomenal varlık kendini ifşa eder, varoluşunu ifşa ettiği kadar özünü de ifşa eder ve fenomenal varlık bu kendini ifşa edişlerin, tezahür edişlerin birbirine iyice bağlanmış dizisinden başkaca bir şey değildir."
İnsan nedir? Nesnelerin nesnesi. Biliş yalnızca beyaz gürültü'nün volatilitesine neden olan bir maşadır. İnsan davranışlarının (judgment) ateşine kömür atıp harlamaktadır. Buradan düalizmin, mutlak bir ekleşikliğe ve tekliğe geçişini göstermek istiyorum. Bizler hiçiz, her şeyi yaratan bir hiç. Bu açıdan bakıldığında Max Stirner'in şu sözleri daha bir anlam kazanıyor: "Eğer Tanrı ve insanlık, sizlerin de doğruladığı gibi, bir bütünlük iseler, benim de onlardan eksik bir yanım yok ve "boş" olduğuma dair bir şikayetim de yok. Ben hiçim derken, boş olduğumu söylemiyorum, bizzat yaratıcı bir hiçim, bir yaratıcı olarak her şeyi yaratan bir hiç."

Bir birey olarak her şey sizi oluşturdu ve siz de her an yaratmaktasınız her şeyi. Kendinizi ayrı konumlandırmayın başka şeylerden: bir hamam böceği de, rüzgarda savrulan bir toz zerresi ve çok çok uzak bir galaksideki dev bir yıldız da benzer biçimde yaratım ve yaratılma durumunda birer hiçlik barındırıyorlar kendilerinde. Stirner'den devam edersek;
"Benim Hiç’im gözle görünen, elle tutulan bir Varlıktır. Üstelik kırıcı olan bu Hiç, vakumu dolduracak kadar da yapıcıdır. Dünya benim dünyamdır, gerisi yalan. Hiçbir amacım yok benim, neredeyse bir bitki kadar yalın ve yaşam doluyum. Ancak benim bir mülkiyet düşkünü olduğumu sanmayın -bunu da ısrarla söylüyorum. Her düşkünlük beni tiksindirir. Meselemi Hiç’e bıraktığım için, hiçbir tutku umurumda değil. Ben tutkuların kölesi değil, efendisiyim. Beni var eden benim, çünkü benim nedenim benim. Kimse benden sorumlu değil ve kimseden’de ben sorumlu değilim. Bununla özgür olduğumu söylemiyorum, özgürlük kölelerin bir arzu ve tutkusudur, ben özgürlüğün nesnesi olacak kadar nesneci değilim. Özgürlük benimle birlikte doğdu ama ben başkaları gibi özgür olmaya mahkum değilim. Ben özgürlükten de arındım. Ben Biricik’im."
Acı ve ızdırap çekeriz. Bu sancı varoluşumuzun bize dayattığıdır. Bir kadercilik değilse de bahsettiğim; bir kaçınılmazlıktır. İşte bir yere koyamadığımız bu yaşantılarımızı, boşuna anlam arayışlarıyla da örtememekteyiz. Kemerlerinizi sıkıca bağlayın; hiçbir şey ifade etmeyen inmeli bedenlerimiz, bizim cehennemimiz.

Sartre'ın Proust hakkındaki sözleriyle kapatalım: 
"Ürettiği eserlere indirgendiğinde bile, Proust’un dehası, bu eserlere ilişkin sahip olunabilecek ve Proust’un eserinin “tüketilemezliği” diye adlandırılacak olan muhtemel bakış açılarının sonsuzluğuna eşdeğerdir. Ama bir aşkınlığı ve sonsuza başvuruyu gerektiren bu tüketilemezlik, onu tam nesnede yakaladığımız anda bir “exis” değil midir? Nihayet öz, kendisinin tezahür etmesini sağlayan bireysel görünmeden radikal bir biçimde kopmuştur; çünkü öz, ilke olarak, bireysel tezahürlerin sonsuz bir dizisi aracılığıyla açığa çıkarılabilmek zorunda olandır."

30 Ağustos 2018 Perşembe

Ego Sum Qui Sum

Caspar David Friedrich - On Board A Sailing Ship
Çık.3:13 Musa şöyle karşılık verdi: "İsrailliler'e gidip, 'Beni size atalarınızın Tanrısı gönderdi' dersem, 'Adı nedir?' diye sorabilirler. O zaman ne diyeyim?"
Çık.3:14 Tanrı, "Ben Ben'im" dedi, "İsrailliler'e de ki, 'Beni size, Ben Ben'im diyen gönderdi.'     Tevrat - Eski Ahit - Mısır'dan Çıkış (3:13; 3:14)
Ben dünyaya fırlatılmış bir bilincim. Varoluşçular benim için özgürlüğüne mahkum biri diyorlar. Oysa ben sınırsız bir esaretten başka bir şey göremiyorum. Yoksa ben madalyonun öteki yüzünden mi bakıyorum? Bende bir irade var mı? Bir seçim yapabilir miyim?

Yaşamın Temsili
Dünyada insan saçılım gösteren parçacıkların hareketleri gibi davranır. Milyonlarca parçacığın durmadan birbirine çarparak hareket ettiğini düşünün. Bu parçaların etkileri bağımsız olabileceği gibi, bileşik de olabilir. Ayrıca bu etkiler asla standart değildir. Peki bu parçacıklar ile kastedilen nedir? Bu parçacıklar bir insanı belirli bir anda etkileyen bilinç dahili ve bilinçdışı her şeydir.

Birey, sürekli birbirine çarpan bu parçacıkların olduğu dünyaya fırlatılmıştır. Sürekli çarpışıp durduğu tüm o her şey; O'nu ve davranışlarını belirler. Yoksa mutlak bir determinizmden mi bahsediyoruz? İradesi olmayan bir insan var karşımızda. 

İlk önce genetiğimiz vardı. Her şeyden önce ve ilk başta genetik. Bu boylu, şu renk gözlü ve şu biçimlerde bir yüzle vs. vücut buldunuz. Sayılamayacak derecede tüm bu ayrıntılar sizin parçacık olarak fırlatıldığınız yaşamınızda gidiş yönünüzü belirleyecek. Uzun süredir dünyada oradan oraya çarpışarak yol alan parçacıklar zaten sizin aldığınız yöne göre sizi yorumlamayacaklar mı?! Siz siz olduktan sonra; buna göre değerlendirilirsiniz. Varoluşunuz kanıtlandıktan sonra şimdi özünüzün oluşmasına geldi sıra. Yaşadığınız şehrin iklimi, ailenizin eğitim seviyesi ve görgüsü; çocukluğunuzu ve gençliğinizi geçireceğiniz muhit; sonra yaşamınıza değecek tüm o insanlar özünüzü biçimlendirip değiştirmeye başladı. Söyler misiniz sahi siz kimsiniz ve neden böyle biri oldunuz? Ne çok seçimler! yaptıktan sonra geldiğiniz bu noktada; siz tüm bu size çarpıp duran o şeylerden ayrı düşünülebilir misiniz? 

Şimdi bir an sonra yapmayı düşündüğünüz şeyi düşünelim. Varsayalım bugün sinemaya gidip gitmeme konusunda bir kararsızlık yaşıyorsunuz. Sinemaya gidebilirsiniz de, gitmeyebilirsiniz de. Gerçekten de hiç belli değil. Sizi çok iyi tanıdığını söyleyenler bile ikiye bölünmüş durumda. Ne yapacağınızı kendiniz bile kestiremiyorsunuz. ama sonuçta bugün bittiğinde sinemaya gitmiş veya gitmemiş olacaksınız. Hiç kimse tarafından en ufak bir ihtimalle dahi olasılığı kestirilemeyen bu iki davranış biçiminden hangisini seçeceğinizin bilinmezliği gerçekten bir özgür iradeyi mi gösterir? Bana kalırsa sizin sonuçta sinemaya gidip gitmeyeceğiniz bellidir. Bugün içinde sinemaya gitme düşüncesi ile yaşamanız bile aslında sizi güdüleyen güçlü bir birikimin göstergesi zaten. Seçimin mantıklı olup olmaması önemli değil. Olasılıklarının bilinmezliği de önemli değil.

Bizim dünya hakkındaki yorumlarımızda gördüğümüz bir hakikat var. Birey olarak değil ama grup olarak incelendiğinde insanların belirli tutum ve davranışları sergilemelerine neden olan bazı değişkenler var. Veya bazı durumlar, bazı eylemlerle güçlü bir korelasyon gösteriyor. Mesela, varoşlarda, banliyölerde suç oranında artış olur. Varoşlarda doğmuş biri suç makinesi olmaya mı karar vermiştir? Suç makinesi veya suçlu olmaması onun elinde miydi? Töre cinayetleri denen geri kalmışlık neden sadece bazı yörelerde yaygın? Bunu onlar isteyerek mi devam ettiriyor? Elbette, bir yöredeki veya banliyö, varoştaki her kişi suç potansiyelli olamaz. Zaten söylediğim gibi bu bireysel olarak genelleştirilemeyen ama toplu halde incelendiğinde gözlemlenebilen tutum ve davranışlar olarak kayda geçirilebiliyor. 

Şimdi tekrar başa dönelim. Biz, yani yaşayanlar... Birbirine çarpışan milyarlarca insan ve milyarlarca ve milyarlarca diğer başka her şeyin de ilave olarak bize çarpışması. İnsanın en çok kendi çevresinden etkilenmesi; bize çarpan şeylerin, öncelikle yakınımızdaki parçacıklar olmasından ileri geliyor olamaz mı? Toplumsal fay hatları da böyle oluşmuyor mu? Buna toplumsal evrim diyemez miyiz? Tıpkı evrimsel biyoloji gibi; izole toplumlar; kaynaşan toplumlar; emperyalist toplumlar da benzer şekilde kaynaşıp; bireyin gidişatını belirlemiyor mu?

Öncelikle kendi yörenizdeki hava durumundan etkilenirsiniz. Dışarı çıkarken buna göre giyinirsiniz. Kutuplardaki parçacıklardan yalnızca biri olan soğuk hava şimdilik sizi alakadar etmemektedir. (Öyle görünür sadece. Bunu açmak konuyu bulanıklaştırır. O yüzden sadece yakın çevrenin gücünü vurgulamak için es geçiyorum) Aileniz ve okulunuz size doğrudan bir kimlik kazandırmak için sürekli etkileşim altında kaldığınız büyük parçacıklardandır. 

Şimdi sırada ne var biliyor musunuz? Sürekli dünya hakkında yakınmaya başlayacaksınız. Diğer insanlar neden böyle deyip, sızlanıp duracaksınız. Bunu yapmayın diyemem size. Bu sizden beklenen bir davranış. Zaten beklenmeyen veya doğal olmayan bir davranış olamaz. Bunu, size benim belirtmem de benim olağan davranışım. Bunu yapmaktan geri kalamazdım anlayacağınız. Her neyse, şimdi siz bu yakınmalarınızla, olağan olarak bu şekilde olmuş bir birey veya toplumlar hakkında laf ebesi yapmaktan başka bir halta yaramıyorsunuz. Aslında yarıyorsunuz; sizi duyuyorlarsa, siz bir parçacık olarak onlara bu çarpışınızla onların yönünü değiştirebilirsiniz. 

Ama yine de yakınmalarınız boşunaydı. Çünkü dünyada olması gereken şeyler olur. Daha iyi bir dünya düşünemiyorum. Hepimiz boş konuşmaya devam edeceğiz. Zaten, Stirner demiyor mu: "Her sözcük boş laftır; en büyük boş laf Biricik'tir. Biricik ifade edilemeyendir", diye.

29 Temmuz 2018 Pazar

Hiçliğin Kuklası

Caspar David Friedrich - Meşe Ormanında Manastır
"Canavarlarla savaşanlar, sonunda canavar olmamaya dikkat etmelidirler. Ve bir boşluğa uzun süre bakarsan, boşluk da sana bakar."   Friedrich Nietzsche
İnsan ışığı kıran bir prizma gibidir. Işığı kırar, içinden renkler çıkar. Bu aynılığın sona ermesidir. Bir anda ilerleme, değişme, dönüşme başlar. Aslında ilerleme, değişme ya da dönüşüm; hiçbiri doğru sözcük değildir. Şöyle der Nietzsche; "Her şey gider, her şey geri gelir, sonrasızca döner varlık çarkı. Her şey ölür, her şey yine çiçeklenir; sonrasızca sürer varlık yılı." Bu varoluşçuluğun nihilizme değdiği noktadır. Etkin miyiz; yoksa nesnelerin nesnesi miyiz? Varoluş sadece bir farkındalık mı?

Kayıp. Kaybolmuş biri. Sözcüklerin, duyguların, ilkel içgüdülerinin ardında görünmeyen birileriyiz. Dünyaya fırlatılmış varlıklar. İnsan özgür olmaya mahkumdur, der varoluşçular. Kötümser bakanlar ise, insanın iradesini bir yanılsama olarak görürler. İstediğinizi yapmakta özgürsünüz, ama istediğinizi isteyemezsiniz, der Schopenhauer.

Eylemlerime nesneler (duygular, düşünceler) karar verecek. Bilincimin duygularıma hükmedebileceği sanrısı beni "biri" olmaktan kurtaramayacak. İnsan davranışlarının %95'i bilinçdışı gerçekleşmektedir. Bilincime uğrayan her düşüncede iradenin tarafımca gerçekleştiğini düşüneceğim. İşte temel fark burası. Bilincim tarafından değerlendirilen seçim (yargı, ing. judgment), eylemi gerçekleştirme ve gerçekleştirmeme olasılıkları arasında gidip gelir. Burası kendimi özgür sandığım yer. Çünkü yapmak veya yapmamak elimdedir. Ama burada bir sorun var:

i.) Eylemleri belirleme kriterlerim (deneyimler, gelecek planları, genetik, duygular vs.) benim iradem tarafından mı belirlendi? Hayır.

Bir insanı gerçekleştiren tüm o geçmiş yollar ve hazır bulunan duygular ve genetik, bireye, adını ve senaryosunu bilmediği bir senaryoda durmadan sufle vererek yönetir. Bir kuklayız biz. Sadece yaşadıklarını gözlemleyen bir iç görü var bizde. İşte orada kaybolmuşuz. Kuklacının sahibinin elinde, zoraki oynadığını hissetmesi gibi. 

23 Temmuz 2018 Pazartesi

Friedrich Nietzsche Üzerine

Caspar David Friedrich - Hill and Ploughed Field near Dresden
"Konuşabilen bir hayvan şöyle demiş: “İnsancıllık, en azından biz hayvanların acısını çekmediği bir önyargıdır." Friedrich Nietzsche
Kelimeleri çok iyi kullanan insanlar gördüm. Belirli bir işi en iyi yapan insanlar. Nietzsche'nin son insanları bunlar. Peki Nietzche'nin acısı neydi? Hep geriye dönük sorular sorması. İnsanın delirmesine neden olan budur: her kelimenin altında yatanı sorgulaması. İnsanı yiyip bitiren de budur: yani kuruntuları. Sorulan soruların çoğalttığı o bataklık! Bir defasında kız kardeşine şöyle demiş Nietzsche: "Gönül rahatlığı ve mutluluk arıyorsan inan ama gerçeğin öğrencisi olmak istiyorsan, araştır."

"Benim bir derdim var, cümlelerim bu dertle örülü ama okuyucu kitlem cümlelerimi cımbızla bağlamından çekip ormanımı katleden barbarlar maalesef." Nietzsche böyle dediğine göre bu derdi biraz daha açalım. İnsanlar ahlaki değerleri, devletleri, inançları idealize eder. Aslında Nietzsche'nin karşı durduğu ve acısını katlayan: toplumların bu ideal hali, yani inorganikliğidir. Karşı duramadığı ise kendi ilkel içgüdüsüdür. Kırbaçlanan atın önüne atlayıp, ona sarılması, vicdanıyla baş başa iken hüngür hüngür ağlaması ve bu olaydan sonraki üç gün boyunca hiç konuşmadan oturması; ardından söylediği ilk cümlenin, "Mutter, ich bin dumm" (Anne, ben aptalım!) olması, Nietzsche'nin yaşadığı acı dolu çekişmenin final sahnesi olmuştur ve Nietzsche delirmiştir.

Nietzsche acıyla baş edebileceğini düşünüyordu. Schopenhauer, karanlığa tiksintiyle bakarken, yaşam sevincini kutsayan Nietzsche hem Wagner'le olan dostluğunda, hem de Lou Salome'a olan aşkında hep bu kurtuluşu aradı. 

Nietzsche'nin sorduğu sorular, boşluğun çapını artırıyordu. Nietzsche yaşamak tutkusuna onu bağlayacak bir şey bulamadı. Wagner'in ihtişamlı orkestrasını dinlemeyi yarıda kestiğinde, Lou Salome'e olan aşk itiraflarında reddedilmesi, inzivaya çekildiği Sils Maria'da hissettiği duygusal yoksunluk, kutsal kitapların en başından beri ona yanıt vermemesi, hiçbir yere varmayan tren yolculukları Nietzsche'yi daha da kaosa sürükledi.

Toplumdaki tüm değerlerin yanlış olduğunu gördüğünüzde geriye bir tek şey kalır; bitki kadar yalın yaşamak. Bu yaşamak tanımını Nietzsche'nin öncülü Max Stirner'den işitiyoruz. Şöyle diyor kendisi: "Benim Hiç’im gözle görünen, elle tutulan bir Varlıktır. Üstelik kırıcı olan bu Hiç, vakumu dolduracak kadar da yapıcıdır. Dünya benim dünyamdır, gerisi yalan. Hiçbir amacım yok benim, neredeyse bir bitki kadar yalın ve yaşam doluyum. Ancak benim bir mülkiyet düşkünü olduğumu sanmayın -bunu da ısrarla söylüyorum. Her düşkünlük beni tiksindirir." Albert Camus da zaten şöyle demiyor muydu Başkaldıran İnsan'da: "Daha önce Stirner, Tanrıyı yıktıktan sonra, insanda her türlü Tanrı düşüncesini de yıkmak istemişti. Ama, Nietzsche’nin tersine, yoksayıcılığı hoşnuttu. Stirner çıkmazda güler, Nietzsche duvarlara saldırır."

Nietzsche hayatı olumluyordu ve bu hayata tutunacak bir topluluk bulamadığından duvarlara saldırıyordu. Peki bu hayat yaşanmaya değer değil midir? Kişisel bir anımı paylaşmak istiyorum. İşinde çok başarılı, iyi kazanan, kibar, boylu poslu, oldukça yakışıklı, evli bir tanıdığım vardı. Hayatı tam manasıyla harika ilerliyordu. Bir gün amansız bir hastalığa yakalandı. Yatağa düştü. Vücudu, kasları eriyordu. Onu sevdiğini iddia eden herkes, eşi ve ailesi de dahil kendisini yalnız bıraktı. O, hiç kimseyle alıp veremediği olmayan kişi, tüm sevgilerin, tüm o yaşam ihtişamının bir yalan olduğuna günbegün şahit olmuştu. Belki sevenleri yanında da durabilirdi: ama hangi saikle? Belki o da nevrotik bir merhamet olacaktı. Kaderin bir cilvesiyle, Kralıyla aynı cezaevine düşen soytarının, aradan geçen zaman içinde ona saygısını yitirmesi ve laubali olması gibi.

Eğer böylesi bir dünyada yaşadığını bilip, yine de yaşamı olumlayabiliyorsanız, bu hayat yaşamaya değerdir. Size unutmanızı, alışmanızı, sakin kalmanızı, bir şeylerle uğraşıp kafayı oraya vermenizi, en son çare olarak da ilaç almanızı tavsiye ederler. Halbuki bu hayatı yorumlamak basittir: ölene kadar geçecek hayatınızı anlara bölerseniz; bu hayat sonsuzdur, ölümsüzsünüzdür; halbuki bu hayat hiç de sonsuz değildir.

Nietzsche son insanları şöyle tanımlıyor:

"Aşk nedir? Yaradılış nedir? Hasret nedir? Yıldız nedir?" böyle soracaktır son insan ve kırpacaktır gözlerini.

O zaman yeryüzü küçülmüş olacaktır, her şeyi küçülten son insan onun üzerinden sıçrayacaktır. Cinsi, toprak piresi gibidir, kökü kurutulamaz; son insan herkesten uzun ömürlü olandır. Saadeti biz keşfettik"- derler son insanlar ve gözlerini kırparlar. Onlar yaşanması güç semtleri terk etmişlerdir: zira hararet lazımdır kişiye.

Henüz komşu sevilmektedir, ona sürtünülür. Zira hararet lazımdır kişiye. Hasta olmak ve kuşku duymak günah kabul edilir: sakınarak yürürler. Budaladır, buna rağmen ayakları taşa sürçen ya da insanlara takılıp tökezleyen kişi. Ara sıra bir miktar zehir: bu hoş rüyalar gördürür. Ve nihayetinde alınan fazlaca zehir, huzur içinde bir ölüm temin eder bu da. Hala çalışmaktadır kişi, zira iş eğlencelidir. Fakat dikkat edilir, eğlencenin kişiyi tüketmemesine.

Artık kişi ne zenginleşir ne de züğürt kalır. Her ikisine de katlanmak güçtür. Kim hükmetmek ister ki artık? Kim artık itaat etmek ister? İkisine de katlanmak güçtür. Çobansız bir sürü! Herkes aynı şeyi ister, herkes birdir: kendini farklı hisseden, gönüllüdür tımarhaneye.  "Bir zamanlar dünyanın tamamı çılgındı." -deyip en kurnazları, göz kırparlar.

İnsan zekidir ve olup biten her şeyi bilir: bu nedenle iğnelemelerinin sonu yoktur. İnsanlar hır gür halindedir hala, ancak çabuk barışırlar- aksi takdirde mideleri bozulur.

İnsanın, gündüz için ayrı, gece için ayrı, küçük şekerlemeleri vardır: yine de değer verirler sağlığa.
"Saadeti biz keşfettik"- derler son insanlar ve göz kırparlar..."

15 Temmuz 2018 Pazar

Yaşananların Yapışkanlığı Üzerine

Caspar David Friedrich - Waft of Mist
"İnsan, ölümsüz olabilmek için yüksek bir bedel ödemelidir; yaşarken pek çok kez ölmelidir". Friedrich Nietzsche
Bir sinema filmi her zaman çarpıcı olanı anlatmak ister; bir roman en yoğun duyguları derler ve şiirlerde belirli temalar vardır. En dikkat çekici anılarını anlatırsın; konuşurken vurguların vardır; bu yüzden insanlar arasındaki iletişim ve etkileşim her zaman sivridir. 

Oysa yaşamda her şey etkindir. Rüzgarda uçan bir çöpün görüntüsünü, küçücük bir ot parçasını; öylesine kısa bir zamanda esen rüzgarın bile kendimizde bir yer elde ettiğini bilmeliyiz. Tabii ki şeylerin bizdeki etkinliğini kesin olarak belirleyemiyoruz. 

Etkinlik, değişmek, dönüşmek, her şey, ufak tefek şeyler, kesinlik derken pek çok ifadeyi çalakalem kullandığımı biliyorum. Bu biraz dil kullanma becerimin eksikliğinden ama daha çok da, ifade etmeye çalıştığım şeylerin güçlüğünden kaynaklanıyor. Bu nedenle yazdığım pek çok şeyi, anlatmaktan daha çok sezdirmek istiyorum. Çoğu zaman da, bu şekilde hayatı boyunca düşünmemiş insanlar varsa, söylediklerimin bir işe yaramadığını anlıyorum. Şimdi ne demek istediğimi yine sezdirmeye çalışacak, değişik bir anlatı kullanmaya çalışacağım. Bu, zor şeyleri açıklamak için denediğim bir yol. Dolayısıyla bundaki eksik yanları, geçersizlikleri peşinen bilmeniz gerekir. İfade edeceklerimi, koskoca olasılık konusunun sadece basit bir zarla anlatılmaya çalışılması gibi düşünün. 

Şimdi içinde 50 tane üzerinde "1" yazan toplar bulunan bir torba düşünün. Bu "1" sizin varoluşunuzun başlangıç noktası olsun. Sonra bu torbanın içine üzerinde "2" yazan 50 tane daha toplar atın. Bu "2" no'lu toplar, sadece "1" varoluşuyla dolu bilince girmiş ikinci bir olay olsun. Sonra, içinde toplam 100 top olan bu torbadan rastgele 50 top seçin. Merkezi limit teoremine göre, hemen hemen, yani aşağı yukarı 25 tane "1", 25 tane "2" rakamlı top seçmiş olursunuz. Yaklaşık 25'er adet "1" ve "2"  no'lu toplar ile 50 adet "3" no'lu top. "1" ve "2" no'lu toplar neden yaklaşık 25'er adet oluyor diye ısrarla vurguladığımı bilmek istiyorsanız, merkezi limit teoremine göz gezdirmelisiniz. Kaldı ki, şu anda konu bu da değil.

Her neyse, aradan geçen zaman 50 top kapasitesiyle ilerlemesi gereken zihninizde, "1" ve "2" no'lu toplardan yaklaşık 25'er tane götürmüştür. Zihniniz, içine giren topların bir karması olmuştur. Ardından 50 tane "3" no'lu topların zihninize girdiğini düşünün. Yine toplam 100 top oldu zihinde. Ve şimdi yine, 100 adet top bulunan zihinden, kapasitesi gereğince 50 adet topu geri alalım. Yaklaşık 12-13'er adet "1" ve "2" no'lu toplar ile yaklaşık "25" adet 3 "no'lu" top zihinden çıkmış olacaktır. Peki bu işlemleri aynı mantıkla "4", "5", "6", "7" ... sonsuza kadar tekrarlarsak, "1" no'lu toplardan tamamen kurtulmamız için bu işlemi kaç kez tekrarlamamız gerekir? Muhakkak ki, ilk başta yaşanan o devasa azalış (yani ilk boşaltmada 25 adet "1" no'lu topun dışarı atılması) azalarak azalacak ve sonuçta "1" no'lu toptan kurtulmak ihtimali ıraksayarak bir noktada gerçekleşecektir. Bu uzak bir noktadır.

Şimdi bu düşünce deneyini, daha fazla sayıda top kapasiteli bir zihin için düşünün. Ardından verdiğim sayılarla sürekli oynayın. Mesela ilk başta 50 top olsun; buna 20 top katılsın, ardından 30 top çekilsin; üzerine 200 topluk acı dolu bir deneyim eklensin; daha toplar çekilmeye fırsat bulunamadan 50 tane top daha eklensin ama bu 50 top'un üzerinde birbirinden farklı 5 rakam bulunsun ve farklı sayılarda toplar çekilsin; veya torba o kadar büyüsün ki topları çeken kişi sadece üstte yığılmış olan kümeye ulaşabilsin; zira eli aşağılara ulaşamasın kalabalık toplar yüzünden vesaire.

İşte zihinde anılar olarak yer edinen, uzak geçmişteki olaylar, düşünce deneyimizde, çok fazla topun zihne girmesi gibi (mesela 200, 300 topun zihne hücum etmesi) geniş bir yer kaplayarak bulunmuş olduklarından, zihinden çıkmaları uzun zaman almakta veya hatta zihinde ölene kadar yer etmektedirler. Elbette zihin belki çok ufak şeyleri bile kaydedebilir ama sonuçta bunların bilinçte yer bulması kayda değerdir.

Yaşadıklarımızda işte bu düşünce deneyine benzer şekilde üzerimize yapışmaktadır. Kuvveti, büyüklüğü, kalıcılığını etkiler. Zihnin boşaltma becerisini ise başka şeyler belirler.

Ne zaman hayatımı değiştiren (neredeyse her zaman hayatımı alt-üst eden olaylar için geçerlidir bu) bir şey yaşasam, sanki üzerimde bir saat çalışmaya başlar. Bu saat, zihnime giren bu toplardan, yaklaşık kurtulma sürem gibidir. O an acıyı bağlamıyla değerlendiremem. Neden bu acıyı yaşıyorum demektense; suçlu, haklı; doğru; yanlış aramaktansa, acıya bir kiracı gibi bakarım. Acı dolu deneyimler benim için bir hastalık gibidir. (Neden hiç mutluluktan bahsetmediğimi sorabilirsiniz. Çünkü şu anda acılar içindeyim.)

Benliğimi, bilincimi; kendi bedenimle, gövdemle bir hissetmiyorum. Kendime bir nesne olarak bakıyorum. Bu ilerletilmesi gereken bir süreç. Bu zihne aşık olmak iyi gelecek; bu gövde gezmekle rahatlayacak; bu çalışma bitirilirse gelecekte acı dolu bir deneyim olmayacak gibisinden. Bundan seneler önce acıyı veya inancı; sevgiyi veya başarma hırsını; kendime ekleşik olarak görürdüm. İstemekle, hareket aynı anda gerçekleşirdi benim için. Tıpkı sizlerde olduğu gibi. Ama artık olaylara karşı ilgimi kaybettim. Yıllardır derin bir hiçlik içerisindeyim. Duygularım olmadığı sürece, bu çölde rahattım. Şimdi nasıl hissediyorsun diye sorup duruyorum kendime.

Gerçekleştireceğim bir eylemin bende yaratacağı sonuçları düşünüp duruyorum. Mesela bu yolu gidersem sonunda nasıl hissedeceğim gibi... Halbuki yolun sonundaki "şey" de var. İşte ona karşı tam kayıtsızım. Adeta kendi yaşantımın seyircisi oldum. 

12 Temmuz 2018 Perşembe

"Biri" Olduğunu Bilmek

Caspar David Friedrich - A Woman at Sunset or Sunrise
"Egoist, aile bağlarını koparıp, ağır hakarete uğrattığı aile tininin karşısında devlet efendinin himayesine girmiştir. Peki ama şimdi nereye dahil olmuştur? Doğruca yeni bir toplumun içine. Onun egoizmini, az önce kurtulmuş olduğu tuzakların aynısı burada da beklemektedir. Çünkü devlet bir toplumdur, bir birliktelik değildir; devlet genişletilmiş ailedir. ("Devlet ana - devlet baba - devlet çocukları")
Devlet denilen şey bağımlılıktan, bağlılıktan, beraberlikten ve dayanışmadan oluşan bir doku ve bir örgüdür; bu örgüde bir araya dizilen insanlar birbirlerine uymak zorundadırlar, kısacası hepsi birbirlerine bağlıdır: devlet bu bağımlılıktan oluşan düzendir. Otoritesi en üstten en ast memuruna kadar ulaşan kral ortadan kaybolsa bile içlerine düzen anlayışı yerleşmiş herkes bu düzeni düzensizliğin yıkıcılığına karşı ayakta tutmaya çalışacaktır. Düzensizlik zafer kazanırsa, devlet yıkılır." Max Stirner s.200
Filmler izleriz, kitaplar okuruz; çeşit çeşit karakterler tanırız. Yalnızca kurguda değil, etrafımızda da bize enteresan gelen, uzak gelen karakterler vardır. Mesela Pablo Escobar'ın hayatını anlatan Narcos dizisine, hakkındaki belgesele, yazılanlara çizilenlere ve gördüklerime baktığımda kendi kendime söylediğim şey şu olurdu: böyle bir hayatı nasıl sürdürebilmiş? Nasıl ve neden yolu hiç değişmemiş? Bu kimliğini ölene kadar nasıl savunmuş? Yaptıklarını doğru değilse bile, en azından nasıl ve ne biçimde geçerli bulabilmiş? Şüphesiz bu benim kaldırabileceğim bir yaşantı değil. Bütün bunları söylerken elbette bir özentiden, bir öykünmeden bahsetmiyorum. Ben sadece "öyle" değilim; "bu gibi" olamazdım diyorum. Köklerimin nereye bağlı olduğunu hissediyorum.

Hayatımı kıskanç, bencil, içine kapanık biri olduğumu bilerek geçirdim. İnsanlarla iletişimimde de bu vardı. Çaresizce kıskandım; kıskandığımın farkında olarak yaptım bunu. Kıskanmasam daha iyi olur diye düşünsem de yine de duramadım; yani kıskandım. Baktım ki ben "biri"yim; bir şeyim. Bunu hep her şeyden bağımsız zannederdim. Belki sizler, böyle düşünmediniz hiç; belki bendeki çocuk kafasına bakıp şaşırıyorsunuz bile; nasıl yani kendini bunlardan ayrı düşündün diyerek.

Yıllar önce de elbette Biri'yim derdim; ama sanki bu bana, benim seçimim gibi gelirdi. (Oysa Schopenhauer, istediğinizi yapmakta özgürsünüz ama istediğinizi isteyemezsiniz, demişti) Ben biri'yim; çünkü böyle istiyorum. Böyle Biri olmak mantıklı derdim. Kendimi, yani biricikliğimi geçerli bir hakikatler dizisi gibi savunurdum. (Kim savunmaz kendisini!) Ama şimdi istemediğim halde bu şekilde Biri olduğumu kavrıyorum. Düşünerek aşılabileceğini sandığım hiçbir şeyi aşamıyorum. Safça inanıyorum. İnsanları doğru değerlendirebilmekten yoksunum. Benim hakkımda ne konuştuklarını bile tahmin edemiyorum. Bazen bir kapıdan çıktığımda, belki de kim bilir şu anda arkamdan neler denmiştir; oysa yüzüme gülmüşlerdi, diye söylüyorum. Ve nihayetinde, samimi bir sevgiyi, aşkı kavrayamıyorum.

Bir erkeğin en büyük derdi bu bence; gerçekten sevildim mi? Bana duyulan aşk gerçek miydi? Yaşadıklarım boyunca söylenen sözler samimi miydi? Ayrılık, en çok bu yönüyle yakar erkeği. Ayrılırken yarım kalan ifadelerdir, erkeğin içini deşen. (Tersi de olabilir ve kadınlar da böyle hissedebilir. Ama ben bu açıdan değerlendirebilirim.) Evet, sevdim diyen eski sevgilinin sözleri yeterli değildir. Çünkü boşluklar vardır hala. Bu boşlukları ayrı düşmüş bir eski aşkın sözleriyle doldurmak olanaksızdır. Böylece erkek aşağılık kompleksine girer. Buna boşunalığın ve hiçliğin kavurucu etkisi de katılır. Dünyada artık yersiz yurtsuz olduğunu anlar. Bu boşunalık ölümcüldür. Bazı erkekler bunun için köpekleşir, adeta eski aşkından sevgi sözcüklerini dilenmeye başlar. Sevgilileri güzel olmasa bile, onların bir yudum aşk gösterisi karşısında yapmayacakları şey kalmaz. Bir erkeğin hayatta kalabilme becerisini bu sınavın sonucu belirler. Çünkü meteliksizlik, zor koşullar, sevilmeyen işler; trafik vesaire bunların hepsine tek bir şekilde katlanılabilir: o da sevildiğini bilerek. Bir kalbin sahibi olmayan bir erkek yüreği (yani kendini buna inandırmamış) dayanılmaz bir cehennemdir. O yüzden işini bilen kadınlar erkekleri köpekleştirmişlerdir tarih boyunca.

Marcel Proust'nun, Kayıp Zamanın İzinde adlı kitabında da bu böyle tasvir edilmişti. Hem Marcel'in Albertine'e olan aşkı, Hem de Swann'ın, Odette'e olan sevdası, aynı ortak paydaya sahipti. Ne zamanki, kadını elde ettiklerini düşünseler; buna inansalar, ayrılık düşleri kuruyorlardı. Bu kadınlarda gördükleri eksiklikleri yüzlerine çarpacak, kapıyı vurup gideceklerdi. Ne zaman kadını elde ettiğini düşünseler; yine kadına karşı duygusuz ve umursamaz oluyorlardı. Fakat yine aynı zamanda, ne zaman bu kadınların kendilerini aldattığını düşünseler; başka erkekleri sevdiklerini (sevebildiklerini) anlasalar ya da buna kendilerini inandırsalar; derhal bu aşkın peşinde bir ızdırap köpeği gibi koşmaya başlarlardı.

Sevgilinin geçmişini umursayan "Biri" olmak ve bundan kaçınamamak. Ben de böyle biriyim. Ne kadar okursam okuyayım; ne kadar mantıklı olursa olsun geçmişe karışmamak; bunu değersiz görmek, yine de yapamıyorum. Çünkü sevdiğim insanın başka birisini sevmiş olması düşüncesi, bendeki aşağılık kompleksini harekete geçiriyor. Öyleyse bir kadın, beni kendisine aşık ettikten sonra bana istediğini yapabilir. İşte bu benim cehennemim.

Etrafınızdaki ormana baktığınızda ne görüyorsunuz. Huşu içerisinde sallanan dalların arasında insanı yutacak tuzaklar var.

6 Temmuz 2018 Cuma

Dünyayı Açıklamaya Çalışmak ve Sefaletin Birleştiriciliği

Caspar David Friedrich - Deniz Kenarında Keşiş
“Millete, şunu da hatırlattım ki, kendimizi, dünyaya egemen sanmak aymazlığı, artık sürmemelidir. Gerçek konumumuzu, dünyanın durumunu tanımamaktaki aymazlıkla, aymazlara uymakla milletimizi sürüklediğimiz yıkıntılar yetişir. Bile bile aynı acıklı durumu sürdüremeyiz. Efendiler, İngiliz tarihçilerinden Wells, iki sene evvel yayımlanan, bir tarih yazdı. Yapıtının son sahifeleri “dünya tarihinin gelecekteki evresi” başlığı altında birtakım düşünceler içeriyor. Bu düşüncelerde güdülen konu; “Federal bir dünya devleti” dir. Wells, bu bölümde, birleşik bir dünya devletinin nasıl kurulabileceği ve böyle bir devletin önemli ayırıcı niteliklerinin neler olacağı üzerindeki düşüncelerini ortaya atıyor ve adaletin ve tek bir kanunun egemenliği altında dünyamızın alacağı durumu canlandırmaya çalışıyor. Wells, “bütün egemenlikler, tek bir egemenlik içinde eritilmezse, milliyetlerin üstünde bir güç yaratılmazsa dünya yok olacaktır” diyor ve “gerçek devlet, çağdaş hayat koşullarının bir zorunluk haline getirdiği dünya birleşik devletlerinden başka bir şey olamaz.”; ‘kuşku yoktur ki insanlar, kendi ortaya çıkardıkları şeyler altında ezilmek istemezlerse er geç birleşmek zorunda kalacaklardır.’ diyor.” H. G. Wells - Outline of History (Aktaran, Mustafa Kemal Atatürk; Nutuk)
Acı ve sefaletin dillendirilmesi, yalnız ve kaygılı insanın ebedi ibadetidir. Dünyanın kötü olduğu zamanlarda hep kitaplara baktık. Çünkü algılarımız buna açıktı. Merak ediyorduk. Nietzsche'nin tanımladığı öte dünyalarda neler olabilirdi? Dilencinin Kral olma rüyası gerçek olabilir miydi veya Nietzsche'nin tüm iyilik, erdem, hakikat gibi kurguları yalanlaması neydi? Fark etmez. Tarihselliğin içinde debelenen insanların tek merak ettiği, arzuladığı, birkaç satır sözcük idi.

İşte bu felsefe'nin sefaleti ya da sefaletin felsefesi şuna benzer sözcüklerde hayat buluyordu; "Bütün bu adamlardan, bu evlerde yaşayanlar gibilerden ve şu aşağı tarafta yaşayan lanet olasıca küçük memurlardan hayır gelmez. Onlar ruhsuzdur, ne onurlu bir düşleri vardır ne de onurlu bir arzuları, bu ikisi de olmayınca bir adam nedir ki? Tanrım! Korkak herifin tekinden başka bir şey olabilir mi? Tek yaptıkları işlerine koşturmaktır, yüzlercesini görüyordum, Ellerinde kahvaltılık birşeyler, abonman kartlarıyla bindikleri o küçük trenlerine yetişebilmek için deli gibi koşuşturup, ortalığı birbirine katarlar, çünkü treni kaçırırlarsa kovukacaklarından korkarlar; anlama zahmetine girmeye korktukları işlerde çalışırlar; akşam yemeğine yetişemeyeceklerinden korkarak evlerine koşuştururlar; arka sokaklardan korktukları için yemekten sonra evden çıkmazlar ve sevdikleri için değil de, bu dünyadaki bu küçük sefil koşuşturmacalarında onlara biraz daha güvence sağlayacak azıcık paraları olduğu için evlendikleri karılarıyla yatarlar. Başlarına gelebilecek kazalardan korktukları için hayatlarını sigortalatıp, biraz da yatırım yaparlar. pazar günleri de, öbür dünyadan korkarlar. Sanki cehennem korkak tavşanlar içinmiş gibi!"

Yusuf Atılgan ve Aylak Adam'dan bir örnek: "Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, - Veli ağanın öküzleri gibi öküz yoktur, demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!"

Bir tane de Yevgeni Zamyatin'den gelsin; "Biz" romanından: "Kendimi duyumsuyorum: Ama sadece içine kirpik kaçan göz, şişmiş parmak veya çürük diş kendini duyumsar, bireysel varlığının bilincine varır. Sağlıklı göz veya parmak ya da diş varlarmış gibi görünmezler. Yani gayet açık, değil mi? Kendi kendinin bilincine varmak, hastalıktır."

Sonra bize yaşamlar önerdiler: istenilen ise; ışık, biraz daha ışık, idi. Vodvil, burlesk, revü, fars, slapstick filmler, piyes, trajedi, melodram... Acıyı hafifletme, onu ututturma çabası; sefaletle yüzleşme, onu benimseyip mutlak geist'a yol alma ya da üst-insan (ubermensch) olma gayreti, içinde ne olursa olsun; unutulan tek ve çok önemli bir şey vardı. O da arzuların, ancak ve ancak, insanın memnuniyetsizliğiyle ilişkili olmasıydı. Yani eksikliklerimiz; dürtülmüş bir arzu veya içine düşülmüş bir noksanlık hali, hangisi olduğu fark etmeksiniz; belirsiz bir düzlemle karşı karşıya kalır toplumların tarihselliği. Halbuki federal dünya devleti gibi bir şeyi savunan H. G. Wells de bunu söylemişti: ""İlerlemeyi, bizi şikayet edenlere borçluyuz. Memnun insanlar hiçbir değişiklik istemezler."

İnsanların arzuları ve emelleri ise hayli enteresandır. Bir defa şiddeti belirsizdir. Şöyle düşünelim; haksızlıklara uğramış ve tıpkı Monte Kristo Kontu gibi hücre hapsine yollanmış ya da Papillon ve Banker Vega gibi, Fransız Guyanası'na sürgün edilmiş insanlar düşünelim. Birisinin macerası tek kişiliktir; diğerleri ise (Papillon ve Vega) bir grup mücadelesi de vermişlerdir. Konuyu açmadan şunu söyleyeyim; Burada dar bir özgürlükten bahsediyorum. Yani ve aslında bir yoksun bırakılmayı ele alıyorum. Çünkü Max Stirner'in dediği gibi, "...özgürlük kölelerin bir arzu ve tutkusudur, ben özgürlüğün nesnesi olacak kadar nesneci değilim. Özgürlük benimle birlikte doğdu ama ben başkaları gibi özgür olmaya mahkum değilim. Ben özgürlükten de arındım. Ben Biricik’im." Burası başka bir tartışma alanı ve burada es geçiyorum.


Alman Bir Komünistin İnfazı 
Özgürlükten yoksun bırakılmış insanlar için dünya bir esaretten kurtulma yeridir. Tüm zamanını ve aklını esareti doldurur. Dünyada özgürlük mücadelesinden daha önemli ne olabilir? Hele haksız bir şekilde hapsedilip, eziyetler görmüşse. Ama esaretten bir zaman kurtulan kişi, dünyada, yani diğer toplumlarda, başka başka meselelere önem atfedildiğini görür. Bu şaşkınlık vericidir. Zamanla, topluma kaynaşan bir zamanların esirleri, bir vakit, bir cafe'de kruvasan ve kahve içerken şunu fark eder; geçmişin acıları yele kapılıp gitmektedir. Özgürlük diye kast ettiği şeyi almış mıydı?! Şimdi hayatın durgunluğuna kapılmamış mıydı?! Auschwitz-Birkenau veye Birim 731 kalıntılarında bir ruhun esaretini arayın bakalım. Alman bir komünistin infazında, Rosa Luxemburg'un katline yol açan tutkusundaki tansiyonu bulun bakalım.

Arzuların şiddeti belirsizdir. Ama bu da yeterince açıklayıcı değil. Tutkular nevrotik olabilir; insanların tutkuları dönüşüme uğrayabilir; tutkulara ihanet edilebilir. Bireysel olarak yerine getirilmiş arzular, heyecanını kaybedebilir. Dolayısıyla toplumların durumu, Hegel'in de dediği gibi, doğa yasalarıyla açıklanamıyor. Toplum ilerlemiyor bile. (İlerleme ne demekse!) Yani bilim ve teknoloji bunca yıldır hüküm sürmesine rağmen, insanların hükümetlerinden, devletlerin bireylerden; bireylerin toplumdan ve toplumun başka toplumlardan beklentileri belli ve aynı. Stefan Zweig'in "Geçmişe Yolculuk" adında bir hikayesi var. Bu hikayede bir adam, evinde kaldığı patronunun eşine aşık oluyor. Bu aşk karşılıklı ve derin bir tutku içeriyor. Fakat kadere bakın. Patron, yeni bir fabrika açmak üzere bu çalışanını Meksika'ya gönderiyor. Araya 2. Dünya Savaşı da girince, 2 yıllık sürede, Meksika'da fabrikanın tamamlanıp biteceği öngörülen ve ara verilen bu tutkulu ve şehvetli aşka, toplamda 7 sene araverilmiş oluyor ve çift yıllar sonra, üsteik patron da ölmüş ve kadın dul kalmış iken bir araya gediklerinde, geçmişlerindeki o tutkulu bağlılığı bulamıyorlar. 

Daha iyi bir dünya yok. Bu sefaletin felsefesi olsa da yok. Bu acı dolu gerçek, melankolik bir patikaya yol açmamalı ve kimseyi dünyayı açıklama gayretine sokmamalı. Ufuk Yaltıraklı'nın sözlerini 3 dakika dinlemeniz yeterli, kast ettiğim şeyi vurgulamak açısından. 

Bu dünyada yalnızca gürültü var. 

25 Haziran 2018 Pazartesi

Her Şeyi Yaratan Hiç

Caspar David Friedrich - Bulutların Üzerinde Yolculuk
"Tanrının da insanlığın da işi kendilerine dayanmaktadır, kendileridir. Benim meselem de benim. Tanrı gibi her şey ve hiçim, biriciğim."     Max Stirner

Her şey beni yaratıyor ve ben de her şeyi yaratıyorsam; öyleyse ben kimim? İçine çöken bir karadelik. Başka bir yerde olsaydım; başka biri olurdum; bu halde isem; bunun sebebi burada olmamdır. Fakat benim burada olmaktan başka bir şansım da, kaderim de yok. En azından belirli bir yerde olmak, belirli bir çemberin içinde yaşamak zorundayım.

En çok da ne ifade ettiğimi düşünüyorum. Burada anlatmaya çalıştığım bütün büyük romanların kalbinde yatan o derin acıyı, bir çeşit ibadet, bir meditasyon aracı olarak kullanıp dinginleşme gayreti değil. Aksine, varoluşumun kıskacı altında oldukça gergin ve tepkisel olma durumunu betimlemeye çalışıyorum. Çünkü mesela, Jiddu Krishnamurti, kendisinin peşinden gelenleri; kendisini guru, hatta neredeyse tapınılacak biri görme gayretindeki topluluğu, bizzat kendisi uyarmış ve uzaklaşmıştır. Dolayısıyla acılardan, duygusal eksikliklerden kaynaklanan yoğun varoluş acıları, asla bir tarikat vücuda getirmemelidir.

Orhan Pamuk'un Kara Kitap romanında, Celal isminde bir karakter vardı. İnsanlar, köşe yazarı Celal'in yazdıklarını beğenip, onunla iletişime geçmeye çalışırlar. Bunu okuyunca kederlenmiştim. Çünkü biz insanlar birbirimize dokunduğumuzda ortaya çıkan şey yalnızca bir enerjidir. Elbette bu belirsiz ve manasız bir enerjidir. Bulanıktır, soğuktur ve insanların bu enerjiyle ilgili hükümleri neredeyse her zaman yanlıştır. Bu enerjiye sarılmak, kederli bir tarikatın oluşmasına yol açar çoğu zaman. Ben bilhassa bundan kaçınmak istiyorum.

Başa dönersem, söylemek istediğim şey şu; özne olarak hissetmiyorum ne kendimi ne de insanları. Hatta canlı, cansız ayrımı dahi gözetemiyorum. Nasıl ki ünlü biyolog Graham Cairns-Smith, cansızdan canlıya geçişin mümkün olabileceği bir evrimsel model kurduysa, özneyle, nesnenin de benzer şekilde iç içe geçtiğini, birbirinden türediğini sanıyorum. Ben bir boşluğa bakarken boşlukta bana bakıyor ve ne zaman bir canavarla savaşmaya kalksam, o canavara dönüşmeye başlıyorum (Nietzsche'ye ithafen). Adeta bir hastalık gibi bulaşıyor bedenime her temas ettiğim şey.

Varoluşun en kritik noktası bu. İnsanların en çok aldandığı kısım da bu. Kendimizi özne sandığımız; bir iradenin var olduğuna inandığımız nokta. Bakalım nasıl oluyor? Bir şeyi yapmak istesem ve yapsam bu eylem hem bende, hem de yaptığım şeyde; onunla daha sonra temas edeceklerde bir farklılık yaratmaz mı? Elbette yaratır. İşte bu benim suya attığım taştır ve oluşan dalgalar, benim dışımdaki tüm insanların o suya attığı taşların dalgalarıyla, her an hiç durmaksızın çarpışmaktadır. Ve bu dünyada hareketsizlik söz konusu değildir. Bizim anladığımız manada hiçbir şey yapmamak mümkün değildir. Hiçbir şey yapmayan diye nitelenen insan, dünyada hiçbir şey yapılmaması bir erdem, bir gereklilik vs. gibi görüldüğünde bunu en iyi başarabilecek kişi olur.

Duyularla algıladığımız bir serüvenin ortasındayız. Önce şeylere, şeylerden bilince ve sonra durmaksızın yine bu döngü içinde her bir şeye çarpan duyularımız düşüncelerimizi oluşturup, ardından bedene ve sonra yine dış dünyaya yayılıp, bize dışına çıkılması olanaksız bir yol çizer.

Boşlukta, çırılçıplak düşen biri gibi. Bunun önüne geçmek olanaksızdır. Peki niye düşmek dedim? Çünkü insan hayatı da kaçınılmaz olan ölümle son bulur. Ölüm belirsizliktir ve şöyle ya da böyle ölmek istemeyiz. Oysa ölüme kötü diyemiyoruz yine de. Çünkü ölüm,başka hayatların müjdecisi olabilir ve söz gelimi, sonsuza kadar yaşamak daha acıklı olabilirdi. Dolayısıyla içerdiği olumsuz intibaya rağmen, yine de kötü olarak nitelenemeyecek "düşmek" bu durumu iyi tanımlıyor bana göre. Hem zaten, düşmenin de insana öğrettikleri olduğunu kabul ederiz. O da ölüm gibi belirsizdir; yani getirecekleri açısından. Düşmek ile mahvolan hayatlar da var.

18. yüzyılda modern matematik de böyle başladı. Pierre Simon de Laplace, Laplace'ın Şeytanı teoreminde şöyle demişti: “Evrenin şimdiki halini geçmişin sonucu ve geleceğin nedeni olarak ele alabiliriz. Bir an için evrenin tüm güçlerinin ve bunu oluşturan tüm varlıkların konumlarını anlayabilen bir canlı olduğunu düşünürsek, ve bunun bu verileri inceleyebileceğini de düşünürsek, aynı anda evrendeki en büyük varlıklardan en küçük atomlara kadar her şeyi hesaba katarak bir hesap yaparsa, hiçbir şey belirsiz değildir ve gelecek de, aynı geçmiş gibi, onun gözlerinin önündedir.”

Fakat burada eksik olan şey, yani hata payı (e) olarak nitelendirilen şey, aslında her şeyin aynı anda birbirine entegre olduğu gerçeğidir. Kollektif hareket, nehirden karşıya geçmek isteyen karınca kolonisinin birbirine tutunmuş haline benzer. Özne, nesneden; canlı cansızdan nasıl uzak ve ayrık değilse, bir olayı etkileyen etmenler de birbirine uzaktan bakmamaktadır (Çoklu Doğrusal Bağlantı Sorunu).

Öyleyse söylenebilecek şey şudur; her şey her an belirli bir gerçekliğe indirgenir. Ardından şunları sorabiliriz; hiçbir şey, tekil olarak hiçbir şeye bağlı değilse; kendi içine çöken bu gerçekliğin çizdiği bu belirli yol ne demektir? Gezegenler, yıldızlar neden ve nasıl bir güçle böyle dağılmıştır? Güneş sistemimizde dolanan gezegenlerin, konumunu ve bu konuma ilişkin davranışlarının makul oluşunu açıklayabiliyoruz. Güneş sistemine yakın olan gezegen nispeten sıcak olmalı gibi. Oysa temel sorun bundan ileride; bu gezegenler neden böyle dağıldı. Newton başına elma düştüğünde yer çekimini anlamış diyen bu hoş masal bana şunu düşündürüyor; Elmanın insana fayda sağlamasının nedeni nedir? Varoluşların, oluşlar gibi birbirine ekleşik olması olabilir mi?