Pages

25 Haziran 2018 Pazartesi

Her Şeyi Yaratan Hiç

Caspar David Friedrich - Bulutların Üzerinde Yolculuk
"Tanrının da insanlığın da işi kendilerine dayanmaktadır, kendileridir. Benim meselem de benim. Tanrı gibi her şey ve hiçim, biriciğim."     Max Stirner

Her şey beni yaratıyor ve ben de her şeyi yaratıyorsam; öyleyse ben kimim? İçine çöken bir karadelik. Başka bir yerde olsaydım; başka biri olurdum; bu halde isem; bunun sebebi burada olmamdır. Fakat benim burada olmaktan başka bir şansım da, kaderim de yok. En azından belirli bir yerde olmak, belirli bir çemberin içinde yaşamak zorundayım.

En çok da ne ifade ettiğimi düşünüyorum. Burada anlatmaya çalıştığım bütün büyük romanların kalbinde yatan o derin acıyı, bir çeşit ibadet, bir meditasyon aracı olarak kullanıp dinginleşme gayreti değil. Aksine, varoluşumun kıskacı altında oldukça gergin ve tepkisel olma durumunu betimlemeye çalışıyorum. Çünkü mesela, Jiddu Krishnamurti, kendisinin peşinden gelenleri; kendisini guru, hatta neredeyse tapınılacak biri görme gayretindeki topluluğu, bizzat kendisi uyarmış ve uzaklaşmıştır. Dolayısıyla acılardan, duygusal eksikliklerden kaynaklanan yoğun varoluş acıları, asla bir tarikat vücuda getirmemelidir.

Orhan Pamuk'un Kara Kitap romanında, Celal isminde bir karakter vardı. İnsanlar, köşe yazarı Celal'in yazdıklarını beğenip, onunla iletişime geçmeye çalışırlar. Bunu okuyunca kederlenmiştim. Çünkü biz insanlar birbirimize dokunduğumuzda ortaya çıkan şey yalnızca bir enerjidir. Elbette bu belirsiz ve manasız bir enerjidir. Bulanıktır, soğuktur ve insanların bu enerjiyle ilgili hükümleri neredeyse her zaman yanlıştır. Bu enerjiye sarılmak, kederli bir tarikatın oluşmasına yol açar çoğu zaman. Ben bilhassa bundan kaçınmak istiyorum.

Başa dönersem, söylemek istediğim şey şu; özne olarak hissetmiyorum ne kendimi ne de insanları. Hatta canlı, cansız ayrımı dahi gözetemiyorum. Nasıl ki ünlü biyolog Graham Cairns-Smith, cansızdan canlıya geçişin mümkün olabileceği bir evrimsel model kurduysa, özneyle, nesnenin de benzer şekilde iç içe geçtiğini, birbirinden türediğini sanıyorum. Ben bir boşluğa bakarken boşlukta bana bakıyor ve ne zaman bir canavarla savaşmaya kalksam, o canavara dönüşmeye başlıyorum (Nietzsche'ye ithafen). Adeta bir hastalık gibi bulaşıyor bedenime her temas ettiğim şey.

Varoluşun en kritik noktası bu. İnsanların en çok aldandığı kısım da bu. Kendimizi özne sandığımız; bir iradenin var olduğuna inandığımız nokta. Bakalım nasıl oluyor? Bir şeyi yapmak istesem ve yapsam bu eylem hem bende, hem de yaptığım şeyde; onunla daha sonra temas edeceklerde bir farklılık yaratmaz mı? Elbette yaratır. İşte bu benim suya attığım taştır ve oluşan dalgalar, benim dışımdaki tüm insanların o suya attığı taşların dalgalarıyla, her an hiç durmaksızın çarpışmaktadır. Ve bu dünyada hareketsizlik söz konusu değildir. Bizim anladığımız manada hiçbir şey yapmamak mümkün değildir. Hiçbir şey yapmayan diye nitelenen insan, dünyada hiçbir şey yapılmaması bir erdem, bir gereklilik vs. gibi görüldüğünde bunu en iyi başarabilecek kişi olur.

Duyularla algıladığımız bir serüvenin ortasındayız. Önce şeylere, şeylerden bilince ve sonra durmaksızın yine bu döngü içinde her bir şeye çarpan duyularımız düşüncelerimizi oluşturup, ardından bedene ve sonra yine dış dünyaya yayılıp, bize dışına çıkılması olanaksız bir yol çizer.

Boşlukta, çırılçıplak düşen biri gibi. Bunun önüne geçmek olanaksızdır. Peki niye düşmek dedim? Çünkü insan hayatı da kaçınılmaz olan ölümle son bulur. Ölüm belirsizliktir ve şöyle ya da böyle ölmek istemeyiz. Oysa ölüme kötü diyemiyoruz yine de. Çünkü ölüm,başka hayatların müjdecisi olabilir ve söz gelimi, sonsuza kadar yaşamak daha acıklı olabilirdi. Dolayısıyla içerdiği olumsuz intibaya rağmen, yine de kötü olarak nitelenemeyecek "düşmek" bu durumu iyi tanımlıyor bana göre. Hem zaten, düşmenin de insana öğrettikleri olduğunu kabul ederiz. O da ölüm gibi belirsizdir; yani getirecekleri açısından. Düşmek ile mahvolan hayatlar da var.

18. yüzyılda modern matematik de böyle başladı. Pierre Simon de Laplace, Laplace'ın Şeytanı teoreminde şöyle demişti: “Evrenin şimdiki halini geçmişin sonucu ve geleceğin nedeni olarak ele alabiliriz. Bir an için evrenin tüm güçlerinin ve bunu oluşturan tüm varlıkların konumlarını anlayabilen bir canlı olduğunu düşünürsek, ve bunun bu verileri inceleyebileceğini de düşünürsek, aynı anda evrendeki en büyük varlıklardan en küçük atomlara kadar her şeyi hesaba katarak bir hesap yaparsa, hiçbir şey belirsiz değildir ve gelecek de, aynı geçmiş gibi, onun gözlerinin önündedir.”

Fakat burada eksik olan şey, yani hata payı (e) olarak nitelendirilen şey, aslında her şeyin aynı anda birbirine entegre olduğu gerçeğidir. Kollektif hareket, nehirden karşıya geçmek isteyen karınca kolonisinin birbirine tutunmuş haline benzer. Özne, nesneden; canlı cansızdan nasıl uzak ve ayrık değilse, bir olayı etkileyen etmenler de birbirine uzaktan bakmamaktadır (Çoklu Doğrusal Bağlantı Sorunu).

Öyleyse söylenebilecek şey şudur; her şey her an belirli bir gerçekliğe indirgenir. Ardından şunları sorabiliriz; hiçbir şey, tekil olarak hiçbir şeye bağlı değilse; kendi içine çöken bu gerçekliğin çizdiği bu belirli yol ne demektir? Gezegenler, yıldızlar neden ve nasıl bir güçle böyle dağılmıştır? Güneş sistemimizde dolanan gezegenlerin, konumunu ve bu konuma ilişkin davranışlarının makul oluşunu açıklayabiliyoruz. Güneş sistemine yakın olan gezegen nispeten sıcak olmalı gibi. Oysa temel sorun bundan ileride; bu gezegenler neden böyle dağıldı. Newton başına elma düştüğünde yer çekimini anlamış diyen bu hoş masal bana şunu düşündürüyor; Elmanın insana fayda sağlamasının nedeni nedir? Varoluşların, oluşlar gibi birbirine ekleşik olması olabilir mi?