Pages

29 Temmuz 2018 Pazar

Hiçliğin Kuklası

Caspar David Friedrich - Meşe Ormanında Manastır
"Canavarlarla savaşanlar, sonunda canavar olmamaya dikkat etmelidirler. Ve bir boşluğa uzun süre bakarsan, boşluk da sana bakar."   Friedrich Nietzsche
İnsan ışığı kıran bir prizma gibidir. Işığı kırar, içinden renkler çıkar. Bu aynılığın sona ermesidir. Bir anda ilerleme, değişme, dönüşme başlar. Aslında ilerleme, değişme ya da dönüşüm; hiçbiri doğru sözcük değildir. Şöyle der Nietzsche; "Her şey gider, her şey geri gelir, sonrasızca döner varlık çarkı. Her şey ölür, her şey yine çiçeklenir; sonrasızca sürer varlık yılı." Bu varoluşçuluğun nihilizme değdiği noktadır. Etkin miyiz; yoksa nesnelerin nesnesi miyiz? Varoluş sadece bir farkındalık mı?

Kayıp. Kaybolmuş biri. Sözcüklerin, duyguların, ilkel içgüdülerinin ardında görünmeyen birileriyiz. Dünyaya fırlatılmış varlıklar. İnsan özgür olmaya mahkumdur, der varoluşçular. Kötümser bakanlar ise, insanın iradesini bir yanılsama olarak görürler. İstediğinizi yapmakta özgürsünüz, ama istediğinizi isteyemezsiniz, der Schopenhauer.

Eylemlerime nesneler (duygular, düşünceler) karar verecek. Bilincimin duygularıma hükmedebileceği sanrısı beni "biri" olmaktan kurtaramayacak. İnsan davranışlarının %95'i bilinçdışı gerçekleşmektedir. Bilincime uğrayan her düşüncede iradenin tarafımca gerçekleştiğini düşüneceğim. İşte temel fark burası. Bilincim tarafından değerlendirilen seçim (yargı, ing. judgment), eylemi gerçekleştirme ve gerçekleştirmeme olasılıkları arasında gidip gelir. Burası kendimi özgür sandığım yer. Çünkü yapmak veya yapmamak elimdedir. Ama burada bir sorun var:

i.) Eylemleri belirleme kriterlerim (deneyimler, gelecek planları, genetik, duygular vs.) benim iradem tarafından mı belirlendi? Hayır.

Bir insanı gerçekleştiren tüm o geçmiş yollar ve hazır bulunan duygular ve genetik, bireye, adını ve senaryosunu bilmediği bir senaryoda durmadan sufle vererek yönetir. Bir kuklayız biz. Sadece yaşadıklarını gözlemleyen bir iç görü var bizde. İşte orada kaybolmuşuz. Kuklacının sahibinin elinde, zoraki oynadığını hissetmesi gibi. 

23 Temmuz 2018 Pazartesi

Friedrich Nietzsche Üzerine

Caspar David Friedrich - Hill and Ploughed Field near Dresden
"Konuşabilen bir hayvan şöyle demiş: “İnsancıllık, en azından biz hayvanların acısını çekmediği bir önyargıdır." Friedrich Nietzsche
Kelimeleri çok iyi kullanan insanlar gördüm. Belirli bir işi en iyi yapan insanlar. Nietzsche'nin son insanları bunlar. Peki Nietzche'nin acısı neydi? Hep geriye dönük sorular sorması. İnsanın delirmesine neden olan budur: her kelimenin altında yatanı sorgulaması. İnsanı yiyip bitiren de budur: yani kuruntuları. Sorulan soruların çoğalttığı o bataklık! Bir defasında kız kardeşine şöyle demiş Nietzsche: "Gönül rahatlığı ve mutluluk arıyorsan inan ama gerçeğin öğrencisi olmak istiyorsan, araştır."

"Benim bir derdim var, cümlelerim bu dertle örülü ama okuyucu kitlem cümlelerimi cımbızla bağlamından çekip ormanımı katleden barbarlar maalesef." Nietzsche böyle dediğine göre bu derdi biraz daha açalım. İnsanlar ahlaki değerleri, devletleri, inançları idealize eder. Aslında Nietzsche'nin karşı durduğu ve acısını katlayan: toplumların bu ideal hali, yani inorganikliğidir. Karşı duramadığı ise kendi ilkel içgüdüsüdür. Kırbaçlanan atın önüne atlayıp, ona sarılması, vicdanıyla baş başa iken hüngür hüngür ağlaması ve bu olaydan sonraki üç gün boyunca hiç konuşmadan oturması; ardından söylediği ilk cümlenin, "Mutter, ich bin dumm" (Anne, ben aptalım!) olması, Nietzsche'nin yaşadığı acı dolu çekişmenin final sahnesi olmuştur ve Nietzsche delirmiştir.

Nietzsche acıyla baş edebileceğini düşünüyordu. Schopenhauer, karanlığa tiksintiyle bakarken, yaşam sevincini kutsayan Nietzsche hem Wagner'le olan dostluğunda, hem de Lou Salome'a olan aşkında hep bu kurtuluşu aradı. 

Nietzsche'nin sorduğu sorular, boşluğun çapını artırıyordu. Nietzsche yaşamak tutkusuna onu bağlayacak bir şey bulamadı. Wagner'in ihtişamlı orkestrasını dinlemeyi yarıda kestiğinde, Lou Salome'e olan aşk itiraflarında reddedilmesi, inzivaya çekildiği Sils Maria'da hissettiği duygusal yoksunluk, kutsal kitapların en başından beri ona yanıt vermemesi, hiçbir yere varmayan tren yolculukları Nietzsche'yi daha da kaosa sürükledi.

Toplumdaki tüm değerlerin yanlış olduğunu gördüğünüzde geriye bir tek şey kalır; bitki kadar yalın yaşamak. Bu yaşamak tanımını Nietzsche'nin öncülü Max Stirner'den işitiyoruz. Şöyle diyor kendisi: "Benim Hiç’im gözle görünen, elle tutulan bir Varlıktır. Üstelik kırıcı olan bu Hiç, vakumu dolduracak kadar da yapıcıdır. Dünya benim dünyamdır, gerisi yalan. Hiçbir amacım yok benim, neredeyse bir bitki kadar yalın ve yaşam doluyum. Ancak benim bir mülkiyet düşkünü olduğumu sanmayın -bunu da ısrarla söylüyorum. Her düşkünlük beni tiksindirir." Albert Camus da zaten şöyle demiyor muydu Başkaldıran İnsan'da: "Daha önce Stirner, Tanrıyı yıktıktan sonra, insanda her türlü Tanrı düşüncesini de yıkmak istemişti. Ama, Nietzsche’nin tersine, yoksayıcılığı hoşnuttu. Stirner çıkmazda güler, Nietzsche duvarlara saldırır."

Nietzsche hayatı olumluyordu ve bu hayata tutunacak bir topluluk bulamadığından duvarlara saldırıyordu. Peki bu hayat yaşanmaya değer değil midir? Kişisel bir anımı paylaşmak istiyorum. İşinde çok başarılı, iyi kazanan, kibar, boylu poslu, oldukça yakışıklı, evli bir tanıdığım vardı. Hayatı tam manasıyla harika ilerliyordu. Bir gün amansız bir hastalığa yakalandı. Yatağa düştü. Vücudu, kasları eriyordu. Onu sevdiğini iddia eden herkes, eşi ve ailesi de dahil kendisini yalnız bıraktı. O, hiç kimseyle alıp veremediği olmayan kişi, tüm sevgilerin, tüm o yaşam ihtişamının bir yalan olduğuna günbegün şahit olmuştu. Belki sevenleri yanında da durabilirdi: ama hangi saikle? Belki o da nevrotik bir merhamet olacaktı. Kaderin bir cilvesiyle, Kralıyla aynı cezaevine düşen soytarının, aradan geçen zaman içinde ona saygısını yitirmesi ve laubali olması gibi.

Eğer böylesi bir dünyada yaşadığını bilip, yine de yaşamı olumlayabiliyorsanız, bu hayat yaşamaya değerdir. Size unutmanızı, alışmanızı, sakin kalmanızı, bir şeylerle uğraşıp kafayı oraya vermenizi, en son çare olarak da ilaç almanızı tavsiye ederler. Halbuki bu hayatı yorumlamak basittir: ölene kadar geçecek hayatınızı anlara bölerseniz; bu hayat sonsuzdur, ölümsüzsünüzdür; halbuki bu hayat hiç de sonsuz değildir.

Nietzsche son insanları şöyle tanımlıyor:

"Aşk nedir? Yaradılış nedir? Hasret nedir? Yıldız nedir?" böyle soracaktır son insan ve kırpacaktır gözlerini.

O zaman yeryüzü küçülmüş olacaktır, her şeyi küçülten son insan onun üzerinden sıçrayacaktır. Cinsi, toprak piresi gibidir, kökü kurutulamaz; son insan herkesten uzun ömürlü olandır. Saadeti biz keşfettik"- derler son insanlar ve gözlerini kırparlar. Onlar yaşanması güç semtleri terk etmişlerdir: zira hararet lazımdır kişiye.

Henüz komşu sevilmektedir, ona sürtünülür. Zira hararet lazımdır kişiye. Hasta olmak ve kuşku duymak günah kabul edilir: sakınarak yürürler. Budaladır, buna rağmen ayakları taşa sürçen ya da insanlara takılıp tökezleyen kişi. Ara sıra bir miktar zehir: bu hoş rüyalar gördürür. Ve nihayetinde alınan fazlaca zehir, huzur içinde bir ölüm temin eder bu da. Hala çalışmaktadır kişi, zira iş eğlencelidir. Fakat dikkat edilir, eğlencenin kişiyi tüketmemesine.

Artık kişi ne zenginleşir ne de züğürt kalır. Her ikisine de katlanmak güçtür. Kim hükmetmek ister ki artık? Kim artık itaat etmek ister? İkisine de katlanmak güçtür. Çobansız bir sürü! Herkes aynı şeyi ister, herkes birdir: kendini farklı hisseden, gönüllüdür tımarhaneye.  "Bir zamanlar dünyanın tamamı çılgındı." -deyip en kurnazları, göz kırparlar.

İnsan zekidir ve olup biten her şeyi bilir: bu nedenle iğnelemelerinin sonu yoktur. İnsanlar hır gür halindedir hala, ancak çabuk barışırlar- aksi takdirde mideleri bozulur.

İnsanın, gündüz için ayrı, gece için ayrı, küçük şekerlemeleri vardır: yine de değer verirler sağlığa.
"Saadeti biz keşfettik"- derler son insanlar ve göz kırparlar..."

15 Temmuz 2018 Pazar

Yaşananların Yapışkanlığı Üzerine

Caspar David Friedrich - Waft of Mist
"İnsan, ölümsüz olabilmek için yüksek bir bedel ödemelidir; yaşarken pek çok kez ölmelidir". Friedrich Nietzsche
Bir sinema filmi her zaman çarpıcı olanı anlatmak ister; bir roman en yoğun duyguları derler ve şiirlerde belirli temalar vardır. En dikkat çekici anılarını anlatırsın; konuşurken vurguların vardır; bu yüzden insanlar arasındaki iletişim ve etkileşim her zaman sivridir. 

Oysa yaşamda her şey etkindir. Rüzgarda uçan bir çöpün görüntüsünü, küçücük bir ot parçasını; öylesine kısa bir zamanda esen rüzgarın bile kendimizde bir yer elde ettiğini bilmeliyiz. Tabii ki şeylerin bizdeki etkinliğini kesin olarak belirleyemiyoruz. 

Etkinlik, değişmek, dönüşmek, her şey, ufak tefek şeyler, kesinlik derken pek çok ifadeyi çalakalem kullandığımı biliyorum. Bu biraz dil kullanma becerimin eksikliğinden ama daha çok da, ifade etmeye çalıştığım şeylerin güçlüğünden kaynaklanıyor. Bu nedenle yazdığım pek çok şeyi, anlatmaktan daha çok sezdirmek istiyorum. Çoğu zaman da, bu şekilde hayatı boyunca düşünmemiş insanlar varsa, söylediklerimin bir işe yaramadığını anlıyorum. Şimdi ne demek istediğimi yine sezdirmeye çalışacak, değişik bir anlatı kullanmaya çalışacağım. Bu, zor şeyleri açıklamak için denediğim bir yol. Dolayısıyla bundaki eksik yanları, geçersizlikleri peşinen bilmeniz gerekir. İfade edeceklerimi, koskoca olasılık konusunun sadece basit bir zarla anlatılmaya çalışılması gibi düşünün. 

Şimdi içinde 50 tane üzerinde "1" yazan toplar bulunan bir torba düşünün. Bu "1" sizin varoluşunuzun başlangıç noktası olsun. Sonra bu torbanın içine üzerinde "2" yazan 50 tane daha toplar atın. Bu "2" no'lu toplar, sadece "1" varoluşuyla dolu bilince girmiş ikinci bir olay olsun. Sonra, içinde toplam 100 top olan bu torbadan rastgele 50 top seçin. Merkezi limit teoremine göre, hemen hemen, yani aşağı yukarı 25 tane "1", 25 tane "2" rakamlı top seçmiş olursunuz. Yaklaşık 25'er adet "1" ve "2"  no'lu toplar ile 50 adet "3" no'lu top. "1" ve "2" no'lu toplar neden yaklaşık 25'er adet oluyor diye ısrarla vurguladığımı bilmek istiyorsanız, merkezi limit teoremine göz gezdirmelisiniz. Kaldı ki, şu anda konu bu da değil.

Her neyse, aradan geçen zaman 50 top kapasitesiyle ilerlemesi gereken zihninizde, "1" ve "2" no'lu toplardan yaklaşık 25'er tane götürmüştür. Zihniniz, içine giren topların bir karması olmuştur. Ardından 50 tane "3" no'lu topların zihninize girdiğini düşünün. Yine toplam 100 top oldu zihinde. Ve şimdi yine, 100 adet top bulunan zihinden, kapasitesi gereğince 50 adet topu geri alalım. Yaklaşık 12-13'er adet "1" ve "2" no'lu toplar ile yaklaşık "25" adet 3 "no'lu" top zihinden çıkmış olacaktır. Peki bu işlemleri aynı mantıkla "4", "5", "6", "7" ... sonsuza kadar tekrarlarsak, "1" no'lu toplardan tamamen kurtulmamız için bu işlemi kaç kez tekrarlamamız gerekir? Muhakkak ki, ilk başta yaşanan o devasa azalış (yani ilk boşaltmada 25 adet "1" no'lu topun dışarı atılması) azalarak azalacak ve sonuçta "1" no'lu toptan kurtulmak ihtimali ıraksayarak bir noktada gerçekleşecektir. Bu uzak bir noktadır.

Şimdi bu düşünce deneyini, daha fazla sayıda top kapasiteli bir zihin için düşünün. Ardından verdiğim sayılarla sürekli oynayın. Mesela ilk başta 50 top olsun; buna 20 top katılsın, ardından 30 top çekilsin; üzerine 200 topluk acı dolu bir deneyim eklensin; daha toplar çekilmeye fırsat bulunamadan 50 tane top daha eklensin ama bu 50 top'un üzerinde birbirinden farklı 5 rakam bulunsun ve farklı sayılarda toplar çekilsin; veya torba o kadar büyüsün ki topları çeken kişi sadece üstte yığılmış olan kümeye ulaşabilsin; zira eli aşağılara ulaşamasın kalabalık toplar yüzünden vesaire.

İşte zihinde anılar olarak yer edinen, uzak geçmişteki olaylar, düşünce deneyimizde, çok fazla topun zihne girmesi gibi (mesela 200, 300 topun zihne hücum etmesi) geniş bir yer kaplayarak bulunmuş olduklarından, zihinden çıkmaları uzun zaman almakta veya hatta zihinde ölene kadar yer etmektedirler. Elbette zihin belki çok ufak şeyleri bile kaydedebilir ama sonuçta bunların bilinçte yer bulması kayda değerdir.

Yaşadıklarımızda işte bu düşünce deneyine benzer şekilde üzerimize yapışmaktadır. Kuvveti, büyüklüğü, kalıcılığını etkiler. Zihnin boşaltma becerisini ise başka şeyler belirler.

Ne zaman hayatımı değiştiren (neredeyse her zaman hayatımı alt-üst eden olaylar için geçerlidir bu) bir şey yaşasam, sanki üzerimde bir saat çalışmaya başlar. Bu saat, zihnime giren bu toplardan, yaklaşık kurtulma sürem gibidir. O an acıyı bağlamıyla değerlendiremem. Neden bu acıyı yaşıyorum demektense; suçlu, haklı; doğru; yanlış aramaktansa, acıya bir kiracı gibi bakarım. Acı dolu deneyimler benim için bir hastalık gibidir. (Neden hiç mutluluktan bahsetmediğimi sorabilirsiniz. Çünkü şu anda acılar içindeyim.)

Benliğimi, bilincimi; kendi bedenimle, gövdemle bir hissetmiyorum. Kendime bir nesne olarak bakıyorum. Bu ilerletilmesi gereken bir süreç. Bu zihne aşık olmak iyi gelecek; bu gövde gezmekle rahatlayacak; bu çalışma bitirilirse gelecekte acı dolu bir deneyim olmayacak gibisinden. Bundan seneler önce acıyı veya inancı; sevgiyi veya başarma hırsını; kendime ekleşik olarak görürdüm. İstemekle, hareket aynı anda gerçekleşirdi benim için. Tıpkı sizlerde olduğu gibi. Ama artık olaylara karşı ilgimi kaybettim. Yıllardır derin bir hiçlik içerisindeyim. Duygularım olmadığı sürece, bu çölde rahattım. Şimdi nasıl hissediyorsun diye sorup duruyorum kendime.

Gerçekleştireceğim bir eylemin bende yaratacağı sonuçları düşünüp duruyorum. Mesela bu yolu gidersem sonunda nasıl hissedeceğim gibi... Halbuki yolun sonundaki "şey" de var. İşte ona karşı tam kayıtsızım. Adeta kendi yaşantımın seyircisi oldum. 

12 Temmuz 2018 Perşembe

"Biri" Olduğunu Bilmek

Caspar David Friedrich - A Woman at Sunset or Sunrise
"Egoist, aile bağlarını koparıp, ağır hakarete uğrattığı aile tininin karşısında devlet efendinin himayesine girmiştir. Peki ama şimdi nereye dahil olmuştur? Doğruca yeni bir toplumun içine. Onun egoizmini, az önce kurtulmuş olduğu tuzakların aynısı burada da beklemektedir. Çünkü devlet bir toplumdur, bir birliktelik değildir; devlet genişletilmiş ailedir. ("Devlet ana - devlet baba - devlet çocukları")
Devlet denilen şey bağımlılıktan, bağlılıktan, beraberlikten ve dayanışmadan oluşan bir doku ve bir örgüdür; bu örgüde bir araya dizilen insanlar birbirlerine uymak zorundadırlar, kısacası hepsi birbirlerine bağlıdır: devlet bu bağımlılıktan oluşan düzendir. Otoritesi en üstten en ast memuruna kadar ulaşan kral ortadan kaybolsa bile içlerine düzen anlayışı yerleşmiş herkes bu düzeni düzensizliğin yıkıcılığına karşı ayakta tutmaya çalışacaktır. Düzensizlik zafer kazanırsa, devlet yıkılır." Max Stirner s.200
Filmler izleriz, kitaplar okuruz; çeşit çeşit karakterler tanırız. Yalnızca kurguda değil, etrafımızda da bize enteresan gelen, uzak gelen karakterler vardır. Mesela Pablo Escobar'ın hayatını anlatan Narcos dizisine, hakkındaki belgesele, yazılanlara çizilenlere ve gördüklerime baktığımda kendi kendime söylediğim şey şu olurdu: böyle bir hayatı nasıl sürdürebilmiş? Nasıl ve neden yolu hiç değişmemiş? Bu kimliğini ölene kadar nasıl savunmuş? Yaptıklarını doğru değilse bile, en azından nasıl ve ne biçimde geçerli bulabilmiş? Şüphesiz bu benim kaldırabileceğim bir yaşantı değil. Bütün bunları söylerken elbette bir özentiden, bir öykünmeden bahsetmiyorum. Ben sadece "öyle" değilim; "bu gibi" olamazdım diyorum. Köklerimin nereye bağlı olduğunu hissediyorum.

Hayatımı kıskanç, bencil, içine kapanık biri olduğumu bilerek geçirdim. İnsanlarla iletişimimde de bu vardı. Çaresizce kıskandım; kıskandığımın farkında olarak yaptım bunu. Kıskanmasam daha iyi olur diye düşünsem de yine de duramadım; yani kıskandım. Baktım ki ben "biri"yim; bir şeyim. Bunu hep her şeyden bağımsız zannederdim. Belki sizler, böyle düşünmediniz hiç; belki bendeki çocuk kafasına bakıp şaşırıyorsunuz bile; nasıl yani kendini bunlardan ayrı düşündün diyerek.

Yıllar önce de elbette Biri'yim derdim; ama sanki bu bana, benim seçimim gibi gelirdi. (Oysa Schopenhauer, istediğinizi yapmakta özgürsünüz ama istediğinizi isteyemezsiniz, demişti) Ben biri'yim; çünkü böyle istiyorum. Böyle Biri olmak mantıklı derdim. Kendimi, yani biricikliğimi geçerli bir hakikatler dizisi gibi savunurdum. (Kim savunmaz kendisini!) Ama şimdi istemediğim halde bu şekilde Biri olduğumu kavrıyorum. Düşünerek aşılabileceğini sandığım hiçbir şeyi aşamıyorum. Safça inanıyorum. İnsanları doğru değerlendirebilmekten yoksunum. Benim hakkımda ne konuştuklarını bile tahmin edemiyorum. Bazen bir kapıdan çıktığımda, belki de kim bilir şu anda arkamdan neler denmiştir; oysa yüzüme gülmüşlerdi, diye söylüyorum. Ve nihayetinde, samimi bir sevgiyi, aşkı kavrayamıyorum.

Bir erkeğin en büyük derdi bu bence; gerçekten sevildim mi? Bana duyulan aşk gerçek miydi? Yaşadıklarım boyunca söylenen sözler samimi miydi? Ayrılık, en çok bu yönüyle yakar erkeği. Ayrılırken yarım kalan ifadelerdir, erkeğin içini deşen. (Tersi de olabilir ve kadınlar da böyle hissedebilir. Ama ben bu açıdan değerlendirebilirim.) Evet, sevdim diyen eski sevgilinin sözleri yeterli değildir. Çünkü boşluklar vardır hala. Bu boşlukları ayrı düşmüş bir eski aşkın sözleriyle doldurmak olanaksızdır. Böylece erkek aşağılık kompleksine girer. Buna boşunalığın ve hiçliğin kavurucu etkisi de katılır. Dünyada artık yersiz yurtsuz olduğunu anlar. Bu boşunalık ölümcüldür. Bazı erkekler bunun için köpekleşir, adeta eski aşkından sevgi sözcüklerini dilenmeye başlar. Sevgilileri güzel olmasa bile, onların bir yudum aşk gösterisi karşısında yapmayacakları şey kalmaz. Bir erkeğin hayatta kalabilme becerisini bu sınavın sonucu belirler. Çünkü meteliksizlik, zor koşullar, sevilmeyen işler; trafik vesaire bunların hepsine tek bir şekilde katlanılabilir: o da sevildiğini bilerek. Bir kalbin sahibi olmayan bir erkek yüreği (yani kendini buna inandırmamış) dayanılmaz bir cehennemdir. O yüzden işini bilen kadınlar erkekleri köpekleştirmişlerdir tarih boyunca.

Marcel Proust'nun, Kayıp Zamanın İzinde adlı kitabında da bu böyle tasvir edilmişti. Hem Marcel'in Albertine'e olan aşkı, Hem de Swann'ın, Odette'e olan sevdası, aynı ortak paydaya sahipti. Ne zamanki, kadını elde ettiklerini düşünseler; buna inansalar, ayrılık düşleri kuruyorlardı. Bu kadınlarda gördükleri eksiklikleri yüzlerine çarpacak, kapıyı vurup gideceklerdi. Ne zaman kadını elde ettiğini düşünseler; yine kadına karşı duygusuz ve umursamaz oluyorlardı. Fakat yine aynı zamanda, ne zaman bu kadınların kendilerini aldattığını düşünseler; başka erkekleri sevdiklerini (sevebildiklerini) anlasalar ya da buna kendilerini inandırsalar; derhal bu aşkın peşinde bir ızdırap köpeği gibi koşmaya başlarlardı.

Sevgilinin geçmişini umursayan "Biri" olmak ve bundan kaçınamamak. Ben de böyle biriyim. Ne kadar okursam okuyayım; ne kadar mantıklı olursa olsun geçmişe karışmamak; bunu değersiz görmek, yine de yapamıyorum. Çünkü sevdiğim insanın başka birisini sevmiş olması düşüncesi, bendeki aşağılık kompleksini harekete geçiriyor. Öyleyse bir kadın, beni kendisine aşık ettikten sonra bana istediğini yapabilir. İşte bu benim cehennemim.

Etrafınızdaki ormana baktığınızda ne görüyorsunuz. Huşu içerisinde sallanan dalların arasında insanı yutacak tuzaklar var.

6 Temmuz 2018 Cuma

Dünyayı Açıklamaya Çalışmak ve Sefaletin Birleştiriciliği

Caspar David Friedrich - Deniz Kenarında Keşiş
“Millete, şunu da hatırlattım ki, kendimizi, dünyaya egemen sanmak aymazlığı, artık sürmemelidir. Gerçek konumumuzu, dünyanın durumunu tanımamaktaki aymazlıkla, aymazlara uymakla milletimizi sürüklediğimiz yıkıntılar yetişir. Bile bile aynı acıklı durumu sürdüremeyiz. Efendiler, İngiliz tarihçilerinden Wells, iki sene evvel yayımlanan, bir tarih yazdı. Yapıtının son sahifeleri “dünya tarihinin gelecekteki evresi” başlığı altında birtakım düşünceler içeriyor. Bu düşüncelerde güdülen konu; “Federal bir dünya devleti” dir. Wells, bu bölümde, birleşik bir dünya devletinin nasıl kurulabileceği ve böyle bir devletin önemli ayırıcı niteliklerinin neler olacağı üzerindeki düşüncelerini ortaya atıyor ve adaletin ve tek bir kanunun egemenliği altında dünyamızın alacağı durumu canlandırmaya çalışıyor. Wells, “bütün egemenlikler, tek bir egemenlik içinde eritilmezse, milliyetlerin üstünde bir güç yaratılmazsa dünya yok olacaktır” diyor ve “gerçek devlet, çağdaş hayat koşullarının bir zorunluk haline getirdiği dünya birleşik devletlerinden başka bir şey olamaz.”; ‘kuşku yoktur ki insanlar, kendi ortaya çıkardıkları şeyler altında ezilmek istemezlerse er geç birleşmek zorunda kalacaklardır.’ diyor.” H. G. Wells - Outline of History (Aktaran, Mustafa Kemal Atatürk; Nutuk)
Acı ve sefaletin dillendirilmesi, yalnız ve kaygılı insanın ebedi ibadetidir. Dünyanın kötü olduğu zamanlarda hep kitaplara baktık. Çünkü algılarımız buna açıktı. Merak ediyorduk. Nietzsche'nin tanımladığı öte dünyalarda neler olabilirdi? Dilencinin Kral olma rüyası gerçek olabilir miydi veya Nietzsche'nin tüm iyilik, erdem, hakikat gibi kurguları yalanlaması neydi? Fark etmez. Tarihselliğin içinde debelenen insanların tek merak ettiği, arzuladığı, birkaç satır sözcük idi.

İşte bu felsefe'nin sefaleti ya da sefaletin felsefesi şuna benzer sözcüklerde hayat buluyordu; "Bütün bu adamlardan, bu evlerde yaşayanlar gibilerden ve şu aşağı tarafta yaşayan lanet olasıca küçük memurlardan hayır gelmez. Onlar ruhsuzdur, ne onurlu bir düşleri vardır ne de onurlu bir arzuları, bu ikisi de olmayınca bir adam nedir ki? Tanrım! Korkak herifin tekinden başka bir şey olabilir mi? Tek yaptıkları işlerine koşturmaktır, yüzlercesini görüyordum, Ellerinde kahvaltılık birşeyler, abonman kartlarıyla bindikleri o küçük trenlerine yetişebilmek için deli gibi koşuşturup, ortalığı birbirine katarlar, çünkü treni kaçırırlarsa kovukacaklarından korkarlar; anlama zahmetine girmeye korktukları işlerde çalışırlar; akşam yemeğine yetişemeyeceklerinden korkarak evlerine koşuştururlar; arka sokaklardan korktukları için yemekten sonra evden çıkmazlar ve sevdikleri için değil de, bu dünyadaki bu küçük sefil koşuşturmacalarında onlara biraz daha güvence sağlayacak azıcık paraları olduğu için evlendikleri karılarıyla yatarlar. Başlarına gelebilecek kazalardan korktukları için hayatlarını sigortalatıp, biraz da yatırım yaparlar. pazar günleri de, öbür dünyadan korkarlar. Sanki cehennem korkak tavşanlar içinmiş gibi!"

Yusuf Atılgan ve Aylak Adam'dan bir örnek: "Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, - Veli ağanın öküzleri gibi öküz yoktur, demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!"

Bir tane de Yevgeni Zamyatin'den gelsin; "Biz" romanından: "Kendimi duyumsuyorum: Ama sadece içine kirpik kaçan göz, şişmiş parmak veya çürük diş kendini duyumsar, bireysel varlığının bilincine varır. Sağlıklı göz veya parmak ya da diş varlarmış gibi görünmezler. Yani gayet açık, değil mi? Kendi kendinin bilincine varmak, hastalıktır."

Sonra bize yaşamlar önerdiler: istenilen ise; ışık, biraz daha ışık, idi. Vodvil, burlesk, revü, fars, slapstick filmler, piyes, trajedi, melodram... Acıyı hafifletme, onu ututturma çabası; sefaletle yüzleşme, onu benimseyip mutlak geist'a yol alma ya da üst-insan (ubermensch) olma gayreti, içinde ne olursa olsun; unutulan tek ve çok önemli bir şey vardı. O da arzuların, ancak ve ancak, insanın memnuniyetsizliğiyle ilişkili olmasıydı. Yani eksikliklerimiz; dürtülmüş bir arzu veya içine düşülmüş bir noksanlık hali, hangisi olduğu fark etmeksiniz; belirsiz bir düzlemle karşı karşıya kalır toplumların tarihselliği. Halbuki federal dünya devleti gibi bir şeyi savunan H. G. Wells de bunu söylemişti: ""İlerlemeyi, bizi şikayet edenlere borçluyuz. Memnun insanlar hiçbir değişiklik istemezler."

İnsanların arzuları ve emelleri ise hayli enteresandır. Bir defa şiddeti belirsizdir. Şöyle düşünelim; haksızlıklara uğramış ve tıpkı Monte Kristo Kontu gibi hücre hapsine yollanmış ya da Papillon ve Banker Vega gibi, Fransız Guyanası'na sürgün edilmiş insanlar düşünelim. Birisinin macerası tek kişiliktir; diğerleri ise (Papillon ve Vega) bir grup mücadelesi de vermişlerdir. Konuyu açmadan şunu söyleyeyim; Burada dar bir özgürlükten bahsediyorum. Yani ve aslında bir yoksun bırakılmayı ele alıyorum. Çünkü Max Stirner'in dediği gibi, "...özgürlük kölelerin bir arzu ve tutkusudur, ben özgürlüğün nesnesi olacak kadar nesneci değilim. Özgürlük benimle birlikte doğdu ama ben başkaları gibi özgür olmaya mahkum değilim. Ben özgürlükten de arındım. Ben Biricik’im." Burası başka bir tartışma alanı ve burada es geçiyorum.


Alman Bir Komünistin İnfazı 
Özgürlükten yoksun bırakılmış insanlar için dünya bir esaretten kurtulma yeridir. Tüm zamanını ve aklını esareti doldurur. Dünyada özgürlük mücadelesinden daha önemli ne olabilir? Hele haksız bir şekilde hapsedilip, eziyetler görmüşse. Ama esaretten bir zaman kurtulan kişi, dünyada, yani diğer toplumlarda, başka başka meselelere önem atfedildiğini görür. Bu şaşkınlık vericidir. Zamanla, topluma kaynaşan bir zamanların esirleri, bir vakit, bir cafe'de kruvasan ve kahve içerken şunu fark eder; geçmişin acıları yele kapılıp gitmektedir. Özgürlük diye kast ettiği şeyi almış mıydı?! Şimdi hayatın durgunluğuna kapılmamış mıydı?! Auschwitz-Birkenau veye Birim 731 kalıntılarında bir ruhun esaretini arayın bakalım. Alman bir komünistin infazında, Rosa Luxemburg'un katline yol açan tutkusundaki tansiyonu bulun bakalım.

Arzuların şiddeti belirsizdir. Ama bu da yeterince açıklayıcı değil. Tutkular nevrotik olabilir; insanların tutkuları dönüşüme uğrayabilir; tutkulara ihanet edilebilir. Bireysel olarak yerine getirilmiş arzular, heyecanını kaybedebilir. Dolayısıyla toplumların durumu, Hegel'in de dediği gibi, doğa yasalarıyla açıklanamıyor. Toplum ilerlemiyor bile. (İlerleme ne demekse!) Yani bilim ve teknoloji bunca yıldır hüküm sürmesine rağmen, insanların hükümetlerinden, devletlerin bireylerden; bireylerin toplumdan ve toplumun başka toplumlardan beklentileri belli ve aynı. Stefan Zweig'in "Geçmişe Yolculuk" adında bir hikayesi var. Bu hikayede bir adam, evinde kaldığı patronunun eşine aşık oluyor. Bu aşk karşılıklı ve derin bir tutku içeriyor. Fakat kadere bakın. Patron, yeni bir fabrika açmak üzere bu çalışanını Meksika'ya gönderiyor. Araya 2. Dünya Savaşı da girince, 2 yıllık sürede, Meksika'da fabrikanın tamamlanıp biteceği öngörülen ve ara verilen bu tutkulu ve şehvetli aşka, toplamda 7 sene araverilmiş oluyor ve çift yıllar sonra, üsteik patron da ölmüş ve kadın dul kalmış iken bir araya gediklerinde, geçmişlerindeki o tutkulu bağlılığı bulamıyorlar. 

Daha iyi bir dünya yok. Bu sefaletin felsefesi olsa da yok. Bu acı dolu gerçek, melankolik bir patikaya yol açmamalı ve kimseyi dünyayı açıklama gayretine sokmamalı. Ufuk Yaltıraklı'nın sözlerini 3 dakika dinlemeniz yeterli, kast ettiğim şeyi vurgulamak açısından. 

Bu dünyada yalnızca gürültü var.