Otoportre - Vincent van Gogh |
"Otoyolda canlı canlı yanan şu çocukların ailelerinin ölümsüzlüğü; Hayır kurumlarının paraya boğduğu bu aileler, toplumun hayırlı saydığı insanları tiksindiren tüketim malları gibi harcıyorlar parayı; o hayırsever insanlar ki kendilerine araba almak için çocuklarının ölmesi gerekmiyordu ve bu yüzden de onları, sanki rastlantıymış gibi ölümcül kazalar yapıp duran şu şehirlerarası otobüslerle ucuz tatillere göndermek durumunda kalmıyorlardı hiç.
Kendi çocuklarını bozuk para gibi yutanların ölümsüzlüğü, ölümü ödüllendiren toplum kurumlarının ölümsüzlüğüne cevap veriyor sadece. Bu erdemsiz çemberin içinde bulunan her şey iğrenç: En yoksul çocukları öldüren rastlantı, bu ölümü bir gelir kaynağına dönüştüren hayır kurumları, geçici bir bolluk için bu durumdan yararlanan ana-babalar ve onları kınayan toplum; çünkü söylentiler, onları bu münasebetsiz davranışları için mahkum etmiyor da; bu parayı akılcı bir biçimde kullanmadıkları için; örneğin bankaya yatırmak yerine, tecelli eden ilahi adaleti doğrularcasına saçıp savurdukları için mahkum ediyor". Jean Baudrillard - Cool Anılar - sayfa 112.
Erdem şöyle tanımlanmaktadır: "ahlakın övdüğü ve ahlaklı olmanın gerektirdiği doğruluk, yardımseverlik, yiğitlik, bilgelik, alçakgönüllülük, iyi yüreklilik, ölçülülük gibi niteliklerin ortak adı."
Bugün bir insan erdem üzerine düşünüyorsa onun vay haline. Dış dünyanın, yani diğer toplumların, diğer insanların iyi olabileceği bir dünya düşünmek romantik bir ıstıraptır Gençliğin devrim arzusuyla yanan ruhudur. Romantizmin bittiği yerde olgun insan için iç dünyasında erdemi arama arzusu başlar. Friedrich Nietzsche şöyle der: "Üstinsan daha soğuktur, daha az tereddüt eder ve "fikirlerden" korkmaz; saygı ve "saygınlık" erdemlerine, ayrıca "sürü erdemi olan" hiçbir şeye sahip değildir. Önder olamıyorsa tek başına ilerler." Öyleyse iç dünyasında erdemi muhafaza etmeye çalışmak bir gerilimdir. Çünkü etkileşimin arttığı bir dünyada tüm bu erdemsizlikler üzerine gelir.
Erdem, can sıkan bir gardiyan gibi dolaşır kanımızda. Her şeye bir hiza vermeye çalışır. Bir simetri hastası gibi düzeltmek ister tüm detayları. Onu muhafaza etmek, erdemi her an savunmak yaşamın anlamı gibi addedilir. Epiktetos şöyle der: "İnsanın gerçek asalati erdemden gelir; doğuştan değil."
Her ne kadar inançlarımız bize düşünmeden itaat etmeyi öğütlese de, hadi biraz, erdemle yaklaşmamız gereken dünyaya bakalım! Önce toplumların bize yaklaşımını ele alalım. Öncelikle yöneticilerden başlayalım. Onların bizim meselelerimizle alakası var mı? İktidarını korumak için, sonsuz bir büyüme isteğiyle yanıp tutuşuyorlar. Neredeyse makyavelist: "Amaca ulaşmak için her türlü araca başvurmanın uygundur." Biz onların başında Demokles'in kılıcı olduğunu sanıyoruz. Oysa onlar, Franz Kafka'nın Poseidon'u gibi: Hikayeye göre Poseidon tüm gün çalışma masasında oturup denizlerin yönetimi için evrakla uğraşıyor. Aslında bu iş için yanına yardımcı alma seçeneği olmasına rağmen, başkasına güvenmediği için bu sevmediği sıkıcı işi sürdürüyor.
Yöneticilerin bize erdem diye kakaladığı şey; yerimizi ve haddimizi bilmemizi isteyen paternalistik tavsiyeler bütünü. Konuşmaya kalkarsan, ağzına bir şey tıkayıp; onu yemeni istiyor. Dikkatini dağıtacak bir şeyi tüketmeni ve böylelikle kendisine de karışmamanı söylüyor. Git bankadan kredi çek ve onun taksitlerinde boğul. Yöneticilerin yönlendirdiği toplumlar, "Amerikan Rüyası" olabilmenin çok uzağındalar artık. Hırsların ve kazançların övüldüğü bir dünyada erdem çok uzak bir hayal olabilir ancak. Siyasilerin, şirket yöneticilerinin ve yatırımcıların, arka planda, ürettiklerimizle (Gayrisafi yurtiçi hasıla), rantla ve emeğimizle neler yaptıklarını biliyor musunuz? Herkese karşı silahlanmanın, daha fazla üretebilmek ve satabilmek için tüm yeryüzünün delik deşik edilmesinin daha erdemli bir toplum olmamıza sağlayacağı katkılar varsa bu gerçekten trajikomik olurdu.
Öyleyse kendimize bakalım: Baruch Spinoza, "Mutluluk erdemin ödülü değil erdemin kendisidir." demiş ya, biz de mutluluğa eşdeğer erdemi kendi içimizde arayalım. Uğradığımız haksızlıklara erdemle yaklaşıp bu gidişatı onarmaya çalışalım. İyilik yapıp, denize atalım. Kendini tanımanın olgunluğu içinde kendi içimizde bir öte dünya kuralım. Dünya, bizim gelip geçtiğimiz bir oyun sahnesi olsun. Bizim sözümüzün bam teline dokunacağı o günü bekleyelim ve Czesław Miłosz gibi diyelim ki, "İnsanların oybirliğiyle bir sessizlik komplosunu sürdürdükleri bir odada, tek bir hakikat sözcüğü tabanca atışına benzer." Doğrusu gerçek bir erdemdir bu. Yaşamın hazlarını ıskalama pahasına bir erdem. Olgun, mağrur, mütevazı ve alçakgönüllü bir yaşam. İnsanın genlerinde ve kanında olanı inkar etmesiyle ulaşılan bir erdem. Öyleyse inkar etmeyelim bunu da ve Marquis de Sade gibi diyelim ki; "Her şeyi yaşamayan hiçbir şeyi yaşamamış demektir." Erdem, yürüdüğümüz patikada dikkatli olmamızı söyleyen biri; ama manzarayı seyredemiyoruz onun yüzünden.
Öyleyse yöneticileri de iç dünyamızı da bir kenara bırakalım ve Max Stirner'in sözlerine kulak verelim: "Tamamıyla Benim olmayan her meseleyi başımdan savıyorum! Size göre meselem en azından “iyi mesele” olmalıdır? İyi nedir, kötü nedir? Ben bizzat Kendimin meselesiyim ve Ben ne iyiyim, ne de kötü. Her ikisinin de Benim için anlamı yoktur.
Tanrısal olan Tanrı’nın meselesidir, insansal olan insanın. Benim meselem ne Tanrı'nın meselesidir ne de insanlığın, ne hakikatin, ne iyinin, ne adaletin, ne özgürlüğün vb. Benim meselem sadece Benim-olandır ve o genel değil, bizzat - biriciktir, tıpkı Benim Biricik olduğum gibi.
Hiçbir şey Benden üstün değildir!"