Pages

14 Aralık 2009 Pazartesi

Ne Zaman Büyüdük Ki?


"Görece" diye bir kelime varya hani, ne kadar önemli bir bilseniz. Biraz üzerinde durmadan edemeyeceğim doğrusu. Yine birkaç soruyla açmak istiyorum perdeyi. Hayatı öğrenmek ve öğretmek için kaç yıl geçmesi gerekir? Ne zaman olgun bir insan oluruz? Kısa olan nedir? Bir kelebeğin hayatı mı yoksa bir gezegenin ömrü mü? Zaman diye bir şey var mı, varsa nedir?

Madem böyle karmakarışık şeylerden bahsediyoruz; madem ki kelime dağarcığımız yeterli değil madem ki "dil, düşüncenin evidir"; madem ki söz söylemek için zamana ihtiyacım var; madem ki yarın çok geç olabilir; madem ki bu anı yaşıyorum; düşünme faslını çoktan geçiyorum. zira, ben bir şey öğretmiyorum; öğreteni de görmedim ve hiç bir şey öğrenme niyetinde de değilim. Ben yalnızca bana masmavi diye kakalanan denizlere, okyanuslara dalmak istiyorum. Korkmak istemiyorum artık; bir adım ileriye gitmek hevesindeyim bu karanlık odanın içinde. Buna izin vermeyecekse bu karanlık oda, ayaklarımın altında, bir adım geri kaymasını bekleyebilirim. Karanlık oda demişken, kısaca eşyalara dokunup renklerini fısıldamasının yeterli olmadığını bildirmek isterdim. Ben o renkleri görmek istiyorum; bir yandan da o renkler ben miyim yoksa diye telaş içindeyim, bir bilsen.

Her neyse; şimdiye kadar bana çocuk diyenlerin bundan sonra bu huylarından vazgeçtiklerini beni doğruyu ve yanlışı ayırt edebilen bir birey olarak gördüklerini ve artık bazı sandıkların - tozlu sandıkların - ister istemez aralandığını müjdelemek isterim. Evet, ben bu çok uzun ve çok kısa hayatımda artık olgun bir bireyim. Ne büyük müjde, değil mi ama. Ayrıca o çocukluk sanrıları esnasında ölmek istemezdim hiç. Zavallı bir şapşal olarak göçmüş olurdum öteki tarafa aksi takdirde. Ama artık böyle bir kaygım yok. Bir devletin yönetimine ortak olabilirim artık ben.

Lafı hiç uzatmadan sırrımı vereceğim. Siz hiç bir zaman yetişkin olamayacaksınız. Tıpkı benim gibi. Çünkü çocukluğun bitmesi gibi bir şey bizim uydurmamız; yani göreceli; yani nispi. Kimsenin arkasından gitmek niyetinde değilim o yüzden. Her şeyi kavramış bir insan olmak niyetinde olmayın diye boşuna zırvalamıyorum burada. Bana bir şey öğretmeyin, bana başka açıdan bakmaktan öte geçemiyorsunuz diye boşuna iddia etmiyorum. Evet bugün sizin krallığınız - korkunun krallığı - benim üzerindeki hakimiyetini tamamen yitirdi. Çünkü seni gördüm ey yetişkin lider; yıldırımlardan ürküyordun bir vakit; nasıl da korkutmuştun beni de. Beraberce dualar etmiştik seninle. Bu düşünceli halimi kutladın ve artık büyüdün diye başımı okşamıştın. Ben sevgiye muhtaç, korkudan uzak olabilmek için seni ve kendimi kandırdım. Sonra biz başka bir hayatta yine beraber olduk seninle ey lider; - kim bilir belki sevgimizdendi bu ödül - ama sen çok değişmiştin; artık sayılardan korkuyordun; gülümseyerek okşadın yine başımı, sen düşüncelisin bırakma kendini diye, bitti artık çocukluk, aydınlandı yolumuz. Artık ileriye umutla bakıyoruz; geleceği kurtardık demiştin. Bense, arkama batan güneşe bakmayı tercih ettim. Neden biliyor musun ey lider? çocuklar orada kalmıştı; ufuktaki kasabanın insanlarıydı onlar; batan kızıllığın içinde küçük küçük yaşıyorlardı, yorgun düşmüşlerdi, ince bir çizgide hayat sürmekten; bizim ışıklı şehrimize özeniyorlardı sayın lider! Ama sen umursamadın ve bana her yeni günde yepyeni bir çizgi çizdin. Sayın lider; sana seslenmek istiyorum; ben o çocuk olarak kalacağım, hiç büyümek istemiyorum. Bırak beni ne olur.

Ben her batan güneşle ölüp, her doğan güneşle doğmayı reddediyorum. evet ben, artık, yolumu aydınlatacak o sürekli ışığın farkındayım ve bu yüzden gerçekten ölmeyeceğim zannındayım. Anlıyor musun sayın lider. ,Elveda.

27 Kasım 2009 Cuma

Paradigma Kritiği (Bakış Açısı Problemi)


Bir insan en fazla kaç yıl yaşar? İnsan ne kadar uzar en fazla? Bir insan en fazla kaç kilo olabilir? Bu soruları düşündüğümüzde aklımıza bir problemin takılması gerekiyor. Bu problem zihinsel akıl yürütmelerimizle ilgili bir problem içeriyor.

Sorulardan yola çıkarak problemi açıklamaya çalışayım. Şimdi tüme doğru gittiğimizi düşünelim. Yeni doğan bir bebek var ve sizden bu sağlıklı bebek için en fazla ne kadar ömrü olabilir diye akıl yürütmeniz isteniyor. Dünyada kayıtlı en fazla yaşayan insanın 150 yıl yaşadığını kabul edelim. Ortalama insan ömrü ise 75 yıl olsun. Bu bilgiler elinizde varken bile yeni doğan bir bebek için ömür biçebilir misiniz? Hayır. Bunun çok basit nedeni ise insanların; kaza, hastalık, felaket gibi nedenlerle beklenmeyen anlarda hayatını yitirebileceği gerçeğidir. Fakat değinmek istediğim asıl konu ise şu; hal böyle olunca insan için ömür biçilemediği gibi, en fazla şu kadar yıl yaşar da denilemiyor. Yani 150 yıldan fazla yaşayan bir insan gerçekte hiç olmamış olsa da en fazla 150 yıl yaşar diyemeyiz. Çünkü tıpta olağanüstü ilerlemeler olabileceği gibi, herhangi bir olağanüstülük ya da değişkenlik olmadan da insan şaşırtıcı bir şekilde 150 yıldan fazla yaşayabilir. Çünkü, bu tür bir bilgi için geçmiş hiç bir zaman genel geçer bir ölçü veremez. O halde, bir insanın yaşayacağı toplam ömür teorik olarak sonsuzdur demek yanlış bir önerme olmaz. Çünkü, Karl Popper'ın da dediği üzere bu yanlışlanamaz bir bilgi olduğu için gerçek kabul edilmelidir.

Fakat bu teorik açıklamamızın aksine pratik bir gerçek var. O da, belli yaşları geçen insanların doğal olarak ve mutlak suretle kendilerini ölüme yakın hissetmeleri. Peki ama insan, teorik olarak sonsuza kadar yaşayabilen bir insansa neden üzülür yaşlılığına. Bu çok basit sorunun cevabı ise pratik gerçeklerdir. Geçmişten gelen, deneyimlerle ve öğrenmeyle elde edilen insan zihnine yerleşen çoğunlukla değiştirilmez/değiştirilemez gerçekler...

İşte insanın bakış açısıda böyle olmalı bence. Teorik olarak düşünmeli, pratik olarak yaşamalı insan. Düşsel dünyamız, teorilerimiz hep bu sınırsız uç noktalara bakar fakat kafamızı çevirip eşyalara, boş sokaklara, yağan yağmura, sıkıcı apartmanlara, geçmişe, kurallara bakarken artık pratik ve sınırlı bir dünyadayızdır.

Schrödinger'in kedisi deneyinde olduğu üzere, sonsuz sayıda olasılık tek bir gerçekliğe iner. Kutular açılır, kapılar aralanır. Bu yavan sonsuzluğun içinde sıkışmış gövdelerimiz zavallı bir umudu aramakla meşguldür.

26 Kasım 2009 Perşembe

Yazmak Üzerine


Aklıma geleni yazıyorum. Yazmaya da devam edeceğim. Daha önce insan niye yazar diye kendime soruyordum. Hiç bir cevabı yok gibi geliyordu ama yanılmışım. Doğrusu, tesadüfler bazen hayatıma çok değişik yönler veriyor.

Yazıyla ilgili fikrimi değiştiren ise Orhan Pamuk'un henüz bitirdiğim Kara Kitabının son satırları oldu. O satırlarda şöye yazıyordu;

"Çünkü hiçbirşey hayat kadar şaşırtıcı olamaz. Yazı hariç. Yazı hariç. Evet tabii, tek teselli yazı hariç".

20 Kasım 2009 Cuma

Tek Korkum


Biz daha soruları sormadan cevaplar verilmiş. Her köşe başını biri tutmuş. Feryatlar, figanlar duyulmaz olmuş. Benim değil bu hayat. Hani içinde olduğum... Ben yalnızca bir kıvılcımım az sonra sönecek. Bazen azgın dalgalar olur etrafımda, koskocaman duvarlar bazı zaman. Söyleyemediklerimin heyecanı var içimde, söyleyemeyeceklerimin endişesi fakat yitip gitmek değil korkum; kaybolmak ormanların içinde. Yeşil, tenha ormanlar üzerime yürüyen, dallı budaklı. Onun dışında her şey güzel; her şey tam da olması gerektiği gibi...

17 Kasım 2009 Salı

Bilge ile Köpek



Bir bilge, bir göletin kıyısında oturmaktayken, susuzluktan dili dışarı sarkmış bir köpeğin devamlı olarak göletin dibine kadar gelip tam su içecekken kaçması dikkatini çeker.

Dikkatle izler olayı. Köpek susamıştır ama gölete geldiğinde sudaki kendi yansımasını görüp korkmaktadır ve bu yüzden de suyu içmeden kaçmaktadır. Sonunda köpek dayanamayıp kendini gölete atar ve kendi yansımasını görmediği için suyu içer. O anda bilge düşünür.

"Benim burada öğrendiğim şu oldu," der. "Bir insanın istekleri ile arasındaki engel çoğu zaman kendi içinde
büyüttüğü korkulardır. İnsan bunu aşarsa, istediklerini elde edebilir.?

Ama biraz daha düşününce aslında gerçek öğrendiği şeyin bundan farklı olduğunu görür.

Asıl öğrendiği şey; insanın bir bilge bile olsa bir köpekten öğrenebileceği bilginin varolduğudur.


Bir tanıdıktan hediye aldığım kitaba yazılmış bir not

12 Kasım 2009 Perşembe

Kendim Olmalıyım


Galip diye biri var, Orhan Pamuk'un "Kara Kitap"ında. Arkasından yalnızca küçük bir not bırakarak kayıplara karışan karısını arıyor, Galip. İstanbul'un esrarengiz sokaklarında, mekanlarında karısını bulabilmek için bazı işaretleri takip ediyor. Bu işaretler amcasının oğlu, gazeteci, Celal Salik'in bir gazetede yayımlanan köşe yazıları. Aslında buna birazda onun iç yolculuğu diyebiliriz. Onu ararken aslında kendine dönüyor yavaş yavaş.

Bu kitapta bir bölüm vardı. İsmi "Kendim Olmalıyım". İnsanın farklı mekanlarda, farklı insanlarla konuşurken nasıl onlar gibi olduğunu, bambaşka bir kişiliğe büründüğünü anlatıyor bu bölüm. Bir frekans gibi düşünün. İnsan, o frekansı yakalamaya çalışıyor. Beyni yorulana kadar onlarla küçük oyunlar oynamaya devam ediyor. Sanki düşüncelerimin ardından bir kılavuz gibi geldi bu bölüm, bir işaret gibi. Sanki, çok büyük bir düğüm çözülmüştü. Sanki, biri aydınlatmıştı düşüncelerimi.

Celal'in yazıları, nasıl Galip'e rehberlik ediyorsa kendini bulması için, bu "Kara Kitap" ta bana rehberlik ediyor, yolumu aydınlatıyor.

8 Kasım 2009 Pazar

Borsa - Hayat


Borsada kimler daha çok kazanma olasılığına sahiptir? Malum grafikler varya o grafikleri en iyi tahmin edenler ya da onun frekansına ayak uydurabilenler borsa da kazanır. Spekülatörler, manipülatörler ve insider trading yapanlar (bunlar borsayı istedikleri yönde değiştirmeye çalışırlar. fazla bilgiye, fazla sermayeye ya da hileye başvurarak) başarılı olsunlar ya da olmasınlar her zaman suçlu damgasıyla lekeleneceklerdir.

Malum grafikleri dalgalandıran nedir, biliyor musunuz? Bize öğretilene göre, her ne kadar rasyonel bir mantığa uymayabilsede insanların vereceği tepkiler. Mesela, şirket birleşmeleri rasyonel bir çerçeveyle değerlendirildiğinde hisse senetlerinin fiyatında bir artış olması gerekmez fakat gerçekte durum bunun tam tersidir. Bunu bir örnek olarak verebiliriz.

Hayatta kimler daha çok kazanma olasılığına sahiptir? Hayatın frekansını yakalayıp, bu doğrultuda yaşayabilenler. Fazla bilgiye ya da hileye sahip olanlar ya da güçle değişim yapmaya çalışanlar anarşist, burjuva gibi çeşitli hoş olmayan tanımlarla ifade edilirler.

İnsanların ruhunu, mantığını anlamak çok önemli. Bu yüzden insan, çevresindekiler tarafından tanık olduklarına iç frekansını bozmadan yorumu getirmelidir. Yalnızca vaziyeti anlayanlar kazanır. Onlar yeri geldiğinde insan duygularını sömürmeyi de çok iyi bilirler.

Sonuçta, ne kadar kazansak da öngöremeyeceğimiz Siyah Kuğular'dan biri mutlaka borsanın çökmesine neden olacaktır. Çünkü değişkenler, gauss grafiğinin de ötesinde insan aklının yorumlayamayacağı bir genişliktedir. Bu yüzden borsa mutlaka kriz/krizlerle çökecektir. Fazla düşünmeden bu durumu da "kader" olarak nitelendiriyorum.

5 Kasım 2009 Perşembe

Çocukluk


Çocukluk, çocukça duygular işte neylersin. Bilirsin saçmaladığını. Dur demez kimse sana, zaman yeni sürprizlerle karşına çıkar. Yine de yaşarsın buldum diyerek. Susman gerektiğini bilerek. Ama sesinin bir sedası için gökkubede bir ömür verirsin. Vermelisin.

Ben de biliyorum. Hikayeler bilmeliyim İbn-i Haldun'dan, Evliya Çelebi'den size bunları yazmak için bir kara kitaptan sırlar verir gibi. Aynı değirmende öğütülmeliyim herkes gibi. Aynı çarkın içinden geçmeli, akan bir nehirden su içmeliyim.

Çocukluk bu işte, düşüncelerimin zindanında tutsak kalsam bile, bir an olsun yaşamamı farketmek için dört duvarı yumruklamak istiyorum.

4 Kasım 2009 Çarşamba

Sorgulayan Denemeler

Sonunda kitabımı bulduğumu hissediyorum. Bunu düşüncenin sonu, her şeyin anlamı, "tek gerçek" olarak değil tam tersine gerçeksizliğin gerçeği olarak kabul ediyorum ve okuduğum sayfalardan birkaç paragraf paylaşmak istiyorum. Bertrand Russell'a ne kadar teşekkür etsem az. Kitabın devamı da inşallah tercümanım olmaya devam eder.

Milliyetçilik de kuşku götürür konularda ateşli inanç sahibi olmanın bir uç örneğidir. Şunu rahatça söyleyebilirim: Büyük Savaşın tarihini günümüzde ele alan bilimsel bir tarihçinin yazdıklarında, eğer bunlar savaş sırasında yazılmış olsalardı, çarpışan ülkelerin her birinde tarihçinin hapse atılmasına neden olacak ifadeler bulunması kaçınılmazdır. İnsanların
kendileri hakkındaki gerçeklere tahammül gösterdikleri, Çin dışında, hiçbir ülke yoktur. Gerçekler normal zamanlarda sadece kabalık olarak, savaş halinde ise suç olarak algılanırlar. Birbirinin karşıtı katı inanç sistemleri oluşur; bu sistemlere yalnızca aynı ulusal eğilimi taşıyanların inanmaları, bunların yapay olduğunu açıkça ortaya koyar. Ancak bu inanç sistemlerine mantık uygulamak, vaktiyle dinsel dogmalara mantık uygulamanın günah olduğu kadar günahtır. Bu tür konularda kuşkuculuğun neden kötücül olduğunu açıklamaları
istendiğinde insanların verdikleri yanıt, mitlerin savaşı kazanmaya yardım ettiği, bu nedenle de rasyonalizmi benimseyen ulusların başkalarını öldüremeyeceği, tersine, kendilerinin öldürüleceği, yolundadır. Yabancılara tümden iftira yoluyla insanın kendisini korumasının utanç verici olduğu düşüncesi, bildiğim kadarıyla, şimdiye dek Quaker'ler (17. yüzyıl ortalarında
kurulan, savaşa ve askerliğe karşı, hıristiyan oldukları halde kiliseye gitmeyen, Dostlar Derneği üyeleri.(Ç.N.)) dışında ahlaki destek bulamamıştır. Rasyonel bir ulusun savaşa hiç girmemenin yollarını bulabileceği öne sürüldüğünde alınan yanıt ise genellikle hakaretten ibarettir.
Rasyonel bir kuşkuculuğun yayılmasının etkileri ne olabilir? İnsanoğlu ile ilgili olaylar güçlü tutkulardan kaynaklanır; bu da onları destekleyen birtakım mitlerin doğmasına yol açar. Psikanalizciler bu sürecin kişisel görünümünü, vesikalı ve vesikasız deliler üzerinde incelemişlerdir.

Bazı aşağılamalara maruz kalmış bir kişi kendisinin İngiltere Kralı olduğu yolunda bir kuram benimser ve kendisine bu yüce konumunun gerektirdiği saygı ile davranılmamasını mazur göstermek için de zekice işlenmiş bir sürü açıklama icadeder. Bu örnekte, komşuları onun bu hayallerine sıcak bakmazlar ve kendisini bir tımarhaneye kapatırlar. Fakat o kendi büyüklüğünü değil de ulusunun veya sınıfının veya mezhebinin büyüklüğünü ileri sürerse, görüşleri, dışarıdan bakan tarafsız bir kişiye tımarhanede karşılaşılanlar kadar abes gelse bile, birçok yandaş kazanır; bir siyasal veya dinsel önder olur. Bu yolla, kişisel delilikle benzer kuralları izleyen bir toplumsal
delilik gelişir. Kendini İngiltere Kralı sanan bir deli ile tartışmanın tehlikeli olduğunu herkes bilir; fakat tek başına olduğu için onun hakkından gelinebilir. Bütün bir ulus bir kuruntuya kapıldığı zaman, savlarına karşı gelindiğinde kapıldıkları öfke tek bir delininkiyle aynıdır; fakat o
ulusun aklını başına getirecek tek şey savaştır.
Entellektüel etkenlerin insan davranışını ne ölçüde etkilediği konusunda ruhbilimciler arasında büyük görüş ayrılıkları vardır. Burada birbirinden tamamen ayrı iki soru söz konusudur:

(1) İnançlar, eylemlerin nedeni olarak, ne ölçüde etkindirler?

(2) İnançlar ne ölçüde mantıksal açıdan yeterli delillerden kaynaklanırlar ve kaynaklanabilirler?

Bu iki soruda söz konusu olan entellektüel faktörün etkisine ruhbilimciler, sıradan insanların
vereceklerinden çok daha küçük bir yer vermekte uyum içindedirler; ancak bu genel uyum alanı içinde önemli ölçüde derece farkları yer almaktadır. Bu iki soruyu sırayla ele alalım.
(1) İnançlar eylemlerin nedeni olarak ne ölçüde etkindirler? Bu soruyu kuramsal olarak değil, sıradan bir insanın sıradan bir günde yaşadıklarını ele alarak tartışacağız. Güne sabah yataktan kalkmakla başlar. Büyük olasılıkla bunu hiçbir inancın etkisi olmadan, alışkanlık nedeniyle yapar.
Kahvaltı eder, trenine biner, gazetesini okur, işyerine gider; bütün bunları yine alışkanlık nedeniyle yapar. Geçmişte bu alışkanlıkları edindiği bir dönem olmuştur; en azından işyerinin seçiminde inancın bir etkisi vardır. Belki de vaktiyle o işyerinde teklif edilen işin, bulabileceği en iyi iş olduğunu düşünmüştür. Çoğu kişide mesleği ilk seçtiği zaman inancın bir rolü olmuştur; bu nedenle de, o seçimin yol açtığı herşeyde inancın payı vardır.
Eğer küçük bir görevli ise iş yerinde etkin irade kullanmaksızın ve inancın açık katkısı olmaksızın, sadece alışık olduğu şekilde davranmayı sürdürebilir. Sütunlarla rakamı toplarken uyguladığı aritmetik kurallarına inandığı düşünülebilir. Ancak bu doğru değildir; bu kurallar salt bedensel alışkanlıklardır; bir tenis oyuncusunda olduğu gibi. Bu alışkanlıklar, onların doğru olduklarına dair bilinçli bir inanç nedeniyle değil, bir köpeğin arka ayakları üzerinde durarak yiyecek istemeyi öğrenmesi gibi öğretmeni hoşnut kılmak için gençlikte edinilmiş alışkanlıklardır. Bütün eğitimin bu türden olduğunu söylemiyorum; ancak üç R öğreniminin (Okuma, Yazma, Aritmetik) çoğu kesinlikle öyledir.
Söz konusu kişi iş yerinde bir ortak veya bir yönetici konumundaysa günlük işleri arasında bazı zor yönetimsel kararlar alması gerekebilir. Bu kararlarda inancın da bir etkisi bulunması olasıdır. Bazı hisselerin yükselip bazılarının düşebileceğine veya falan kişinin güvenilir olduğuna,
falanın da iflas eşiğinde olduğuna inanmaktadır. Bu inançlar doğrultusunda kararlar alır.
Salt alışkanlıkla değil, inandığı şeylere göre davrandığı içindir ki bir sekreterden daha üstün bir kişi olarak düşünülür ve çok daha fazla para kazanır -tabii eğer inandığı şeyler doğru çıkarsa.
Eylem nedeninin inançtan kaynaklandığı durumlar özel yaşamı için de aynı ölçüde geçerlidir. Normal zamanlarda, karısına ve çocuklarına davranışlarını alışkanlıklar veya alışkanlıkla değişime uğramış olan içgüdü yönetecektir. Önemli durumlarda -evlenme teklif ederken, oğlunu hangi okula göndereceğine karar verirken veya karısının kendisine sadık olup olmadığından kuşkulandığında- salt alışkanlığın etkisiyle davranamaz. Evlenme teklifinde yalnızca içgüdüsü veya hanımın zengin olduğu sanısı etken olabilir. Eğer kararda içgüdü etken olmuşsa, kuşkusuz, hanımın her türlü erdeme sahip olduğuna inanır. Bu da ona, kararının bir nedeni gibi gelebilir; ancak gerçekte bu da içgüdünün değişik bir etkisinden başka bir şey değildir ve içgüdü tek başına eylemin yeterli nedenidir.

Oğluna okul seçerken izlediği yol büyük olasılıkla önemli iş kararları alırken izlediğinin aynıdır; burada da inanç önemli bir rol oynar. Karısının sadakatsizliği hakkında bir bilgi edinmişse davranışı büyük olasılıkla salt içgüdüsel olacaktır; ancak bu içgüdü sonradan olacakların temel nedenini de oluşturan bir inanç etkisiyle harekete geçmiştir.
Demek oluyor ki, inançlar eylemlerimizin yalnızca ufak bir bölümünden doğrudan sorumlu olsalar da sorumlu oldukları eylemler en önemli olan ve yaşamımızın genel yapısını belirleyen eylemler arasında yer alır. Siyasal ve dinsel eylemlerimiz özellikle inançlarımızla bağıntılıdır.
(2) Şimdi ikinci sorumuza geliyorum. Bu soru iki yönlüdür:

(a) İnançlar gerçekten ne ölçüde kanıtlara dayanır?

(b) Öyle olmaları ne ölçüde olanaklı veya arzu edilen birşeydir?
(a) İnançların kanıtlara dayanma oranı onlara inananların sandıklarından çok daha düşüktür. Oldukça rasyonel bir eylem ele alalım: zengin bir işadamının parasal yatırım yapması. İşadamının, örneğin Fransız Frankının iniş çıkışı konusundaki görüşünün, politik eğilimine bağımlı olduğunu görürsünüz; ve de bu görüşü öylesine benimsemiştir ki parasını o yolda riske
sokmaktan kaçınmaz. İflas olaylarında, çoğu kez, felaketin nedeninin bazı duygusal etkenlerden kaynaklandığı ortaya çıkar. Politik görüşler, onları açıklamaları yasaklanmış olan devlet görevlilerine ait olanları dışında, nadir olarak kanıtlara dayanırlar. Bazı istisnalar kuşkusuz vardır. Yirmi beş yıl önce başlamış olan gümrük resimleri reformu tartışmalarında sanayicilerin
çoğunun desteklediği taraf, kendi gelirlerini artıracak taraftı. Bu, görüşlerinin gerçekten kanıtlara dayandığını gösteriyor; ancak, ifadelerinde bunu ima eden en ufak bir şey yoktu. Freudcular bizi "rasyonalize etme" süreciyle, yani gerçekte irrasyonel olan bir görüş veya karar için kendimize rasyonel görünen nedenler uydurma süreciyle tanıştırdı. Ancak, özellikle İngilizce konuşulan ülkelerde "irrasyonalize etme" denebilecek bir de ters süreç var.
Kurnaz bir kişi bir sorunun lehinde ve aleyhinde olan yönleri az veya çok bilinç-altı bir yolla, bencil bir açıdan değerlendirebilir (İnsanın kendi çocuklarının söz konusu olması dışında, bencil olmayan düşünceler çoğu zaman bilinç-altına inmezler). Bilinç-altının yardımıyla sağlam bir bencil karara vardıktan sonra kişi nasıl büyük fedakarlıklarla kamu yararını gözettiğini
gösteren büyük büyük laflar uydurur veya başkalarından alıntılar yapar. Bu lafların, sahibinin gerçek nedenlerini belirttiğine inananlar o kişinin gerçek kanıtları değerlendirebilmekten yoksun olduğunu da düşünecektir; çünkü, o kişinin eylemleri, kamu yararına olan bir şeye yol açmayacaktır. Bu durumdaki bir kişi, olduğundan daha az rasyonel görünür. Daha da ilginç
olanı, onun irrasyonel yönünün bilinçli, rasyonel yönünün ise bilinç-dışı olmasıdır. İngiliz ve Amerikalıları bu denli başarılı kılan da bu özelliktir.

Kurnazlık, gerçek olduğu zaman, insan doğasının bilincinden çok bilinç-dışına ait bir şeydir ve sanırım ki iş aleminde başarı için gereken en önemli özelliktir. Ahlaki açıdan ise, her zaman bencil olduğu için, küçümsenen bir özelliktir; bununla birlikte insanları en kötü suçlardan alıkoymayı da
başarabilir. Bu özellik eğer Almanlarda var olsaydı sınırsız denizaltı harekatına girişmezlerdi; eğer Fransızlarda var olsaydı Ruhr'da yaptıklarını yapmazlardı; eğer Napolyon'da olsaydı Amiens Antlaşması'ndan sonra tekrar savaşa girmezdi. Bazı istisnaları olsa da, ortaya şöyle bir genel kural koyabiliriz: İnsanlar neyin kendi yararlarına olduğu konusunda yanılırlarsa,
akla uygun olduğunu sandıkları tutum, başkaları için, gerçekten akla uygun olan tutumdan çok daha fazla kötülüğe yol açar. Bu nedenle, insanları kendi çıkarlarını iyi değerlendirecek duruma getiren her şey yararlıdır. Ahlaki nedenlerle, kendi çıkarlarına ters olduğuna inandıkları şeyleri yaptıkları halde çok zengin olmuş sayısız insan vardır.
Örneğin ilk-dönem Quaker'lerden bazı dükkan sahipleri, başkalarının sürekli olarak yaptığı gibi her müşteriyle pazarlık etmek yerine, sattıkları mallar için kabul edebilecekleri en düşük
miktardan daha çok para istememe yolunu tutmuşlardır. Bu kararı almalarının nedeni, razı olduklarından çok para istemeyi yalan söylemek saymalarıydı. Ancak müşteriye sağlanan bu kolaylık öylesine büyüktü ki herkes onların dükkanlarına koştu; sonuçta zengin oldular (Bunu nerede okuduğumu unuttum; ancak, belleğim beni yanıltmıyorsa güvenilir bir kaynaktı). Aynı
amaca açıkgözlülük yaparak da ulaşmak olanaklıydı; ancak hiç kimse yeterince açıkgöz değildi. Bilinç-dışımız göründüğünden daha kötü niyetlidir. Bu nedenle, ahlaki gerekçelerle, kendi yararlarına ters düşen şeyleri bilerek yapan kişiler kendi yararlarına olanı tam olarak yapan kişilerdir. Onların arkasından, şiddetli duyguları olabildiğince safdışı ederek, kendi
yararlarını bilinçli ve rasyonel olarak düşünmeye çaba gösterenler gelir. Üçüncü olarak, içgüdüsel olarak açıkgöz olan kişiler gelir. Bunlar başkalarının mahvolmasını amaçladıkları yollarda kendilerini mahvederler. Bu son grup Avrupa nüfusunun yüzde doksanını kapsar.
Biraz konu dışına çıkmış görünebilirim; ancak açıkgözlülük dediğimiz bilinç-dışı mantığını bilinçli türlerinden ayırmam gerekliydi. Normal eğitim yöntemlerinin bilinç-dışına hiçbir belirgin etkisi yoktur. Öyleyse, açıkgözlülük bugünkü teknik olanaklarımızla öğretilebilir birşey değildir.
Yalnızca alışkanlıktan kaynaklanan ahlak dışında, ahlakın da bugünkü yöntemlerle öğretilmesi olanaksız görünüyor; en azından, ben şahsen sıkça öğütlenen kişilerde iyiye doğru bir etki farketmedim. Bu nedenle, günümüzde bilinçli olarak yapılmak istenen her ıslahatın rasyonel yollar kullanarak yapılması zorunludur. İnsanlara açıkgöz veya erdemli olmayı nasıl öğreteceğimizi bilmesek de onlara rasyonel olmayı öğretmeyi bir ölçüde biliyoruz: Eğitimden sorumlu olanların her konuda uyguladıklarının tam tersini yapmak bunun için yeterlidir. Gelecekte, iç salgı bezleriyle oynayarak, salgılarını azaltıp çoğaltarak, erdem yaratmayı da öğrenebiliriz. Ancak günümüzde rasyonalizmi yaratmak erdem yaratmaktan daha
kolaydır -rasyonalizm sözcüğü ile, eylemlerimizin etkilerini önceden tahmin etme sürecinde bilimsel düşünme alışkanlığını kastediyorum.
(b) Bu, bizi şu soruya getiriyor: İnsanların eylemleri ne ölçüde rasyonel olabilir veya olmalıdır? Önce "olmalı mı" sorusunu ele alalım. Kanımca rasyonalizmin uygulama alanını belirleyen kesin sınırlar vardır; yaşamın en önemli bölümlerinden bazıları mantığın işe karışmasıyla mahvolurlar.
Leibniz son yıllarında bir muhabire yaşamında yalnız bir kere, o da elli yaşındayken, bir bayana evlenme teklif ettiğini anlatmış; sonra da şunu eklemiş: "Şükürler olsun ki düşünmek için zaman istedi. Bu bana da düşünme fırsatı verdi ve teklifimi geri aldım." Davranışının çok rasyonel olduğu kuşku götürmez; ancak beğendiğimi söyleyemem.

Bertrand Russell / Sorgulayan Denemeler

2 Kasım 2009 Pazartesi

Bir Soru

Bir tek şey sormak istiyorum size:

Hayata dair diğer her şey sabitken, (ceteris paribus) "ölüm" olmasaydı, yine de dininizi yaşar mıydınız?

25 Ekim 2009 Pazar

Vecizeler

Ara sıra denizi görebilmek benim için büyük bir şans.

Ben uyurken birilerinin mutlu olabileceğini hayal dahi edemiyorum.

İnsan olarak düşlediğim tek şey huzurlu bir ölüm.

Hiç insan tanımasaydım canım çok sıkılırdı.

Kavramların karşılığı soyut değil soğuk geliyor.

Domuzlar, çamur banyosu yaparken de mutlular.

Bilgiçlik taslarken saçmaladığımın hep farkındaydım ama oyun dışı kalmayı da hiç istemiyorum.

Küçük bir kız çocuğun çizdiği resimler, ebeveynlerini mutlu edemezken, onların hayalleriyle çizdiği "para resimler" de küçük kızın ilgisini çekmeyi başaramıyor.

Eğer alkışlandığımı bilseydim ne kadar işkenceye dayanabilirdim diye hep merak etmişimdir.

Bir "susuz" bir de "uykusuz" yapamam.

"Gerçek" denen şey o kadar korkunç ki gölgesi bile insanı çıldırtmaya yetebilir.

Her ne yapıyorsan şimdi, umarım gülümsüyorsundur.

Yaşamak, kaybetmelerin en güzelidir, bununla birlikte harcadığımız her an kazandıklarımızla karşılaştırılamayacak kadar değerlidir.

Önemli Not

Yazdıklarımda ya da söylediklerimde mantık hatası çıkabileceği gerçeği içimi ürpertiyor.

21 Ekim 2009 Çarşamba

Ben nerede yaşıyorsam ona göre yazarım


Evim deniz kenarında mı, o zaman ben tuzlu kirpiklerimle suyun serinliğine bakan telaşsız, huzurlu bir insanım. Mesela evim Boğaz'a nazır. Yakamozlar ve dalgalar tek derdim, tekneler ise tek tesellim olacaktır. Aşkı ve insanları seveceğim. Yalısında bir beyefendi teknesinde bir Orhan Veli olacağım. Lodosu poyrazı gıcırdayan tahtaları işleyecek beyin hücrelerim. Teknemde yanık tenli, yalımda duru sesli şarkıcıların sesleriyle neşeleneceğim, hüzünleneceğim.

Veyahut, ben varoşlarında şehrin; elleri, üstü başı kirli bir çocuk olacağım. Alıngan, dikkatli ve kibirli... Aşık olsam söylemeyeceğim, sinemayı merak edeceğim, kurbağa dolu bataklıklardan, yanan otomobil lastiklerinden, kömür karası bir krallıkta neşeli kral rüyaları göreceğim. Cam göbeği misketler, yorgun mahalle sakinleri, müstehcen şakalarla büyüyüp çok şekerleme yiyeceğim.

Ben nerede yaşıyorsam ona göre yazacağım. Huzuru, insanları, geçmişi, hayatları, hayalleri her şeyi bir defa bir kenara bırakıp yaşamak arzusu ise içimden belki de hiç çıkmayacak.

11 Ekim 2009 Pazar

İkilem


"Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil". Fuzuli

Demiş ya zamanında şair, çok da güzel söylemiş. Şimdilerde çok popüler bir söz oldu bu. Fuzuli bu sözü ne üzere söylemiştir, bilemiyorum. İnsanlar ne anlıyor bu sözden ya da bu sözü duyan insanlarda anlam açısından çağrışımlar nedir diye aslında araştırmak gerekir.

Fakat bana çağrıştırdıkları biraz farklı olabilir. Şöyle ki, kurduğumuz düzen, öğrendiklerimiz, söylediklerimiz ya da yaptıklarımız ne kadar kişi tarafından, kaç zaman yad edilir? Hatırlanmak önemli midir? Önemli ve gerçek olan nedir? Bu noktayı açıklamaya çalışırken ben de Fuzuli gibi bir ikileme düşüyorum. Ne demeliyim yani, nasıl söylemeliyim? Bize zararı dokunacak gerçekleri, gerçek ve ya gerçek olma ihtimali var diye, insanları ve kendimi mutsuz etme pahasına söylemeli miyim? Bence bu düzeni veya sistemi kökten değiştirme çabaları hiç bir zaman fayda vermiyor. İnsanlar, sıcak hissedince sıcağa toplanan bakteriler gibi, ortama uyan bukalemunlar gibi v.s. davranmayı seviyor ve bununla mutlu oluyor. Değersiz vaktimizi dolduracak şeyleri buluyoruz işte. Olmasa daha mı iyi? Bence, kötü. O yüzden kendimden çok insanlara hak veriyorum, onlardan çok kendime üzülüyorum.

On sene önceki halime bakıyorum ve neredeyse dünyaya bakış açım 18o derece farklıymış. Belki, on sene sonra bu sözlerimin çoğuna ya da hiç birine katılmayacak ve çok farklı bir bakış açısına sahip olacağım. İnsanları gözlediğimde de genel kanı bu yönde. Demek ki benimde değişme ve farklı düşünme potansiyelim çok çok yüksek. E o zaman şimdi insanlara bu akıl verme ukalalığına neden bulaşıyorum. Çünkü, sussam gönül razı değil. Çünkü, mantık denen zehir (Oğuz Atay da böyle diyor mantık için) damarlarımda hızla dolaşıyor ve beni mutsuz ediyor.

Oysa ben bağırmak istiyorum: gerçek diye bir şey yok, hepsi uydurduğumuz küçük oyunlar. Neden çalışıyorsunuz bu kadar sıkı? Hukuk denilen 20. yy. insanlarının uydurduğu dine neden bu kadar bağlısınız? Hangi dünyevi amaca hizmet ediyorsunuz. Bana ilk merhabayı derken bile çevrenize bakmaktan kendinizi alıkoyamıyorsunuz. Odamın duvarlarına bakıyorsunuz ve yüzüme keskin bir dikkatle. Ağzınızdan çıkacak kelimelerle beni tiyatro oynamaya davet edişiniz neden? Sizden yaşça büyük dahi olmamasına rağmen (saygıyla ilgili derin ve yerleşmiş etik duygularımız yaşça büyük olanları fazladan bir hürmet öneriyor olması kuvvetle muhtemeldir) babadan zengin birisinin ilginizi dahi çekmeyen enteresan bir konuyla ilgili dediklerini can kulağıyla dinlerken (ya da dinliyor görünmeye mecburken) ve saygıdan bacak bacak üstüne dahi atamazken, benim gibi birinin (hemde çok yeni tanışmamıza rağmen) sözünü kesebiliyor, karşısında esneyebiliyor, hatta çenemi kapatmamı bile isteyebiliyorsunuz. Hem de benim fiziksel özelliklerimin, yaşımın ve bir çok manevi değerlerimin(çalışkanlık, iş ahlakı v.b.) o zengin kişiden fazla olmasına rağmen. Halbuki o babadan zengin biri. Senin gibi bir adam bir çok sanat dalıyla büyük bir mutlulukla ilgilenirken, o bunlarla hep dalga geçiyor. Ama status ya da statü dediğimiz kavram size o klişe oyununuzu oynamak için muazzam bir baskı yapıyor.

Belki de çözüm, Luke Rhinehart'ın Zar Adamındaki gibi bizi klişelerden kurtarabilecek oyunlar oynamaktır, bilemiyorum. Bildiğimi sandığım tek şey, değer verdiğimiz pek çok şeyin beni inanılmaz bir ikilemle baş başa bırakmasıdır. Değişen hayatımız, değişecek değerlerim bana doğru yolun bu veya başka olduğunu göstermesi benim bunları yaşarken geçirdiğim zamanın boş olduğu gerçeğini yüzüme vurmaktan alıkoyamayacak.

Çünkü mantığımın bana aşıladığı zehre göre, eğer söylediklerim doğruysa ve değişmeyecek gerçeklerse: söylesem tesiri yok; eğer yanlışsa ve on sene sonra ben değişik bir insan olacaksam: sussam gönül razı değil.

8 Ekim 2009 Perşembe

Masum Bilgisizlik


"Bilgisizlik, mutluluktur". Henry Ian Cusick \ Lost dizisi karakateri (Desmond David Hume)

Geçmiş günler, hatıralar neden hep özlemle anılır, derin bir iç çektirir insana? Şimdi enikonu düşününce insanın aklına birçok olası sebep geliyor. Mesela üzerinden 20 25 sene geçmiş ve siz gençlik yıllarınızı özlemle, iç geçirerek karmakarışık o enteresan duygusallıkla hatırlıyorsunuz. Belki o günlerde büyük sıkıntılar içindeydiniz, yalnızdınız, hor görülüyordunuz v.b. olumsuzluklar yakanızı bırakmıyordu. Bütün bunlara rağmen size geçmiş günleriniz şöyle derin bir ah çektiriyorsa bunun en önemli nedenlerinden biri olarak muhtemelen gençlik çağlarının insanı enerjik yapan ruh hali, daha hareketli ve aktif yaşam olduğunu söylersiniz. Bence bu ve bunun gibi birçok olası neden dışında bir neden daha var: masum bilgisizlik.

Peki bu sözle neyi kastediyorum? Masum bilgisizlik nedir ve neden insanı bu enteresan duygulara sürükler? Bu durumun varlığını şu şekilde açıklayabilirim: mesela insan ne kadar olumsuz şartlar içinde oluştuğu düşünülse de değil 20 30 sene önceki hatıralarını 1 sene önceki hatıralarını bile masum bir tatlılıkla hatırlar. Bunun en önemli nedeni de masum bilgisizliğin varlığıdır.

İnsan her yeni günde ister istemez hep yeni birşeyler öğrenir. İnsanın hayata ve yaşamaya dair öğrendiği herşey her geçen gün insanı hayalcilikten bir çeşit gerçekçiliğe sürükler. Tabi bu gerçekçilik anladığımız manada bir mutlak gerçekçilikle ne kadar örtüşür, orası tartışılır ama sonuçta insan bir sürahi misali hergün yeni çeşit sıvılarla dolar ve her yeni günde rengi değişir demek bence doğru bir önerme olur. Dolayısıyla, insanın hergün belli belirsiz veri ve bilgilerle donanması onu ve hayata bakış açısını değiştirir. Hatta, hatırladığıma göre, 80'li yaşlarında, hayat tecrübesi elbette ki yüksek olan bir doktor şöyle demişti: insan her 10 yılda bir (takriben) öğrendiklerinin % 50'sine inanmaktan vazgeçer. Buradan da yola çıkarak bilgisizliğin ya da az bilmenin saf mutluluğun temel kaynağı olduğunu savunduğumu belirtmek istiyorum. Yani ve bence, bu derin iç geçirmelerimizin, özlemle yad etmelerimizin temel nedenlerinden biride muhtemelen bu olsa gerek.

Çok fazla hayat tecrübesine sahip bir insan değilim. Çok fazla insan ve yer de tanımamış olabilirim. Fakat naçizane tecrübelerime dayanarak şunu söylüyorum ki, ben, acılarla geçen son 4-5 yılımı işte bu pozitif bakışım ve özlemlerimle yad ediyorum. Gezdiğim yerlerin insanları ne kadar bilgisizse (ben onlara cahil demek istemiyorum) o kadar saf mutluluğu yaşadığını görüyor ve böyle olduğuna da inanıyorum.

İnsanın zamanla, olgunlaşmaya ve yaşlanıp tecrübeli bir kişi olmaya giden yolda öğrendikleri bir silah olarak da kullanılabilir bir gül olarak da. Fakat bana öyle geliyor ki, biz bilgi dediğimiz her şeyi, çoğunlukla bir silah olarak kullanmak niyetindeyiz.

Her bildiğimizle bizden az bilenleri küçümsemek ve onları üzmek zorunda mıyız? Bence yalnız bu soru bile iyice üzerinde düşünüldüğü zaman insanın içini sızlatmaya yeter. Bilmeyen veya az bilen insanları hor görmek, onlarla bir çeşit efendi-maraba ilişkisi kurmaya çalışmak zorunda mıyız? Bize yaşamak veya hayatın bilgisi neden böyle öğretiliyor? Neden hep anlamsız bir yarışın içinde sürükleniyoruz? Neden, neden, neden? Bu konuya ilişkin yaşanmış bir örneği belki daha sonra detaylı bir şekilde yazarım. Sadece iddiamı daha anlaşılır kılması açısından elbette.

Velhasıl bana göre, geçmiş hep güzel kalacak, gelecekse, ellerimizde...

Kötülüğe Karşı Direnmeyeceksin


"Oysa insan, yalnız davranışıyla değil, içinden de kötülüğe karşı direnmemeli; hayatında kötülüğe karşı direnmekten başka yüksek ve güzel şeyler olmalı ki bütün ilgisini bu konuya toplamasın benim gibi. Bütün vaktini bununla kaybetmesin ve yorulmasın benim gibi. Her nefes alışında bu cümleyi alıp vermeli insan: kötülüğe karşı direnmeyeceksin. İlk tokadı yediği zaman insan bu gerçeği bilse... yapılan işkenceler önemini kaybeder. Önemsiz bulduğunuz için de işkence yapılmaz size: faydasız hareketlerden kaçınır insanlar. Oysa, yüzünüze bakar bakmaz, gözlerinizin ifadesinden, size eziyet etmenin onlar için faydalı olacağını görüyorlar. Ne kadar gözlerinizi kaçırmaya çalışsanız fayda vermiyor, daha beter oluyor. Sizi ölü sanmaları gerekiyor önce: bizden bu dünya için ümitlerini kesmeleri gerekiyor. Bir ölüyü konuşturamayacaklarını bilirler ve vazgeçerler işkenceden. Haksızlığın insan ruhunu nasıl yıprattığını biliyorlar ve bunun için ısrar ediyorlar. Herkesin başına bir sorgu yargıcı dikiyorlar: neden bu sözü söylediniz? Neden mi? Öyle istedi canım. Olmaz. Bir sebep bulmalısınız. Mantık denen bir zehir aşılamışlar. Nedenini bulmak sorumluluğunu duyuyorsunuz. Canın cehenneme, diyemiyorsunuz. Hürriyet, gerçek hürriyet kalkıyor ortadan".
Oğuz Atay \ Tutunamayanlar s.661-662.

1 Ekim 2009 Perşembe

Gerçeğin Olamayabileceği Gerçeği


Şöyle bir düşünce aklıma takılıyor arada sırada. "İnsan düşünebildiğini sanan bir hayvandır." Ne yani, olamaz mı?

Bugüne kadar okuduğumuz tüm kitaplarda izlediğimiz tüm filmlerde, hayata dair verdiğimiz tüm kararlar hep bir gerçekten beslenmiştir. İnsan tüm kaynaklarda hayvanlar, bitkiler vs. tüm diğer canlı aleminden ayrı tutulmuş ve farklı bir konumda gösterilmiştir. Bu kaynaklara göre insan düşünebilen, zekasıyla yepyeni bir "Şey" vücuda getirebilen tek varlıktır.

Ben size tüm bunların dışında insanın sadece düşünebilen ve uygulayabilen veya alet yapabilen bir insan olarak sadece ve sadece zeka ve düşünce sistemine sahip canlılar arasında en kompleks yapıya sahip olmasından başka hiçbir özelliği olmadığını söylesem. Yani ve kısaca, İnsan düşünebildiğini sanan bir hayvandır? şeklinde düşüncemi özetlesem ne derdiniz? Ne kadar ilginç değil mi? Yani insanoğlu yaptığı gökdelenlere piramitlere vs. benzeri ayrıntılı bilgi yetenek ve çalışma gerektiren bir iş yaptığında kendini yuvalarını yüzbinlerce kum tanesiyle yapan karıncalardan tamamen farklı bir noktaya koyar? İnsanoğluna göre onun mühendislik dehası yaptığı aletler maymunların taşla ceviz kırma sistemi ile karşılaştırıldığında kendi düşünce sisteminin katbekat ( bu oran olabildiğince fazla bir rakam olarak düşünülmelidir)gelişmiş olduğunu ve kendisinin bu gezegende efendi olduğunu gösterir niteliktedir. Halbuki insanoğlu evren çapında kompleks düşünce ve zeka sistemi açısından en gelişmiş canlı olmayabilir ve daha da somut olarak eğer böyle olduğunu kabul etsek bile bu bizi diğer canlılardan farklı bir konuma koymaz sadece bir hiyerarşik düzenle açıklama getirilir.

Peki insan zekasının ve düşünce sisteminin durumu nedir? Aslında kendimce uydurduğum açıklamayı şekil olarak da aktarabilmek isterdim. Fakat yalnızca düşünsel olarak hayal etseniz de anlayabileceğinizi düşünüyorum. Şöyle ki, evrensel boyutta bir düzlemde sonsuza yaklaşan sayıda noktalar düşünelim. Bu noktalar düzlemde tamamen terleşmiş durumdadır ve düzlemin ayrılamaz bir parçasıdır. Bu noktalar insanların sahip olabileceği tüm bakış açılarını ifade eder. Gökyüzündeki yıldızlar gibidir ve akla hayale sığmayabilecek gibi de olsa tüm ideleri, tözleri yahut fikirleri kapsar. İnsanın bu düzlemdeki konumu ise dünyanın etrafını çevirdiği varsayılan ekvator gibidir. Düzleme bir ışık kaynağından yansıtılan daireler olarak düşünebilirsiniz ve bu daireler pekala kümeler misali kesişim alanlarına sahip olabilir.Bu düzlemde noktalar tam göbekten başlayarak bir ağacın dalları gibi fakat çok sistematik ve düzenli bir şekilde tüm düzlem boyunca yayılmıştır. Yani noktalar kendilerine yakın olan noktalarla daha çok çağrışım içindedir. Bu çağrışım noktalar arası uzaklıkla doğru orantılı bir şekilde azaltılır.

İnsanın bu noktadaki durumunu daha iyi izah edbilmek için kendimce uyarladığım iki uç noktayı seçtim ve insanın karakteri halini bu düzlemde iki uç karakter olarak sınıflandırırsak -ki aslında bu sınıflandırma anlamsız veya tehlikeli olabilir. Fakat yine de anlatmak istediğimi daha anlaşılır kılar.- bir ucu mutlu insanlar ve diğer ucu da tutunamayanlar olarak ifade edelim. Ayrıca hiçbir insanın çapının düzlem kadar olamayacağını belirtmeliyiz. Bunun nedeni insanın beyninde şu ana kadar hiç olağanüstü sinir hücresi yoğunluğunun görülmemiş olması ya da insanın midesinin belirli bir kapasiteye kadar genişleyebilmesi veya insanın belirli bir seviyeye kadar hafıza kuvvetinin olabilmesidir.

Basitçe, geometrik olarak tam çember kapsamda karaktere sahip insan mutlu insandır. ( Tabi ki teorik olarak). Eğer Eğer bu tam çember kutuplarından fazla basıklaşarak yassılamış veya tam tersi uzamış ve başka bir şekle bürünmüşse (neredeyse düz bir çizgi halini almışsa -yatay ya da dikey olarak-) tutunamayanlar etkisini gösterir. Yani kişi kapasitesinin uzağına gitmeye çalışarak mutluluğunu bozacak bilgilerin farkındalığına ulaşmış bununla beraber asla onların hiçbirisine sahip olamayacak olmasının da verdiği hüzün ve ruhsal çöküşle intihara kadar gidebilecek bir süreçte huzursuz ve mutsuz hayatını sürdürecektir. Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ında Selim Işık karakteri böyle bir sendromu maalesef yaşamıştır. Olması gerekenden fazla şeyin bilgisinde olmak, gerçeğin aslında gerçek olamyabileceğini farketmek bu sorunun temel kaynağıdır. Mutlu insanlar çemberinde neden sonuç ilişkisindeki sıkılık insanın her türlü ruhsal buhrandan muhafaza eder.

Örnekle açıklamak gerekirse, tarihin çok eski zamanlarında insanların güneşe taptığını veya yıldırımlara Tanrının Gazabı dediklerini biliyor ve ilkel buluyoruz. Şimdi bu tür şeylere inanan insan sayısı belki çok az, belki hiç yok. Fakat şu var ki, eğer siz o zamanlar bu gerçeğe ilişkin belirsiziliği sezinleseydiniz tutunamayanlar sendromuna yakalanabilir ve huzursuz bir hayat yaşayabilirdiniz. Yani, insanları tanrıya kurban ettiren bir etik ve yaşayış düzeyine getiren tüm bu "gerçek gerçeksizliğidir".

Bugün eğer siz, son model bir arabayla mutlu oluyor, kız arkadaşlarınıza tapıyor ve gözünüz başka bir şey görmüyorsa, cep telefonlarından, gezmekten memnunsanız, kısacası popüler dünya iş ve gereçleri sizi memnun ediyorsa mutlu insanlar çemberinde yaşıyorsunuz ve huzurlusunuz demektir. Fakat kendinize, (Benoit Mandelbrot'nun da yaptığı üzere) İngiltere'nin gerçekte kıyılarının uzunluğu nedir, diye soruyorsanız işte o zaman siz tutunamayanlar etkisinde mutsuz ve huzursuz bir insansınız demektir. Çünkü tepeden bakılarak ölçüldüğünü düşünün İngiltere'nin kıyılılarının. Çok yukardan, mesela uzaydan bakarsanız, ayrıntıları kaçırır ve kıyı şeridini olduğundan daha düz görürsünüz. Uçakla dolaşıp ölçseniz, yine de daha yakınlaşıp mesela yürüyerek ölçmekteki ince ayarı tutturamazsınız ve ölçümlerinizin sonucunun ölçme işlemini detaylandırdıkça arttığını farkedersiniz.

Son safha; insanlar atom-altı parçacıkların farkında, yine de sınırlı görüş ve bakış açımız altında daha derinlere inemyeceğimizin ölçüm veya en küçük madde yapısının ne olduğu konusunda hemfikir olduğumuzu kimse iddia edemez. Teorik olarak atom-altı parçacıklar detayında ölçüm yapılsa ölçüm sonucumuz yine değişmez miydi? Elbette ki değişirdi. O zaman bu bakış açımızla deriz ki, İngiltere'nin kıyılarının uzunluğu teorik olarak sonsuzdur.

Bir başka açıdan Cantor Tozu deneyiyle açıklarsak bir maddeyi sürekli ikiye bölersek bölme işlemi teorik olarak sonsuza kadar devam eder. Bu da maddenin en küçük yapıtaşının bulunmamış olmasının neticesidir.

Şimdi size sormak istiyorum. Gerçek, ne kadar gerçek?

24 Eylül 2009 Perşembe

KALIBIN Adamı Olmamak


Eskiden beri kitap okumayı oldukça severdim. Bir kitap kurdu değilim ama akranlarıma nazaran çok fazla kitap okuduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. En azından, henüz bir üniversite öğrencisiyken bile tamamen kendime ait bir kitaplığım vardı.

Çok çeşitli kitaplar okudum. Konu çok yabancı gelmediği sürece hiç bir kitabı yarıda bırakmadım. Edebiyatın nadide türleri arasından en çok şiiri sevdim. Daha önce serüven veya polisiye kitapları , gizem içeren enteresan kitaplar ve bir aralarda insan psikolojisini mükemmel izah ettiğini düşündüğüm Rus Edebiyatı'nın seçkin klasikleri favorilerim olmuşlardı.

Henüz ilköğretime devam ederken okuduğum macera ve serüven kitapları aklımı başımdan alırdı. Sayfalar arasında kaybolduğumu hissederdim. Gizemli deniz yolculukları, define avları, kendimi yerlerine koyduğum çocuk kahramanlar türlü zeka oyunları ile trajik ve bazen de komik hayatlarına mucizevi masallar katardı. İşte bu hayal dünyaları ılık bir bahar rüzgarı gibi düşüncelerimi okşardı. Belki ilk defa o zaman çocukluktan kopmaya başladım. Mesela ilk ne zaman deseniz, Cervantes'in Don Kişot'unu okurken derim. Yel değirmenlerine karşı savaşmaya kalkışan Don Kişot'un seyisi gerçeği söylediğinde Don Kişot'un mızrağı yel değirmenlerine, "gerçek dünya" da bağrıma öyle bir saplanmıştı ki acısını hala tüm benliğimde hissederim. Fakat bilemezdim acıların çoğalarak geldiğini. 29 tane anlamsız harfin yan yana yazılmasıyla oluşturulan masum sayfalarıyla bir kitap insana tahmin ettiğinden daha fazlasını yapabilirdi. Hesaba katmamıştım...

Günler günleri, insanlar işlerini - güçlerini, işler-güçler daha büyük işleri - güçleri kovaladı. Dünyamız Galaksinin bilinmeyen yerlerindeki bir takım dünyalarla (isimleri NASA ve FBI gizli arşivlerinde tutuluyor diye yaygın bir iddia var. Her halükarda bizlere bildirilmemesi galeyan ve heyecan olmaması açısından oldukça mantıklı gibi gözükmekte. Böyle bir gerçek elbette var. Eğer olmasa insanlar niye seve seve son 2 yüzyıl boyunca saatlerce makine gibi çalışsın? Kendini esir edecek bir sistemin parçası olmayı niye kabul etsin? Dolayısıyla bizim açımızdan gerçeği sezmiş olmak bu noktada yeterli görünüyor.)girdiği bahsi kaybetmemek için çok yıprandı. Önce ozon gazıyla cilalanmış güneş gözlüğü kırıldı. Böylece karizması elden gitti, havası bozuldu. İnsanlar bu büyük patronun iddiayı kaybetmemesi için düşündüler - öldüler, hiç düşünmediler - öldüler, çalıştılar - öldüler, yarıştılar - öldüler, savaştılar - öldüler, vs. - öldüler. Bu süre boyunca ben hiç değişmeyerek çok değiştim. İlk kez masallar dışında kitap okumaya başladığım dönemden bu döneme kadar geçen yaklaşık 15 yıllık bu süreyi ayrıntısıyla anlatmaya gerek duymuyorum.

Ve bugün... Okuduğum bir çok kitap arasında beni en çok vuranın Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ı olduğunu itiraf etmek zorundayım. Selim Işık karakteri hem karanlık zihnimi aydınlattı. Hem aydınlık hayallerimin sonsuza dek kararmasına neden oldu. Bir bakıma vaziyetimi ve vasiyetimi okumuş oldum. Bu zamana değin yaşadıklarımı, hayatımı, "gerçek" denen "BÜYÜK YALAN"ın neresine koymam gerektiğini hiç anlayamamıştım. Herşeyin peşinden gitmeye çalıştım. Herkesi dinledim. Herşeydim ama hiçbirşeydim. Çalıştım, yoruldum. Yeni ergenliğe girmiş çocuklar gibi sürekli mutsuzdum. Hayatın anlamını bulacağımı sanıyordum. Bir gün birisinin, gerçekten beni anlamak için, bana yaklaşacağını sanıyordum. Kendimi çok dinlediğimden olsa gerek artık başkalarının iç seslerini duyabiliyordum. Beni durmadan azarlıyorlardı. Diyorlardı ki, seni geçtim, sen bir hiçsin, niye şimdi sen başarılı bir iş yaptın, niye gezdin tozdun, çektirdiğin fotoğraflara bak, bu kadar fotojenik olmaz insan, şöyle bir aciz ol, yanımıza değil arkamızda ol, fotoğrafta en çok ben görüneyim, mümkünse de sen yok ol.

Çocukluğumun kitaplarında ki maceradan maceraya yol alan o gemilere asla binemedim. Halbuki rüzgar vururken yüzüme koyu kahverengi bir manzara eşliğinde Siyahların ülkesine gitmeyi ne çok isterdim. Onların mitolojik hikayelerini dinlemek, çocuk olmak isterdim. İnsanların bildikleriyle karşılarındakileri öldürmeye çalışmadıkları, beni de kendi pisliğine ara ara bulaştırıp pişmanlıklar içinde kahrolmama neden olmadıkları bir dünya. İnsanların birbirlerinden korkmadıkları, birbirlerinin sırtına basmadıkları mutlak gerçeğin olmadığı bir post-gerçek dünya.

Hiçbirisi olmadı. Yalnızca sevgili yazar, Oğuz Atay, bir vefa örneği olması açısından bizleri unutmadı ve bizim gibiler için bir roman kaleme aldı. Bizim için, romanında, arkamızdan ağlayacak Turgut Özben gibi duyarlı dostlar, bizi tüm sıkıcılığımıza rağmen anlamaya çalışan Günseli gibi sevgililer bıraktı.

Daha sonra ben de bıraktım. Çocukluğumun muzip, sıcak, fantastik macerlarını terkettim. Artık hayal etmiyordum. Bir dostun sayesinde belki de son kez yazıyorum. Bana ne düşünürsen yaz, rahatla demişti. Halbuki ben yazma konusundaki beceriksizliğim hakkında gerekli açıklamayı ona çoktan yapmıştım. Yine de ısrar etti düşünceli bir tavırla. Zamanında, O'na, haddim olmayarak hüzünlü günler yaşattı isem bu yazı nezdinde ondan da özür dilemek isterim.

Bazı zamanlar boylu poslu olmama rağmen bu çocukluk sanrıları yüzünden "kalıbımın adamı" olmadığımı düşünürdüm. Sonra farkettim ki, aslında ben, KALIBIN adamı değilmişim. Velhasıl tutunamadım...

25 Ağustos 2009 Salı

Postmodernizmle İlgili Alıntılar


Alıntılar

Lyotard; ::…Postmodern kuşkusuz modernin bir parçasıdır.Postmodernizm modernizmin sonunda değil doğuşundadır ve bu durum süreklidir.(Postmodern Durum, 1984)
Friedrich Jameson; ::Birkaç yıldır, geleceğe yönelik felaket ya da kurtuluş kehanetlerinin yerini çeşitli şeylerin sonunun geldiğine dair görüşlerin aldığı tersyüz olmuş bir mileneryanizm göze çarpmakta (ideoloji, sanat, ya da toplumsal sınıfın sonu; Leninizm, sosyal demokrasi veya refah devletinin ‘krizi’, v.b., v.b.): Bir arada ele alındığında, belki de bunların tümü, giderek daha sık kullanılan terimle, postmodernizmi oluşturuyor. Bu olgunun varlığına ilişkin savlar, genel olarak 1950′lerin sonlarında ya da 1960′lı ilk yıllarda başladığı kabul edilen radikal bir kopma veya coupure’un gerçekleştiği hipotezine dayanıyor. Sözcüğün kendisinden de anlaşılacağı gibi, bu kopma büyük çoğunlukla yüz yıllık modern hareketin söndüğü veya ortadan kalktığı (ya da ideolojik veya estetik olarak reddedildiği) görülerine bağlanmakta. Böylece, resimde soyut ekspresyonizm, felsefede varoluşçuluk, romanda son temsil biçimleri, büyük auteurlerin filmleri, veya (Wallace Stevens’ın eserleriyle kurumsallaşmış ve kutsal metin mertebesine yükselmiş olan) modernist şiir ekolü; bütün bunlar, bugün, bunları ortaya çıkararak kendisini tüketmiş, olan bir ileri modernist dürtünün son ve olağandışı olgunluk ürünleri olarak görülüyor. Bunlardan sonra gelenlerin listesi ise ampirik, kaotik ve heterojen bir görünüm çiziyor; Andy Warhol ve popart, ama bir yandan da fotorealizm ve bunun ötesinde ‘yeni ekspresyonizm’; müzikte John Cage ânı, ama aynı zamanda Phil Glass ve Terry Riley gibi bestecilerde görülen ‘popüler’ ve klasik üslupların sentezi ve bir yandan da punk ve newwave rock (ki Beatles’la Stones şimdi bu daha yeni ve hızlı evrilen geleneğin ileri-modernist ara konumundalar); filmde Godard, post-Godard ve deneysel sinemayla video, ayrıca da (aşağıda tekrar ele alacağım) yepyeni bir ticari film türü; bir tarafta Burroughs, Pynchon ve Ishmael Reed, öbür tarafta Fransız yeni romanı ve halefleri ve bunların yanısıra yeni bir ecriture ya da metinsellik estetiğine dayanan sarsıcı yeni edebi eleştiri türleri… Bu liste sınırsız şekilde uzatılabilir; ama acaba bütün bunlar eski ileri-modernist üslupçu yenilik şartının belirlediği periyodik üslup ve moda değişimlerinden daha temel bir değişim veya kopmaya işaret ediyor mu?
Zygmunt Bauman; ::Modernlik, kendi belirsizliğini, geçici bir sıkıntı olarak reddedebiliyordu. Her belirsizlik, bunun tedavisini içeren bir reçeteyle tamamlanıyordu. Bunlar sadece başka başka sorunlardı, her biri de çözümleriyle tanımlanıyordu. (Toplumlar, diyordu Marx, görevlerin icrası için gereken araçlar var olmadığı sürece görev üstlenmezler.) Belirsizlikten kesinliğe, müphemlikten saydamlığa geçiş, sadece bir vakit meselesi, kararlılık, kaynak ve bilgi meselesi olarak görülüyordu. Halbuki, belirsizliğin kökünün asla kazınamayacağı yönündeki postmodern bilinçle yaşamak ise tamamen farklı bir meseledir. Burada, olumsallıktan kaçış, kaçmak istenen durumun kendisi kadar olumsaldır. İşte bu bilincin getirdiği rahatsızlık, tipik postmodern hoşnutsuzlukların kaynağıdır: Müphemlikle dolu durum karşısında, asla gitmeyen olumsallık karşısında ve bu konuda ki haberleri duyuran elçiler ‘yeni olanı ve asla eskiye dönmeyecek şeyleri dile getiren ve altını çizen’, yine Agnes Heller’in terimleriyle söyleyecek olursak, ‘alınyazısını kadere dönüştürme çağrısı yapan insanlar’ karşısında duyulan hoşnutsuzluk. Bu haberleri alanların kabul etmekte zorlandıkları şey şudur: Yapmayı kafalarına koydukları hiçbir şeyde, hakikate ve tarihin yasalarına hakim olmanın ya da aklın mutlak yargısını yanında hissetmenin huzuru olmayacaktır. (Bauman, Zygmunt(1991) Modernlik ve Müphemlik,Çev: İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2003)
D.Keller; ::Postmodern, meta anlatılar karşısında kuşkuculuk ve metafizik felsefenin , tarih felsefelerinin ve herhangibir totalleştirici düşünce biçiminin (Hegelcilik, liberalizm, Marxizm ye da benzer) reddi olarak tanımlanır. (Douglas Kellner, Toplumsal Teori Olarak Postmodernizm:Bazı Meydan Okumalar ve Sorunlar , 1988)
Berna Moran; ::Metinlerin de anlamı, metinde olmayanla, söylenmeyenle bağıntılıdır. Derrida bunu kanıtlamak için metni, yapı-sökme yöntemiyle didik didik eder, önemsiz sayılan ayrıntılara eğilerek bunların, metnin kendi mantığını sarstığını, yadsıdığını, yani metnin söyler göründüğünün tersini de söylediğini belirtir. Öyleyse Derrida’ya göre bir metnin anlamı, ayağını yere sağlam basan sabit bir anlam değildir, oynaktır, kaypaktır, çelişkilidir ve dolayısıyla belirsizlikler taşır. Kısacası, hiçbir metnin tek ve kesin anlamı olamaz. Olabileceğini sanmak bir yanılgıdır, sözmerkezciliğin tuzağına düşmektir. Aslında, dilin doğası sanıldığı gibi sistematik bilgiye olanak tanımaz. Ama Batı felsefesi, dilin bu önlenemez kaypaklığını görmezlikten gelerek, dilde tutarlı ve kesin bir anlamı mümkün kılacak temeller bulmaya çalışıp durmuştur. Görüldüğü gibi yapı-sökücülük dilin kesin ve tutarlı bir anlam üretmeye uygun olduğu inancına şüpheyle bakan bir kuramdır ve bu yönüyle tüm yapısalcılık-ötesi düşünce tarzının temel taşlarından birini oluşturur.(Moran, Berna, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999)

Postmodernist Aydınlar


  • Güzel sanatlarda postmodern isimler

  • Marcel Duchamp
  • Simon Dürr
  • Gilbert ve George
  • Wang Guangyi
  • Res Ingold
  • Donald Judd
  • Agnieska Olivia Juszczyk
  • Ilya Kabakov
  • Jeff Koons
  • Bruce Nauman
  • Sigmar Polke
  • Gerhard Richter
  • Cindy Sherman
  • Andy Warhol

    Postmodern düşünürler


    Postmodern düşüncenin çıkış noktaları olmuş isimler:

  • Soren Kierkegaard
  • Karl Marx
  • Martin Heidegger
  • Friedrich Nietzsche
  • Jacques Lacan
  • Edmund Husserl
  • Ludwig Wittgenstein

    Postmodern düşünürler:

  • Jean-François Lyotard
  • Roland Barthes
  • Jean Baudrillard
  • Judith Butler
  • Helen Cixous
  • Gilles Deleuze
  • Luce Irigaray
  • Charles Jencks
  • Dietmar Kamper
  • Thomas S. Kuhn
  • Jean-François Lyotard
  • Gianni Vattimo
  • Wolfgang Welsch
  • Slavoj Zizek
  • Paul Feyerabend
  • Jacques Derrida
  • Michel Foucault
  • Julia Kristeva
  • Richard Rorty

    Postmodern düşünceye eleştiri getiren isimler:

  • Giddens
  • Jürgen Habermas
  • Fredric Jameson
  • Terry Eagleton
  • Marshall Berman
  • Alain Touraine
  • Ernest Geller

    Çalışmaları Postmodernizmin işaretleri olarak görülen yazarlar

  • Paul Auster
  • Julian Barnes
  • Robert Anton Wilson
  • John Barth
  • Jorge Luis Borges
  • Italo Calvino
  • Angela Carter
  • Robert Coover
  • Don DeLillo
  • Umberto Eco
  • Raymond Federman
  • William Gaddis
  • John Hawkes
  • Klaus Modick
  • Walter Moers
  • Heiner Müller
  • Michael Ondaatje
  • Thomas Pynchon
  • Christoph Ransmayr
  • W.G. Sebald
  • Philippe Sollers
  • Wladimir Sorokin
  • Patrick Süskind
  • Antonio Tabucchi
  • Urs Widmer
  • Jeanette Winterson
  • Thomas Bernhard