Pages

4 Ocak 2015 Pazar

Hayatta Kalma İçgüdüsü ve İntihar

Paul Cézanne - Still Life with Skull
"Yalnızca gerçekten ciddi bir tek sorun var: İntihar."   Albert Camus
Bu aslında ilk söylendiğinde çok kolay bir bilgiymiş gibi geliyor ama bana kalırsa üzerinde oldukça düşünmek gerek. 

Sözgelimi bir ağacın altında otursam ve kafama bir elma düşse dalında. İlk önce Isaac Newton'ın yaptığı gibi yerçekimini düşünmezdim. İlk önce elmayı ısırır ve şöyle derdim: "Gerçekten bu elmanın bana yarayışlı olması çok enteresan. Ben bu zamana kadar varlığımı onun çok dışında bir konumda tanımladım. Ama açıkça görülüyor ki, benim varlığımı devam ettirmem, tamamen bu elmayı tüketmeme bağlı. Bu elma olmazsa ben de olmam".

Hani Voltaire demiş ya; "Tüm duyarlı nesneler, aynı günde doğmuş benim gibi acı çeker, benim gibi ölürler. Kartal ödlek kurbanı üstüne çullanmış... Titreyen organları kanlı gagasıyla parçalar. Savaşın toz dumanında yuvarlanan adam; can çekişen arkadaşının kanıyla kanı karışmakta, beklerken leş kargalarına yem olma sırasını. Evet, her kişide tüm dünya sızlanmakta. Hepsi ıstırap için doğmuş, birbirini yok etmekte. Peki, bu korkunç kaos ne için? Her birimizin acısı hepimize mutluluk mu dersin! ne kutsanacak dünya, öyleyse!!!"

Bu gerçekten hayli enteresan bir durum. Biz kendimizi doğa içinde sınıflandırırken daima, bedenimizle ve aklımızla beraber yekpare ama var olan diğer her şeyden izole bir şekilde tanımlıyoruz. Öyle düşünüyoruz ki, her şey varoluşunu son demine kadar sürdürme gayretinde, başka bir şey değil. Aslında şöyle bir derin düşünüldüğünde bunun da çok değişik boyutları olduğunu görürsün. Biz duyu organlarıyla dünyayı seyrederken elbette hayatta kalmak için çoğu zaman elimizden geleni ardımıza koymuyoruz ama organlarımız bile mesela, bir açıdan varolabilmek gayretindeler kendilerince. Onları hiçbir zaman kendimizden ayrı düşünmedik. Belki düşünmemeliyiz de ama hepimiz biliyoruz ki, antikorlar mikroplara karşı belki sadece ve sadece, kaynağı belli olmayan ya da bizim bilemediğimiz bir içgüdüyle varoluş mücadelesi vermekteler. Bütün organlar, belki dokular kendilerince varoluş mücadelesi veriyorsa, alkole veya sigaraya biz bilmeden karşı koyup uyum sağlamaya gayret gösteriyorlarsa öyleyse biz bir bütünlük müyüz? Varoluş kaygısını yalnızca yaşayan sistemler değil, alt-sistemler de kendilerince taşımaktadır. Belki bir kalbin tek amacı sadece varolmaktır; hangi bedende olursa olsun; tüm bu varolma içgüdüsü, tüm bu yaşamın kalbi yalnızca atmak isteyen bir "şey"dir belki.

Biz uzayda kendimize göre bir şey bulamıyoruz hiç. Bizim ihtiyacımız olan hava, su, toprak bileşimi hepsi burada. Şimdi burada kritik bir soru geliyor aklımıza. Biz bu yaşayan dünyanın sonucu muyuz yoksa sebebi miyiz? Bana kalırsa inançlıların ve inançsızların ayrıldığı temel nokta da burası işte. Sadece bakış açısından kaynaklanıyor her şey.

Kafama düşen elmanın bana yarayışlı olması ne kadar ilginç değil mi? Çünkü buna ben karar vermedim. Otonom sinirler sistemimin de bana uyum sağlayarak hayatta kalma mücadelesi için girmesine karar vermediğim gibi. Bütün bu yaşam benim bilincim dışında. benden önce de vardı, benden sonra da var olacaktır. O yüzden her canlı da tek ortak nokta, değişmez tek kaide vardır: hayatta kalma içgüdüsü ve o yüzden de felsefenin tek problemi vardır albert camus'nun dediği gibi: "intihar"...

9 yorum:

  1. Her canlıya hayatta kalma içgüdüsünü genellemek ne kadar doğru? İntihar zaten bu argumanı çürütmüyor mu

    YanıtlaSil
  2. Son cümle biraz düşük olmuş. Aslında, "Biz duyu organlarıyla dünyayı seyrederken elbette hayatta kalmak için çoğu zaman elimizden..." derken aslında bilincin güneşinin kimi zaman söndüğünü hatırlatmak istemiştim, yani intiharı.

    Ne şekilde olursa olsun, dünyaya yeni gelmiş bir bebek hayatta kalmak ister. Burada bilinci gelişmemiştir belki ama yaşamını durdurmaya meyleden her şeye kendi çapında karşı koyar; hücreleri bölünüp çoğalmak ister; bu evrene genişlemek ister. Bu yüzden intihar felsefenin en önemli belki de tek problemidir.

    Bir insan yaşamından vazgeçiyorsa, bu bir ilüzyon neticesindedir. Bu hayatta onu baskılayan şeylerin boşunalığını göremeyip, o güne değin şişirilen ego'sunun kurbanı olmuştur. Ben burada intihar edene bildiğimiz manada egoist demiyorum. Sadece ona aşılanan kutsal değerlerin, yalancı ahlak kurallarının, ilüzyonist yaşam biçimlerinin zindanından kurtulamamış demek istiyorum.

    Ama bir insan ölmek istediğinde dahi kalbi atmaya devam eder. Bilinç, yaşam vücuda geldikten sonra bedenin katili olabilir. Hem de ne uğruna, dünyada, insanların kendi kendilerine koyduğu statükoya, sisteme veya abuk sabuk kurallara uyum sağlayamadığı için.

    Dolayısıyla Max Stirner'i tekrar hatırlatayım: "Ben kendi kudretimin malikiyim ve Ben ancak Biricik olduğumu bildiğim an kudretimin malikiyim. Kendine-Sahip-Olan [malik], Biricik’te yaratıcı Hiç’e, doğduğu yere geri döner. Benden yüce her varlık, ister Tanrı olsun ister insan, biriciklik duygumu zayıflatır ve ancak bu bilincin güneşi karşısında söner. Meselemi Kendime, şu Biricik’e bırakırsam, o zaman meselem kendi yaşamını kendisi tüketen geçici ve ölümlü bir yaratıcının meselesidir ve Ben diyebilirim ki:

    Ben meselemi Hiç’e bıraktım."

    Bu cümlelerle Max Stirner dosyası da kapanmış oluyor.

    YanıtlaSil
  3. O zaman şöyle de düşünülebilir. Hayatta kalma içgüdüsü henüz kültürel kodlar, normlar, "medeni" olmak, cinsiyet rolleri vs. gibi baskılarla karşılaşmamış canlılarda güçlü olabilir. Aklıma bakıcısı terkettiği için yemek yemeyen (uzun vadede intihar) hayvanlar geldi ilk okuduğumda. Dolayısıyla ilkel bir dürtü olduğunu da söylemek zor olabilir. Bebeklerin refleksleri tamamen hayatta kalma içgüdüsüyle ilgili.Avucuna dokunduğunda tutma refleksi, emmek vs. Sonra refleksler bitiyor, öğrenilmiş ya da toplum tarafından zorla öğretilmiş davranış kalıpları başlıyor.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Toplum tarafından öğretilmiş davranış kalıpları... şeklindeki görüş aslında şu kapıya açılıyor: bilincin kendini bilmesi gerekliliği.

      Bu konuya paralellik gösteren Jose Saramago'nun, filme de çevrilen romanı "Körlük"ten de bahsedebilirim. Kitaptan veya filmden spoiler verecek değilim ama sadece bir düşünce deneyi olarak sana şunu sorabilirim: (Bu kitaptaki konunun biraz farklı açıdan yaklaşılmış hali)

      Öyle bir gün gelsin ve bütün canlılar kör olsun. Renk diye bir şeyin farkında olmayalım. Bütün dünyadaki canlıların, dışa açılan bir kapısı olan göz işlevini yitirsin. Tek bir aydınlık dahi kalmasın canlıların bilinçlerinde, rüyalarında.

      Burada hayatta kalabilir miydik sorusu önemli değil, bakın. Bu farazi bir durum. Böyle bir dünyada insanların değerleri, yaşayış biçimleri nasıl olurdu? Ahlak, suç, erdem nasıl gelişirdi? Sadece gören gözlerimizin olmadığını varsay ve böyle bir insanlık düşün.

      Bana öyle geliyor ki, bilinç duyularla kazanılan edimlerin diyetini ödemektedir.

      Sil
  4. Tezimin konusu bakış ve denetim toplumu ile ilgiliydi. O yüzden bu soru çok iyi bir soru oldu. Kişinin kendine dair farkındalığı diğer insanların ona nasıl baktığı ile bağlantılı olduğu için bakışın olmadığı bir toplumda ahlaka, kültüre, toplumsal pratiklere dair tüm bir inşa çok farklı olurdu sanırım

    YanıtlaSil
  5. Öyleyse tüm sosyal durum bir absürd'lüktür. Ayrıca bir bireyin durumu bakış ve denetimle belirleniyorsa, toplumlarda karar verme veya fiil diye bir şey var mıdır? Voltaire buna da yok diyor:

    "...Budalalar diyorlar ki: doktor teyzemi öldürücü bir hastalıktan kurtardı, teyzemi yaşayacağından 10 yıl daha çok yaşattı. Becerikli geçinenleri de; "ihtiyatlı adam kendi alınyazısını kendisi yazar diyorlar". Ama ihtiyatlı adam çoğu zaman, alınyazısını kendisi yazacağına onun altında ezilir: ihtiyatlı adamları, alınyazısı ihtiyatlı etmiştir.
    ...Hekim teyzeni kurtardı; ama onu kurtarmakla doğanın düzenine aykırı bir iş görmedi: ona uydu. Teyzenin öyle bir kentte doğmamazlık edemeyeceği, öyle bir zamanda herhangi bir hastalığa tutulmaktan kaçınamayacağı, o hekimin onun bulunduğu kentten başka bir yerde bulunamayacağı, teyzenin onu çağırmak zorunda kalacağı, onun da teyzene kendisini iyi edecek ilaçları vereceği gün gibi meydandaydı."

    http://postmodernizm.blogspot.com.tr/2012/04/aln-yazs-ozgurluge-dair-3.html

    adalet sadece tetiği çekeni cezalandırıyor. (bu sadece bir görüntü, azledeni de cezalandırması konuyu derinleştirmiyor) sorun şu; bir insan hayatı boyunca toplum tarafından ötelendiyse, şiddet içeren bir davranışta bulunması sürpriz midir? hiç kimse bunu şaşırtıcı bulmayacaktır. Ama kamu, suçluyu idam etmeye, sindirmeye bayılır. Peki suç işleyen, bu kaderinden sıyrılabilir mi?

    Albert Camus'nun yabancı kitabında Mersault'yu görmüşsündür. Güneş gözümü yakmasayadı, ter gözüme kaçmasaydı tetiği çekmezdim, demiş bu kurgu romanda. İlginç bir bakış açısı.

    YanıtlaSil
  6. Foucault'nun sanırım Cinselliğin Tarihindeydi intiharla ilgili bölümü aklıma geliyor. İktidarın artık öldürmek değil, yaşatmak üzerine kurulu olduğu fikri.
    Ötekileştirilen kendi bedenine ya da başkalarına öfke duyar. İntihar da bu tip bir eylem.

    YanıtlaSil
  7. Kendi bedenine öfke duymak yanlış bir ifade oldu. Kendisine öfke duyar.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bir ara psikiyatristlerin mücadelesini bir aptallaştırma projesi olarak gördüğümü yazmıştım. Gerçekten de Foucault'nun söyledikleri çarpıcı ve anlamlı bu açıdan.

      Sil