Pages

10 Aralık 2011 Cumartesi

Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor

Harvest at La Cra, with Montmajour in the Background
France: June 1888
"Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaydaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kim zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine; sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutmağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, “- veli ağanın öküzleri gibi öküz, yoktur, ” demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimizi, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!"
                                                                                      Aylak Adam / Yusuf Atılgan

Karl Marx'ın Komünist Manifesto'da geçen sözüdür; "Katı olan her şey buharlaşıyor". Ayrıca bu sözden yola çıkarak yazılmış, Marshall Berman'a ait bir kitap da var.

Katı olan her şey; haklarımızdan (insan hakları) etik kurallara; ahlak anlayışımızdan hukuka kadar uzanan geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Yani, bize ait olan her şey. Yani, bizi insan olmayan canlılardan ayıran tüm her şey... Yüzyıllar boyunca yazarak, çizerek, düşünüp söyleyerek aktarıp oluşturduğumuz tüm çerçeve, "katı olan her şey"in kapsamında. Bunların bir anda buharlaşmasıdır mevzubahis olan. Orhan Veli'nin, "Aşk Resmi Geçidi" şiirinin son mısraları şöyledir mesela;

Fishing Boats on The Beach at Saintes-Maries
France: June, 1888
...
Gelelim sonuncuya. 
Ona bağlandığım kadar 
Hiçbirine bağlanmadım. 
Sade kadın değil, insan. 
Ne kibarlık budalası, 
Ne malda, mülkte gözü var. 
Eşit olsak, der, 
Hür olsak, der. 
İnsanları sevmesini de bilir, 
Yaşamayı sevdiği kadar. 




Bir insanın benliğini oluşturan tüm değerler, avuçlarında bir anda unufak olursa ne hisseder peki? Bir devrimciyi ele alalım. Uğruna darağacına kadar gidebileceği davasının aslında bir hiç uğruna yaşandığını idam edilmeden hemen önce söylerseniz ne hisseder? Kutsal kitaba el basıp yemin eden inançlı bir insanın, içinde yaşadığı dünyanın kısa sürede yıkılması kaotik bir durum elbette. Aşırı realitenin başlangıcı ve imaj doygunluğu sürecidir bu.


Olası olan şudur: İnsanları bir başına, kuralsız, kutsalsız, görgüsüz bıraktığınızda hem kendilerine, hem de çevresindekilere zarar verir. Bunu madde veya alkol bağımlılığından da yapabilir, herhangi bir vaizin dolduruşuna gelerek de gerçekleştirebilir veya sadece Marquis de Sade'ın hazzını örnek alarak da gerçekleştirebilir. Örneğin, sınırsız ve kuralsız bir dünyada, bir insanın, kendisine kalıcı ve fiziksel bir zarar verdiğini ele alalım. Bu senaryodan şöyle ilerlemek mümkün. Kendisine zarar veren insan, madde veya alkol bağımlılığının etkisi geçtiğinde veya vaizin verdiği nutkun etkisi altından kurtulup, kendi kendine kalıp durumunu irdelediğinde veya aldığı "Sade-ist" hazzın etkisi geçtiğinde iki türlü düşünecektir. Ya kendisine yaptığı bu işkenceden pişmanlık duyacak ve başkalarının bu hataya düşmemesi için onları uyaracak yazı yazmaya, nutuk atmaya vesaire karar verecek ya da kendi hayatını, fiziksel bütünlüğü olmadan da, eksik olarak dahi olsa yaşamaya devam etmeyi kabullenecek ve kendisine fiziksel zarar verirken yaşadığı tatmin duygusunun diyetini kabullenip, bunu olağanmış gibi görecek.


İlk senaryoya göre, çevresini uyaran kişi yavaş yavaş bir anlayışın oluşmasını tetikliyor. Buna göre, ömrünü fiziksel olarak eksiksiz yaşamanın kesinlikle daha arzulanır olacağını vurguluyor. Belki ilk başlarda sesi duyulmuyor bu pişman insanın ama daha sonradan, deneyimler onun haklı olabileceğini gösteriyor ve haz düşkünlüğü ve duygu yoğunluğunun etkisinde kalmanın kalıcı hasarlara, dolayısıyla pişmanlıklara ve acılara yol açtığına dair bir düşünce hakim olmaya başlıyor ve insanlar basitçe ve nazikçe gruplaşmaya başlıyorlar. Fakat insanın, kendisine zarar vermemesi ve zarar vermesine neden olabilecek duygu, düşünce ve maddelerden uzak durması savı bir tavsiye mi olmalı, yoksa dikte mi edilmeli?


Bir insan karşısındaki başka bir insana, başına gelen talihsiz durumları açıklayarak yol gösterebilir; onu kalıcı pişmanlıklara ve acılara bulaşmadan engelleyebilir. Fakat, bir insanın yapabilecekleri, vereceği hasar yalnızca kendi bedeniyle sınırlı değildir. Tavsiye ve öğüt, yalnızca çok basit ve küçük bir dünyada verimli sonuçlar almamıza yeter. Fakat bir insanın vereceği fiziksel zararın gerçek boyutları anlaşıldığında, onu bu eylemlerinden vazgeçirmek için, dikte edilen sert sözler ve zorbalığa kadar giden katı bir tutum baş göstermeye başlar. Yani ve kısaca, kaostan ve bir insanın dahi gücünün yetebileceği acı verici eylemlerden kurtulmak için bir başka kaosa yönelmiş olunur. Zarar verici ve kıyıcı insanın elinden sınırsız özgürlükleri alınır. Ama bu elbette ki onu durdurmaya yetmeyecektir. Çünkü, kendisinden güçlü kişi veya grupların buyruklarında iken sınırsız özgürlüğünden mahrum kalabilir ama kendisinden güçsüzlere karşı uygulayabileceği kıyım seçeneği(sebebi haz düşkünlüğü, maruz kalınan yoğun duygular ve hatta sırf rastgele keyfiyet dahi olabilir) elindedir. Öyleyse gücü kazanan insan, gücü olmadığını düşündüğü insana karşı belli belirsiz bir üstünlük kurmuştur. Bu noktada da devreye, güçsüzleri korumak adına yetkilendirilen Kral, Lider hatta Tanrı çıkar. Hatta geçen zaman, Kral, Lider, Tanrı veya benzer mutlak güç sahibinin görevlendirdiği elçi grup ve kişileri de peyda etmiştir. Evet, artık güçsüzü korumak ve insan neslinin devamlılığını sağlamak için; elçiler, derebeyleri, krallar, tanrı'lar, mahkemeler, konsiller ve daha niceleri ve bunların hepsinin zaman zaman ortaya koyduğu yazılı metinler de vardır artık. Bir insanın, kendi haz düşkünlüğü, duygu yoğunluğu veya erken yaşta olmasının verdiği bilinçsizlikle kendisine verdiği zararın, ilerleyen zamanlarda yaşattığı kaotik sancı, bunun engellenmesini öngören koskocaman küresel bir kaotik sancıya ve sisteme dönüşmüştür.


İnsanın kendisine ve ırkdaşına olan güvensizliğinden ötürü belgeler, kayıtlar, yasaklar, kanunlar, haklar, şartlar, gelenek ve görenekler çığ gibi büyüyen bir sistem oluşturmuş ve zaman içinde düzenlemelerle optimize edilmeye çalışılan yeni, irrasyonel, sistematik toplumlar dünyası boy göstermiştir. Bir pişmanlık, bir ufacık keder, bir acı, bilincin yeşerdiği o anda, kendisine hakim olabilmek adına, bir bileğinden zincire vurulmak pahasına, sırf varoluşunu devam ettirebilmek için kendisine sınırlar koymuştur. Hem de benliğinin rastgeleliğinden, doğanın ve doğalın saflığından uzaklaşmak pahasına. Daha sonra geliştirdiği bu bilince bir isim takmıştır; zeka. Bununla da övünmeye başlamıştır ki, kendisine ait olmayan, aynaya baktığında lkendisini bir penguen gibi gösteren redingotlara alışıversin; abiyelerini sevebilsin. Zekayı, kendisini, diğer canlılardan ayıran temel bir özellik ve üstünlük olarak da görmeye başlamıştır ki; bunda bir noktaya kadar haksız da sayılmaz. Her ne kadar, insanın zihinsel olarak, canlılar hiyerarşisinin en tepesinde olması, onu açık ve net bir biçimde evrenin görüp görebileceği en zeki yaratık yapmasa da çabası takdire şayandır. Çünkü, dünyanın çevresinden geçtiğini varsaydığı ekvator çizgisiyle, meridyen ve boylamlarla kendisinin dünyanın neresinde olduğunu belirlemiş ve bilincinin sistemini ileri taşımıştır. Güneşin doğuşundan batışına ve tekrar doğuşuna kadar olan sürecin üstüne zaman olgusunu -tıpkı ekvator çizgisini farazi olarak çizdiği gibi anda yaptığı gibi- yapıştırmış ve bu matematiksel soyut sistemle; evreni kavramaya koyulmuştur.


Başa dönelim. Bütün bunlara rağmen, bildiğimiz bir şey daha var. O da, hayvanların da, fiziksel zarar gördüklerinde tıpkı insanlara benzer acılar çekmesi durumudur. Buna rağmen, bidekine benzer bir bilinç hayvanlarda yeşermemiştir. Hayvanlar da birbirlerinden korkar; hayvanlar da bir içgüdüyle bile olsa varlığını devam ettirme gayretindedir. Hatta, savunma sistemleri, bizim bilinçle kazandığımız savunma sistemimiz kadar gelişmemiş olmasına rağmen, varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Ama bütün bunlara rağmen; soyut akıldan bihaberdirler. Hiçbir kural, dogma, anlayış veya görüşe sahip olmadan, acılarına ve maruz kaldıkları saldırılara rağmen bugünlere ermişlerdir.

Bu da olasılıkla, insanlar arası etkileşimin ve iletişimin kuvvetli olmasından kaynaklanmaktadır. Canlıları, atomlar olarak düşünürsek, insan, bu atomlar arasında, bağ olarak en kuvvetli elementi oluşturur, diyebiliriz. Çünkü, bir insanın başka bir insanı tanıma, anlama ve kendini ifade ederek yönelme ve bu yönelmenin sonucunda oluşan etkileşim ve aldığı reaksiyon bu kadar kuvvetli olmasaydı; insanlık, örneğin hayvanlar aleminden çok büyük olasılıkla, zerre farksız olacaktı. İnsanın bilincinin ve kompleks zekasının yeşerip gelişmesine neden olan bir durum da, etkileşim kuvveti diyebiliriz o halde.


Bütün bunları da bir kenara bırakıp ilk insana dönmek istiyorum. Bir sebepten ötürü kendisine zarar veren ve daha sonra pişman olan ve bilincin yeşermesine neden olan o ilk insana... Yaşadığı bunalımdan kurtulmak için yarattığı kaosa. Kaos'tan Gaia'ya ve sonuçta bugün ulaştığımız küresel sisteme. 


Küresel sistem, mikro ve makro çalışmalarla yapılan optimizasyon eylemlerine rağmen hala zorbalar ve rastgeleliğinden ötürü acıya ve pişmanlığa neden olan insanları barındırmaktadır. Bana göre de, tüm gayretlere rağmen, zorbalık ve sistemin güçsüz yanlarından faydalanan hazcı insanların varlığı süregidecektir. Bunun önüne tamamen geçmek, yine bana göre imkansızdır. Sistemlerin ve küresel sistemin karşısındaki insanın durumundan da bahsetmek isterim ama bana göre bu bir başka yazıda olmalı. Çünkü apayrı ve bambaşka bir konu.


Ve son söz; caniler, manyaklar, ruh hastaları, diktatörler, ahlak yıkıcılar, etik sömürücüler, faydasızlar, egoistler, haz düşkünleri sistemin yola getiremediği, çoğunluğu oluşturan insanların olağandışı, vahşi, akıl almaz olarak görmesine rağmen aslında gayet olağan olan bir durumun vücud bulmuş halleridir. Sürpriz değildir böyle insanların var olması; hiçbir zamanda olmayacaktır. Olmasını istemekle; olmasını kabullenmek veya anlamak arasındaki farkı da görmek lazım elbette.


Bir insanın en az bir tutamacının olması çağımızın en önemli ihtiyacıdır bana göre. Ama Aylak Adam'lar, Tutunamayanlar, Oblomov'lar ve daha niceleri de şapkadan çıkan sürpriz tavşan değillerdir... İşte bu yüzden, "Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor"...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder