Pages

18 Aralık 2011 Pazar

The Good Shepherd

Still Life with French Novels and a Rose
Paris: Autumn, 1887
"Önce kelime vardı" diye başlıyor Yohanna'ya göre İncil. Kelimeden önce de Yalnızlık vardı. Ve Kelimeden sonra da var olmaya devam etti Yalnızlık... Kelimenin bittiği yerden başladı. Kelimeler, Yalnızlığı unutturdu ve Yalnızlık, kelimeyle birlikte yaşadı insanın içinde. Kelimeler, Yalnızlığı anlattı ve Yalnızlığın içinde eriyip kayboldu. Yalnız Kelimeler acıyı dindirdi ve Kelimeler insanın aklına geldikçe, Yalnızlık büyüdü, dayanılmaz oldu.
                                                                                    Oğuz Atay / Tutunamayanlar
"I am the good shepherd. The good shepherd sacrifices his life for the sheep".
                                                                                    Yuhanna / John 10:11

İnsanın yazı ile buluşmasının yaklaşık 5000 yıllık bir tarihi var. 4,1 milyar yıllık Dünya tarihine veya milyonlarca yıllık insan tarihine kıyasla oldukça kısa bir zaman dilimi bu. Yalnızca yeryüzünün en gelişkin türü olan bilinen "insan" türünün, yani "homo sapiens"in 100 ile 200 bin olarak tahmin edilen tarihine baktığımızda dahi çok kısa bir tarihimizin yazılı kaynaklardan takip edilebileceğini görüyoruz. Tarih öncesi olarak adlandırılan ve tüm insanlık tarihinin yüzde 99'unu oluşturan çok geniş bir zaman diliminden ise neredeyse haberimiz yok gibi. 

Tarih öncesi döneme ait bize ipuçları veren şeylerin tamamı arkeolojik çalışmalardan elde ediliyor. Bu çalışmalar, insan yaşamına, gelenek, görenek ve inanışlara dair çok önemli ipuçlar veriyor. Yine de insanlık tarihinin en eski yıllarına doğru adım adım ilerledikçe yetersiz olduklarını düşünmemek elde değil. Yazı kadar portatif, dayanıklı ve pratik olmayan bu bulgular; çoğu kez zamana yenik düşmüş ve yitip gitmiş üstelik. Bu yüzden insanlık tarihinin çok önemli bir bölümü böyle büyük bir gölgenin altında işte. 

Yazı ile çok önemli bir adım atmış olduk dolayısıyla. Faydası açısından bakarsak, yazı, insanlık tarihinin en önemli buluşudur diyebiliriz. Bir anda bilgi, sistematik olarak kaydedilmeye başlandı ve mobilizasyon rahatlığı sayesinde nesilden nesile aktarılan ve biriken bir yumak halini aldı. Yazı ile beraberi "aydınlanma"nın ışığı daha da kuvvetlendi tabii.

Ama çok eski insanların yaşayış biçiminden gayrısını, yani duygularını, yani yeryüzü hakkında, yaşamak hakkında düşüncelerini, düşlerini, kabuslarını bilemiyoruz. Kafamızda canlandıramıyoruz. Belki bunun bilgisine ulaşmak da zor değil ama sonuçta bunu merak dahi etmiyoruz. Bunu şunun için belirtiyorum; neden çok kısa bir tarihi çok önemli buluyoruz? Tarih öncesi insanların yaşayış biçimini vahşi ve aşırı basit bulduğumuz için mi? Kayda değer bir gelişime ön ayak olmadıklarına emin olduğumuz için mi? Onları duygularını yetersiz hatta hayvanca gördüğümüz için mi?

Şimdi bu soruları da bir kenara bırakıp; yazı ile gelen insanlık tarihine, bazı anahatlardan bakalım. "Bilim ve Teknik" dergisinin Aralık 2011 sayısında Ankara Üniversitesi profesörlerinden "Hüseyin Gazi Topdemir"e ait şöyle bir makale var; "Batı Dünyası Neden Karanlık Çağı Yaşadı?" Bu makalenin ana fikri de şu; "stoa ve epikür felsefesinin etkisi altında kalan Batı dünyası, Grek bilim anlayışını terk etti ve karanlık çağı yaşadı.
"Stoacılık, kurucusu Kıbrıs'lı Zenon olan felsefe okulu. Hellenistik felsefenin en önemli felsefelerindendir. Zenon okulunu Atina'da Stoa Poikile denilen yerde kurmuştur. Kelime anlamı olarak Stoa Poikile resimlerle süslenmiş direklerden meydana gelen bir galeri görünümündedir. Okulun bu adla anılmasının sebebi budur. Stoacılar doğaya uygun yaşamayı felsefi olarak benimsemişler ve dünya vatandaşlığını savunmuşlardır. Mutluluk dış koşullara bağlı olmamalıdır önermesini dile getirmişlerdir".
"Epikuros bir ahlak felsefesi geliştirmiştir ve felsefenin ana düşüncesi mutluluktur (eudaimonia). Temel amacın mutluluğa ulaşmak olduğunu belirtir. Felsefenin görevi de buna göre belirlenmiştir, insanın mutluluğa giden yolunu araştırmak. Klasik felsefenin soyut tartışmalarıyla Epikuros bu hedefin dışında ilgilenmemiştir. Mantık da, doğru yaşama ulaşmak için gerekli olan bilginin üretilmesini sağlayan bir araçtır. Doğru bilgi olmadan doğru eylemlilik olmayacaktır; doğru bilginin ölçütü ise ikili bir temele sahiptir, ilki duyu verileri ikincisi ise haz ve acı duyumlarıdır".
Görüldüğü gibi Roma'nın benimsediği; bilimin ve gelişmenin önünü tıkayıp, Karanlık çağın başlamasına neden olan, mutluluk ve hazcı temele dayanan bu iki felsefedir. Bu felsefelerin egemen olduğu Roma İmparatorluğu mimarlık dışında hemen hiçbir alanda, özellikle de matematik alanında hiçbir önemli şahsiyet yetiştirememiştir.

The Good Shepherd
Daha sonra peşi sıra gelen Rönesans, Reform ve Aydınlanma Çağlarını ise az çok biliyoruz. Bilime ve felsefeye gereken önem tekrar verilmeye başlamış; özellikle Alman filozoflar ve Orta Batı Avrupa'nın bilimcileri çağa damgasını vurmuş; sanat çok ileri bir boyuta taşınmıştır. Peki, bugün gelinen noktada bilinen halk tabakası neden bilimci topluluklara uzak ve hazcıdır? İşte Alev Alatlı'nın "paçozlaşma" olarak nitelendirdiği ve Karanlık Çağı yaşayan Avrupa ile benzerliğimiz bu noktada başlıyor. Halk tabakasının derinliğini kaybedip iyice yüzeyselleşmesi durumu baş gösteriyor. Sanki halk, karanlık çağı yaşarken -tıpkı Roma'nın hazcı ve mutluluk düşkünü felsefesi sahibi halkı gibi-, yöneticiler ve bir takım bilim grupları (ki ben bunları "The Good Shepherd", yani "İyi Çoban" olarak nitelendiriyorum) Grek bilim anlayışı ile hakimiyeti ele alıp, dünyayı; tıpkı Yuhanna İncil'inin John:10;11 maddesinde belirtildiği üzere yönetiyor. Sanki başımızda bir çoban var; sanki Cristo'yu tepemize dikmişler; sanki yalnızca Rio de Janeiro'ya değil, tüm dünyaya kucak açıyor.

Elinizdeki teknolojik aletlere bakın; sevdiklerinizle yaşadıklarınıza bakın; bu hayata tutunma çabanıza, oluşturduğunuz profillere bakın. Sanki, hemen her şey olması gereken bir sırayı izliyor gibi. Sanki insanı başıboş bıraksalar kan gövdeyi götürecek ama bizi düşünen, bizi bizden fazla düşünen "The Good Shepherd Cristo" buna engel oluyor ve bize çobanlık ediyor. Mutluluğu yaşayan insanlara sunup, tekdüze bir hayat içinde mutlu olmalarını sağlamaya gayret ediyor. Bu yüzden de tarih öncesi döneme ait koskocaman bir gölge var. Bu yüzdendir ki; insanların ahlaksız, erdemsiz, hayvan gibi veya bambaşka duygularla ama olması gerektiği gibi yaşadığı o devirler uzakta kaldı. Yuhanna İncili hakkında iki alıntı yapalım şimdi;

"Yuhanna İncili, Yeni Ahit'in ilk dört bölümünü meydan getiren kanonik incillerden sonuncusudur. Kelime anlamı olarak "sevgili" veya "sevilen" demektir. Balıkçılık yaparak geçinen, "Evanjelist Yuhanna" olarak da bilinen, havari Yuhanna tarafından yazılmıştır. M.S. 90'lı yıllarda yazıldığı tahmin edilmektedir.Vaftizci Yahya'nın (Yahya Peygamber) dini faaliyetlerinden, İsa'nın göğe yükselişine kadar olan zaman aralığını kapsar.
Yuhanna İncili, İsa'nın kilisesinin oluşumunu anlatır. Cennetteki krallığından insanlığa yol göstermeye devam edeceği vurgulanır. Bu anlamda, diğer inciller gibi belirli bir kesimi değil, tüm insanlığı hedeflediği düşünülebilir. "Dünya" kelimesi birçok yerde tekrarlanır. Diğer incillerde vurgulanan İsa'nın insanî veya dünyevî faaliyetlerinden ziyade doktrinlerine geniş yer ayırır.
Yuhanna incili, 27 kitaptan oluşan incil'in en felsefi, mistik ve sembolik bölümüdür, bazı araştırmacılarca Hint ve Yunan gizem kültlerinden etkilendiği iddia edilir.
İsa'nın Tanrısallığına ve özüne vurgu yapar, İsa'nın başlangıçtaki "logos" olduğu söylenir".
Son cümlede geçen "logos" kelimesine de dikkat çekmek isterim. Açıklamasını wikipedia'dan alıntılamak gerekirse;

"Logos sözcüğü Yunanca’da us ile kavrama anlamındadır. Ve duyguları kavrama anlamındaki pathos sözcüğü karşılığında kullanır. Kah anlamıyla ilgili olarak us ve bu usa dayanan söz, yasa, düzen, bilgi anlamlarını dile getirir.
MÖ 5. yüzyılda Herakleitos logos’u evreni düzenli bir bütün olarak kuran ve hareket ettiren ussal ilke biçiminde tanımlamıştır. Buna göre logos, hem oluşumların altında yatan ve onları biçimlendiren düzen ilkesi hem de evrenin böyle bir düzen olarak kavranmasında belirleyici olan bilgi ilkesiydi; evrenin kavranması belirli orantılara yani karşılıklı ilişki içindeki yas niteliğinde bağlantılara göre gerçekleşiyordu. Bu anlamıyla logos özellikle rastlantı ve gelişigüzelliğin karşıtıdır.
Herakleitos’un verdiği anlam Anaksagoras’ın baş kavramı olan “nous” dan farklıdır. Nous bir düzenleyici olarak evrenden önce de vardır ve evrene dışardan gelir, logos ise evrenle birliktedir ve evrensel oluşun içindedir.
Herakleitos her şey çıkar geçer der; evrende kalıcı olan hiçbir şey yoktur. Bu sürekli evrensel değişiklilik logos için düzenlenmiştir. Logos yasasına göre olup örtmektedir.
Platon’a göre bilgi, logosta temelleri idealar hem düşünceler hem de bu düşüncelerin ilkesiz sonsuz nesneleridir. Düşünce ile nesne arasındaki özdeşlik bu yüzdendir, yani düşünce nesnesinde her ikisi de idealarda temellendiği için uygundur.
Aristotales'e göre Logos akıl, iletişim ve eylemin toplamıdır. Aklın açığa çıkarılması bu üçü sayesinde olur. Bunlar bir insanda yoksa onda akıl da yoktur. Şeylerin nasıl ve neden oldukları gibi oluştuğunu, şeylerin nasıl ve neden oldukları gibi kalmadıkları soruları Aristotales için önemlidir ve bu soruların cevapları aklımızda vardır. Aklımızın olmasını da Logos sağlar. Aklı Logos yardımıyla açığa çıkarırız".
Logos diye tabir edilen İsa'nın konumunun, Roma'nın mutluluk ve hazla örülü Karanlık Çağı'nı başlatan Stoacı ve Epikürcü felsefeye ne kadar da benzediğini, uyum gösterdiğini fark etmemek elde değil. Yoksa, Karanlık Çağ bitmedi mi?...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder