Pages

29 Aralık 2011 Perşembe

İtirafname

Interior of a Restaurant in Arles
Arles: August, 1888
"Biz televizyon izleyerek, milyonerler, sinema tanrıları, rock yıldızları olacağımıza inanarak büyüdük ama olamayacağız...Hepimiz heba oluyoruz... Bütün bir nesil benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor ya da beyaz yakalı köle olmuş... Reklamlar yüzünden araba ve kıyafet peşindeyiz... Nefret ettiğimiz işlerde çalışıyor, gereksiz şeyler alıyoruz... Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız... Bir amacımız yok; ne büyük savaş ne de büyük bir buhran yaşadık... Bizim savaşımız ruhani savaş... Ve bunalımımız kendi hayatlarımız..."
                                                                                                       Chuck Palahniuk

Çocukluğumda büyüklerin her şeyi bildiklerini düşünürdüm. Hayat hakkında kesin yargıları vardı ve sarsılmaz bir pencereden dünyaya bakıyor gibiydiler. Tereddütleri yoktu hiçbir şey hakkında. Bu içten içe hoşuma gidiyordu. Süregiden bir hayatın parçası olmayı çok istiyordum. Benim için dünya üzerinde şüphe edilecek hiçbir şey yoktu. Bunun anlamı aslında şu; gerçekten düşünen bir insan için hayatın gidişatı içinde kavrayamayacağı hiçbir gerçek yoktu. Fikirler sabit ve genel geçerdi. Dünyam çok küçük olduğundan, yalnızca gördüğüm insanların duygu, düşünce ve hareketlerinden etkilendiğimden ve çoğunlukla bilinçsiz bir korkak olmamdan ötürü hayatın gidişatına itirazım yoktu ve olamazdı. Söz gelimi, sobaya yanarken dokunulmaması gerektiğini bilmeli, buna göre yaşamalı ve bu kesin bilgiyi yaymaktan öte hiçbir gayem olmamalıydı. Soba sıcaktı; sobaya değen her çocuk canı yanınca bunu deneyimlerdi. O yüzden de dikkatli olmak gerekirdi.

İnsanları dinlemeyi severim. Anlatmaktan çok dinlemişimdir hayatım boyunca. Henüz bir çocukken, büyüklerin aralarındaki anlaşmazlıkları görünce hayrete düşerdim. Sarsılmaz bilgiler dünyasında yaşayan büyüklerimin aralarında tartışması bana çocuksu gelirdi. Hayat ve onlar hakkındaki düşüncelerim "iyi" ve "kötü"yü en uç noktalara yerleştiren hikayelerin kahramanları hakkında düşüncelerimle birebirdi. Birisi kötülük yapardı ve iyi olan bundan hayıflanır, adalet isterdi. Bu da bana gayet olağan geliyordu tabii. Bir insan kabahat işlemişse, -tıpkı benim kabahat işlediğimde aldığım uyarı ve cezalar gibi- cezasını çekmeliydi. 

Bu sıradanlık ve hayatın gidişatı beni öylesine ele geçirmişti ki; herkes gibi ama olabildiğince iyiliksever bir insan olarak yaşlanmaktan başka bir şey düşünemiyordum, uyuşmuştum. Hayatımın gidişatını kabullenmiştim; bunda saçma bir yan göremiyordum ve hatta seviyordum bu durumu. Eşyalar ve insanlar hayatıma girip çıkacaktı yalnızca. Bense bu hayatın bir köşesinde durumu en iyi şekilde idare etmeye çalışacaktım. Kaygılı ve melankolik insanlar aptaldı benim için. Hayatı düzgünce yaşamak gayesinden başka her düşünce ve duygu aptalcaydı.

Sıradan hayat yaşamak isteyen her insanın başına geldiği gibi benim de başıma bir travma geldi. Bu çok önemli bir mucize değil; bir aydınlanma anı da değil; bu resmen bir bulantıydı. Her şeyin sıradan olmasına şaşırmaya başladım bir anda. Eşyalar ve insanlar tuhaf geliyordu. Hiçbir zaman birbirine gerçek manada dokunamayan; birbirini gerçekten dinlemeyen, birbirini gerçekten anlamayan insanların ortasında kalıvermiştim. Dünyam daha da genişliyordu çünkü. İnsanların ve kendimin tuhaf basitliğini görünce bu bulantı tiksintiye dönüştü. Kitaplarda anlatılan insanların; ne bileyim bir Van Gogh'un, Nietzsche'nin, Sartre'ın ve nice mutsuzluktan geberen, kendisine kurşun sıkan, sinir buhranları geçirenleri anlamaya başladım. Bu aslında süslü cümlelerle anlatılacak bir entelektüel yalnızlık veya aydın insan olma hikayesi de değil benim için. Hiçliğe varan bir basitlik ve sıradanlık öyküsü.

Bir çocuğun, yetişkin olduğunda iyi bir iş sahibi olup çok güzel bir araba almak düşlerinden uzaklaşıp, eskiyen ve çürüyen bedenlerine çeşit çeşit kıyafet alan ben de dahil tüm bu insan ırkının saçmalığına yaklaştım. İnsanı mutsuz eden de budur aslında. Fakat çoğu zaman farkına varmaz ya da isim koyamaz bu haline. Sanatçı ise, bana göre, bu mutsuzluğu biçime sokmaktan başka bir şey yapmamaktadır.

Old Tower in the Fields
Nuenen: July, 1884
Yalnız bir bireyi düşünün; mesela kendinizi. Değer verdiğiniz her şeyi eleştirin sonra! Bunu yapamazsınız çoğu zaman; çünkü bu dünyaya sıkı sıkıya bağlısınız. Anne sevgisini eleştiremezsiniz; Tanrı'yı yerin dibine sokamazsınız; rüyalarınızda bile; aşkınızın gerçekliğini eleştiremezsiniz; babanız bir sabah ölümsüz olsa ve siz yaşlanmaya devam etseniz; onun yaşını gelip geçtiğinizde ona nasıl davranacağınızı bilemezsiniz; saygınızın ve sevginizin sınırlarını kestiremezsiniz; olağanüstü bir kaza veya afet sonucunda ölen insanlara içten içe sevindiğinizi kabul edemezsiniz; insanların kötü yaşadıklarını gördükçe mutlu olduğunuzu itiraf edemezsiniz...

Çünkü kıyafetler taşıyoruz. Patronumuza, devletimize, anne babamıza, öğretmenimize, dilenciye, hastaya, rakip takım taraftarına, başka dinden bir insana nasıl davranmamız gerektiğini gösteren, bildiren kıyafetler bunlar ve nasıl bir bataklıkta olduğumuzu anlamak da imkansız. Bunun için bile, yani kendi basitliğini ve acziyetini görmek için bile insan okumalı ve düşünmeye zaman ayırmalı üstelik.

Cep telefonlarınız, koltuk takımlarınız olmalı; her yıl tatile gitmelisiniz; arada sırada devlet politikalarını eleştirmeli; arada sırada akmayan trafiğe sinirlenmelisiniz; "gösteriş budalaları". Koskoca bir dünya heba olacak böylece. İstemediği işleri yapan, istemediği biçimde yaşamak zorunda kalan milyarlarca insan. "Ben Kimim" demeye fırsat bulamadan mezarlıkları dolduracak İnsancıklar!
"Dinleyin sürüngenler;
Sizler özel değilsiniz, Sizler güzel ya da eşi benzeri olmayan kar tanesi de değilsiniz, sizler işiniz değilsiniz, sizler paranız kadar değilsiniz, bindiğiniz araba değilsiniz, kredi kartlarınızın limiti değilsiniz, sizler iç çamaşırı değilsiniz, Sizler herkes gibi çürüyen birer organik maddesiniz..!
Bizler bu dünyanın şarkı söyleyip dans eden pislikleriyiz".
                                                                                      Chuck Palahniuk

  • Her Şeyin Ötesinde

Uygarlığın temel varsayımlarını reddetmekle geliriz bu noktaya. Mutsuzluktan başka bir işe yaramadığını da yinelemek isterim. Ama daha acı bir tarafı da vardır düşünmenin, eleştirmenin. O da daha iyi bir yaşam biçiminin olmamasıdır. Özgürlüğünün peşinde koşan bireyin hazin sonu! Kaçacak hiçbir yer yok. Bu yaşamak sancısını çekmekten; dünyanın kanserli hücresi insanlara katlanmaktan başka hiçbir seçim şansı yok.


Sanatçıların dikkat çektiği, yalnızca ve yalnızca tutamaçlarınızın amaçsızlığını göstermektir. Bundan başka bir numaraları yoktur pek. Sanatçı demek; hayata tutunacak tabuları, duygu ve düşünceleri elde edememiş; medeniyetten uzak bir kabileden gelip; uygar insanların arasına yaşamaya çalışan gözlemci, meraklı bir yerli misali yaşayan insan demektir.


Çocukluğumda kurduğum düşlerin sonuna geldim böylece; "Gecenin Sonuna Yolculuk". Kutsal bildiğim her şeyin sonu oldu bu. Kendine yaklaşmak isteyen birey, insanlardan uzaklaşır.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder