Pages

22 Temmuz 2011 Cuma

Oğuz Atay ve Tutunamayanlar



Son dönemde popüler olan kitapların başında geliyor; "Tutunamayanlar". Elbette popüler olmasının doğal bir neticesi olarak, çokça tartışılmaya ve edebi yetkinliği eleştirilmeye başlandı. Hemşehrim olan Oğuz Atay'ın yaşamı süresince ikinci baskısını bile yapamayan bu romanın, şimdilerde bu kadar revaçta olması da hayli ilginç tabii. Türk edebiyatı'nda postmodernist roman örneklerinin ilklerinden olan "Tutunamayanlar"ın eleştiri noktalarını ve analizini yapmaya çalışalım bakalım.

İlk önce, son dönemlerde dikkati çeken ve çokça tartışılan, Şavkar Altınel'in, henüz 4 yıllık bir edebiyat dergisi olan Notos'da yaptığı eleştiriyi alıntılayalım. Oğuz Atay'ı sığ ve yapay olarak nitelendiren Altınel şöyle diyor;
"Oğuz Atay denince aklıma ilk gelen başarısızlık oluyor. Yarattığı kahramanların ‘tutunmak’ konusundaki dillere destan başarısızlığından değil, Atay’ı (ya da, daha doğrusu, okuduğum tek yapıtı Tutunamayanlar’ı) sevmeyi başaramamış olmamadan söz ediyorum. 
Bana göre ‘Tutunamayanlar’ bir küçük burjuva krizinin, mühendis olmanın, ‘salon salamanje’lerde yaşamanın, ‘bir kadınla iki çocuğun sorumlu saymanlığı’nı yapmanın hikâyesi. Bunda bir sorun yok: bir Flaubert bu malzemeden büyük bir roman çıkarabilirdi. Ama Atay, Flaubert değil, çok etkilendiği belli olan modernistlerden biri de değil, her şeyden önce de ‘kendisi’ değil. Başkahramanına ‘Özben’ soyadını vermiş, ama içimde romanın arkasında elle tutulabilir bir ‘benlik’ olduğu, yazarın anlattıklarını gerçekten görüp yaşadığı duygusu yok. Daha çok, bunları bir yerlerden duymuş, öğrenmiş, doğru olanın dünyaya böyle bakmak olduğuna karar vermiş gibi... Tezer Özlü’nün benzer krizlerden yola çıkarak yazdıklarını otantik bulup severek okumama rağmen Atay gözüme sığ ve yapay görünüyor.
Türkiye’de onca insanın başucu kitabı olan bir roman neden benim için neredeyse itici? Atay adını duyduğumda bende okur, hatta insan olarak eksiklik olabileceği kuşkusuna kapılmadan edemiyorum.
Şimdi de, Orhan Pamuk'un, 2007 yılında, Yasemin Çongar'a verdiği röportajdan alıntı yapalım;


DEVLETİN EMRİNE GİRMEK . Pamuk, “Ah canım Selim!” duyarlığı ile “Bat dünya bat!” alaycılığı üzerinden Oğuz Atay’a bakarken aydınlardan girdi söze:

“Modern cumhuriyet kültürü ve onun kalemşörleri aydınları hep devletin emrine sokmaya çalışmıştır. Devletin emrine girmeyen aydının da köksüz olduğunu, buraya ait olmadığını söylemiştir. Memleketin sorunlarından devletten bağımsız yazan çizen düşünen aydın sorumlu tutulmuştur. Yakup Kadri bile Yaban’da köyün durumu nedeniyle aydınları suçlar. Sanki köyün sorunları binlerce yıllık geleneğin sonucu değil de, değişik kitaplar okuyan muhalif aydınların suçudur. İşte bu devletin emrine girmeyen aydınları suçlama geleneği, aydınları insan olarak görmemeyi de beraberinde getirdi. Oğuz Atay’ın birinci başarısı, aydınları insan olarak görmesidir.”



SEVGİYLE, ŞEFKATLE . Orhan Pamuk’a göre, Oğuz Atay’ın devlet ve kurulu düzen tarafından dışlanan muhalif aydına sevgiyle, şefkatle, anlayışla yaklaşmasını yazarın bütün diğer özelliklerinden daha fazla seven bir okur grubu var. “Hatta,” diyor Pamuk, “buradaki ‘sevgiyle, şefkatle, anlayışla’ kelimelerini büyük harfle yazabilirsin. Ama bu sevgiyi, ‘Ah canım Selim!” kısmını abartarak aşırı önemseyenler oldu. Aslında ben de Oğuz Atay’ın Türk aydınının Çehovcu yanını görüp sevmesine değer veriyorum. Ama Öteki Renkler’deki o makalemde, Atay’ın bir başka yanını daha fazla önemsediğimi söylüyorum.”



KOVA KOVA KAFASIZLIK . Orhan Pamuk, Atay’ın hiciv yapan, radikal biçimde eleştiren yanını daha çok sevmesini kendisinin 1972’de Tutunamayanlar’ı çıkar çıkmaz okuduğu zamanki ruh haline de bağlıyor: “İtiraf edeyim, 35 yıl evvel kültür dünyamızın basmakalıp laflarına, sefaletine, yalancılıklarına öfke duyarken benim asıl, bu çok derin öfkemi paylaşacak bir yazara ihtiyacım vardı. Onun için de ‘Bat dünya bat!’ diyen sinik Oğuz Atay’la daha fazla özdeşleşmiştim.” 35 yıl sonra değişen ne peki? Aslında Pamuk tam bir iyileşme gözlemlemiyor. “Oğuz Atay’ın kafayı taktığı bayağılıklar, yapmacıklıklar etrafta hala bol bol” deyip kahkahayla ekliyor: “Kafasızlıklar her tarafta kova kova.”



MELODRAMATİKLEŞİYORUM . Ama ölümünden 30 yıl sonra Oğuz Atay’ı anarken artık sadece “Bat dünya bat!” alaycılığını değil, bu alaycılığın arka planındaki insani sevgiyi, melodramı da kendisine yakın buluyor Pamuk. Hatta o melodramatik yapının, ikiyüzlülüklerle, bayağılıklarla alay etmeyi kolaylaştırdığını, sinizmi belki de daha kabul edilebilir kıldığını düşünüyor. Bu değişimde zamanın rolünü ise “Ben 30 yıl sonra, şefkatli Oğuz Atay’ı da seviyorum. Belki de yaşlandıkça ben de melodramatikleşiyorum” diye açıklıyor.



BASILMAYAN MAKALE . Orhan Pamuk’un Oğuz Atay’ın romancılığı üzerine düşünmeye başlaması, kendi romancılığının öncesine uzanıyor: “1973’te 21 yaşında roman yazmak için üniversiteyi bıraktığımda hemen roman yazmaya başlamadım. İlk işim Oğuz Atay hakkında eleştirel bir yazı yazmak oldu.”

Bu makaleyi Yeni Dergi’de yayımlaması için Memet Fuat’a göndermiş Pamuk ama nafile: “O zaman Memet Fuat beni tanımaz etmez. Zaten kendi adımla da değil, babamın adını kullanarak ‘Ali Gündüz’ imzasıyla göndermiştim makalemi. Ama Memet Fuat yayımlamadı.”



ZEKİCE GEVEZELİKLER . 20’lerinin başlarında, henüz ilk romanını yazmaya oturmamış olan Orhan Pamuk’un o makalesi basılmasa da boşa gitmemiş. Oğuz Atay üzerine Öteki Renkler’de yer alan ikinci makalesini hazırlarken yıllar önceki o ilk denemeden de yararlanmış Pamuk.

Bu makalede en çok dikkatimi çeken Pamuk’un Atay’ın anlatım tekniğine ilişkin cümleleri:

“Yazarın çok zekice gevezelikleri, bu anlatılarda anlatının kendinden başka hiçbir şeyin gelişmesine izin vermiyor, ne roman kahramanları ne de romanın gerektirdiği hareket. Ben bu romanları okurken şimdi ne olacak diye meraklanmadım hiç; asıl merak ettiğim Oğuz Atay’ın bundan sonra neyi gözleyip gülünçleştireceği idi. Oğuz Atay’ın romanlarında olay ve hareket yok, yalnız her yere yayılan bir et, bir doku var. Kitapları okurken, çalışan, seven, acı çeken insanlarla değil; çalışmayı, acı çekmeyi, sevmeyi düşünen bir bilinçle karşılaşıyorum.”

Pamuk’a dün telefonda bu eleştirisini hatırlattığımda, Oğuz Atay’a 1973’teki bakışıyla bugünkü bakışı arasındaki farkı anlattı: “21 yaşımda Oğuz Atay’ı severdim. Ama onun bu aydın gevezeliklerine itiraz ederdim. Bugünse artık bu gevezelikler ‘Biraz fazla olmuş’ demiyorum. Onlardaki bu belgeselci yanı seviyorum”



19. YÜZYILI AŞTI . Orhan Pamuk’la sohbetimizin sonunda, Oğuz Atay’ın Türk edebiyatına katkısını asıl nerede gördüğünü sordum. Atay’ın “alafranga, züppe, köksüz diye aşağılanan aydınları insan olarak görmeyi başarmasının Türk edebiyatında bir ilk” olduğunu vurguladı önce. İkinci olarak, Atay’ın, aydınların Batılılaşma özlemi ile yerellik arasındaki bocalamasını aydınları içeriden irdeleyerek, onlarla dalga geçerek, onları tersyüz ederek yapabilmesini övdü. Pamuk’un üçüncü vurgusu ise Oğuz Atay’ın romana getirdiği biçimsel yenilik üzerineydi:

“Atay bunları 19. yüzyıl romanının biçimiyle yapmadı. Joyce’dan, Nabokov’dan esinlenerek anlattığı insanları çok daha doğrudan, kendi dilleriyle, bütün çıplaklıklarıyla anlattı. Modern anlatım tekniklerine yönelmesi, 19. yüzyılın otoriter sesinden uzaklaşması da kafası karışık aydınları da, onların dilini de içeriden yazmasını sağladı.”

Öteki Renkler, kitabında da Oğuz Atay eleştirisi getiren, Orhan Pamuk, yalnız ve kaygılı okuyucunun, tutunacak bir dal olarak Oğuz Atay'a sarıldığı düşüncesinde genel olarak.

Fakat bana kalırsa, Tutunamayanlar romanının daha başka ve önemli boyutları da var. Bunlardan en önemlisi, Türk edebiyatı'nda modernizmin sancılarını, bilimsel olmayan, alaycı bir bireysellikle ifade eden ilk romancıdır Oğuz Atay. 

Oğuz Atay'a yöneltilen eleştirilerden bir tanesi de, romanlarında ayıklama yapmadığı üzerinedir. Verdiği detayların çoğu bir tekrar veya gereksiz cümleler yığını olarak da nitelendirilmektedir kimi zaman. Ama, Tehlikeli Oyunlar'da daha yapay bir anlatım benimseyen Atay, ironik bir dille bu eleştirilere omuz silkmiştir adeta. 

Oğuz Atay, anlatmak istedikleri için, her ne kadar biçimsel kalıpların önemli olduğu roman sanatını kullanmış olsa da, bu biçimselliğe çok fazla özen göstermemiştir. Uzun uzun yazdığı birleşik kelimeleriyle de Oğuz Atay, biçim ve kalıplara o kadar saygı duymadığını gösterir nitelikte. 

Örneğin, Ahmet Hamdi Tanpınar veya Yaşar Kemal romanlarına baktığımızda, biçimselliğin ve roman kalıplarına duyulan saygının doruklara ulaştığı o yazınsal dili fark ederiz. Ama Oğuz Atay, her yönüyle başkaldıran bir insandır. Roman sanatını da esnetmiştir yeri geldiğinde. "Bat dünya bat" demesi boşuna değildir. İstese roman sanatını gömebileceğini bile sezdirmiştir. Eğer canı daha fazla sıkılsaydı bunu da yapacaktı şüphesiz. Roman yazdım deyip, şiirler biriktirebilecek bir insan Atay. Çünkü, modernizmin ve basmakalıpçılığın tam karşısında dikilmektedir.

Örneğin, bazı yazarlar, yazı yazabilmek için dağ evlerine çıkarlar. Murathan Mungan son röportajında, kendini damıtmak için inzivaya çekildiğinden bahsediyorer. Ne müthiş bir gaflet bu, oysa ki! Halbuki, yazı yazmak için dağ evine gidilmez, yazmak hissi sizi oraya götürmelidir. Yazar, burada edilgen olmalıdır. Oğuz Atay'ın 34 yaşında ilk romanını kaleme alması da bu edilgenlikten gelir. Oğuz Atay roman yazmak için masa başına oturacak, betimlemeler tasvirler yapmak için düşünecek, çok düşünecek biri değildir. O, bireysel anarşizmini gösterebilmek, yok olan, kompleks insan benliğini haykırabilmek için, betimlemeleri de, tasvirleri de, romanı da bir araç olarak kullanır. Gerekirse çöpe atar tüm yazdıklarını. Çünkü, insandır o. Önce insana hizmet etmek ister; önce insanı görmek ister edebiyatı değil. Anlattıklarını vurgulayabilmek için lirizmi kaybeder. Bu da elbette cesaret işidir.

Örneğin, Albert Camus'da böyledir. Yazdıkları çok matah edebi ürünler değildir. Müthiş bir yazı kabiliyeti olmadığını görebilirsiniz hatta. Ama o incecik romanlarında yer yerinden oynar. O kısa cümlelerinde, fırtınalar meydana gelir. Çünkü, anlatmak istediği şey çok önemlidir. Marcel Proust gibi sayfalarca tasvir yapamaz belki ama insanın yalnız kaldığında, fikirlerinin arasından esip geçen soğuk rüzgarları çok iyi hissettirir.

Nobel edebiyat ödülleri, sözleri ile bir idealist eğilimi en farklı şekilde ifade eden yazara verilmektedir. Bu yüzden de, bu ödülü, Marcel Proust'lar, Yaşar Kemal'ler değil, Albert Camus'lar ve Le Clezio'lar, Mario Vargas Llosa'lar almaktadır.

İşte Oğuz Atay romancılığında da bu idealistik eğilimin önemi vurgulanmalıdır aslında. Söyledikleri ile depremler yaratan, bir başkaldırı romanı, Tutunamayanlar...

Şimdi, Tutunamayanlar romanının popülaritesinden bahsetmek istiyorum. Öncelikle, Oğuz Atay'ın tutunamayanlar ifadesi bir sezinlemedir daha çok. Bir çok okurun anladığından farklı bir nokta bu. Oğuz Atay, bunu hissettirebilmek adına, roman biçimselliğinden kaçmaya çalışmıştır. Yalın olarak bu duyguyu hissettirebilmek adına, yapay olarak nitelendirilen bir dil kullanmıştır. Bu haliyle roman anlaşılmaz bir hazine gibi olmuştur ve karmaşık anlamlar yüklenmeye başlanmıştır. Her ağız, romanı kendi hayatına mal etmek istemektedir vefakat bu romanın hissettirdikleri, aslen, genel geçer bir anlayış değildir. Tıpkı, Orhan Pamuk'un yıllar içinde değişen Oğuz Atay düşünceleri gibi. 

Tutunamamak fiilini ancak sezinleyebilirsiniz. Bu çok yalın bir duygudur aslında. Gündelik yaşamda, hissettiğiniz mide bulantıları ve soyutlanma hu hissi arttırır ve yoğunlaştırır. Ama bir sıfat olarak asla üzerinize yüklenemezsiniz. Çünkü insansınız siz. Oğuz Atay'ın edebiyatı hiçe sayan anti-romancılığı gibi, sizin de tutunamamak düşüncelerine karşı durduğunz anlar veya süreçler olacaktır.

Tutunamayanlar, insanın genel geçer olmayan, marjinalliğe uzak, sıradan, sıkıcı, kalıplara sığmayan, esnek düşün dünyasına göndermeler yapan, modernizmin yaşattığı soyutluk ve yalnızlığa vurgu yapan, yapayalnız bir romandır.

Nasıl ki, geçmişte yaşadığınız bir mahalleye tekrardan gitme fırsatına eriştiğinizde, bütün o mahalleye ait özellikler, size anıları canlandırmaya ve sanki, unutulmuş bir hafızayı, benliğinizden tutup çıkarmaya ve duygulandırmaya yetiyorsa, Tutunamayanlar da böyledir. Yalnızlıkta hissettiğiniz, yapayalnız ve uzak düşüncelerinizi, al işte burada diye gösteren bir mahalle gibi düşünün bunu. Kitabı kapattığınız anda; mahalleden ayrılmış olcaksınız.

6 yorum:

  1. sözlükte gördüm bu blogu.yazıyı da çok sevdim.bence belli bir zaman sonra daha spesifik incelemeler de yapmalısınız.tekrar romanı yaşamak adına iyi oluyor.bu blog için teşekkurler...

    YanıtlaSil
  2. yazmayı kesinlikle sürdürmelisiniz. blogunuzu kitaplaştırmalısınız hatta.

    YanıtlaSil
  3. teşekkür ederim.:) motive edici oldu bu sözler. bloga yazmaya devam etmeyi düşünüyorum zaten. kitaplaştırma konusunda da, ayrıca bir kitap yazmayı düşünüyorum aslında.

    YanıtlaSil
  4. yakın bi arkadaşım var bu kitabı çok sever, hep yanında taşır hatta. ve adı da ali. ali sandım seni :)))

    YanıtlaSil
  5. Edebiyat için edebiyatçı için gerçekten okunması gereken güzel bir yazı olmuş tebrikler :)

    YanıtlaSil