Pages

24 Temmuz 2020 Cuma

Kaybedilen Zaman


Yellow-Red-Blue
Wassily Kandinsky - Yellow Red Blue
"Üzülme evlat, kaybettiğini sandıkların, kurtulduklarındır belki." Charles Bukowski

Anılara dalıp gittiğimde fark ettiğim bir şey de bu oluyor. Geçmişte bir mekanda, bir kimsenin yanında nasıl hissettiğimi anımsıyorum. Mesela gün ışığının sızdığı, yüksek tavanlı geniş bir koridorda yürürken, gelecek bana çok sempatik geliyordu. Söylemek istediklerim konusunda telaşlı değildim. Kendimi şu an olduğu gibi kapana kısılmış hissetmiyordum.

İnsanlar yalnızca kelle başı hesaba göre ayrılmazla birbirlerinden. Dolayısıyla kendi içimizde de farklı farklı kişilerizdir. Her an farklı bir kişiyi de yansıtırız. Sonra bu denli kaybolmuşluk içinden yükselen bir ses olmaya çalışırız. İnsanın yaptığı bir açıklama nedir ki? İnsan başka türlü bir varlık da olabilirdi. Örneğin, seçme ve seçilme hakkının 18 yaş alt sınırı ile belirlenmesi hangi gerekçeli kararların sonucudur? Üç yaşında entellektüel bir tartışmaya giremeyeceği bilinen bir türün, yetişkinliğinde ciddi konuları tartışabilme kapasitesine eriştiğini nasıl kabul edebiliyoruz? Davranışlarından sorumlu tutulan bir insan, hukukun saydığı orta zekaya sahip basiretli kişi; bütün bu kabullenmeler ne kadar gerçekçi olabilir? Açıkçası bunların hiçbirini cevaplayamayız ve bu konular hakkında hiçbir şey söyleyemeyiz. Çünkü biz evreni tanımıyoruz. Bizim zeka kıyaslaması yapmak için bir referans noktamız da yok. 

Nate Fisher from Six Feet Under
İnsan her gün azar azar ama günün sonunda neredeyse uzak geçmişindeki tüm izleri kaybedecek kadar başka birine dönüşüyorsa, zamanın içinde akıp giden varlık da kimdir? Geçmiş ne kadar kötü olursa olsun, ondan iyiliği bulup çıkarabilmemizin gerekçesi de budur. Çünkü geçmiş ölüler gibidir. Bizi yanıltabilecek bir şey yapamayacaklarından, onlarda huzuru buluruz. Çoğu kez geçmişimizi bölük pörçük, hatta yalan yanlış hatırlıyor olmamız gerçeği bile bir sorun teşkil etmez. Çünkü o artık kutsal mahzenlerde son kişi anımsayana kadar dinlendirilecek. Şimdiki zamanın bunaltan tarafı, geleceğin kaygı veren yapısının altında da bu neden vardır. Çünkü şimdiki zaman; hissedilen zamandır ve her zaman eleştiriye açıktır. Rüyadan uyanırcasına bölünmez şimdiki zaman. Aynı keder gelecek zamanda kaygıya dönüşüverir. Çünkü hem eleştiriye açıktır; hem de belirsizdir. Ya doğru düzgün yaşayamazsam?! İşte endişeye sebep olan da budur. Şimdiki zamanda anbean çıkış yolu arayan zihin; gelecekte ise hayalgücüne dayanarak kurgular yapar. Geçmiş zamandaki bazı anıların acıklılığı da benzer sebeplerden ötürüdür. Bunların hatırlayanların olması keyfimizi kaçırır. Bu yüzden de Jean-Paul Sartre'ın dediği ve kabul ettiği üzere, "Cehennem, başkalarıdır". 

Zaman çeşitli büyüklükte dalgalar gibi insana çarparken, insanın düşündüğü yegane şey, bu dalgalardan nasıl korunabileceği veya bu dalgalarla nasıl oyun oynayabileceğine ilişkindir. Ne yazık ki, tefekkür yoğun bir zihinsel çaba ve gayretli okumalar gerektiğinden, "başkaları" kaygısına karşı savaşı "galeyan" yönetir. İnsanın elinin ayağına dolanmasına neden olan o galeyan, amok koşucusuna çeviriyor insanı, hayat karşısında.

"Atlar bayağı şanslı, çünkü her ne kadar onlar da, bizler gibi, savaşın ceremesini çekiyorlarsa da, hiç olmazsa onu desteklemeleri, gereğine inanır gibi yapmaları beklenmiyor onlardan. Bahtsız, ama özgür atlar! Galeyan denen o kaltak, maalesef! bize mahsus. (…)" Louis-Ferdinand Céline

"Boş ver" gibi teskin edici sözler yineler insan kendisine. Eskisi gibi olamıyorsam kimin umurunda. Shakespeare'in dediği gibi "Dünya bir oyun sahnesi, bizler de birer oyuncuyuz." Elimizde olmayan ancak kaçınılmaz olarak bizim tarafımızdan şekillendirilecek geleceğimizin şerefine...

24 Haziran 2020 Çarşamba

Üzerinde Düşünülmemiş İdeler Üzerine

Max Slevogt - The Nile at Aswan
Hayatımızı şekillendiren şeyler, üzerinde hiç düşünülmemiş ya da çok az düşünülmüş şeylerdir. Mesela kitap okumak... Bunun iyi bir şey olduğuna kim karar verdi? Görünen o ki, tarihsel mirası olduğu gibi kabul ediyoruz. Görünen şey iyidir, iyi olan şey görünür. Çünkü zaman yok. Ama kitap okuma nasihatini bir kere eyleme dönüştürdüğümüzde ve sürekli hale getirdiğimizde artık aklımıza sorular geliyor. Hiç düşünmediğimiz bir konudan çok çok çok az düşünebileceğimiz bir faza geçiş yapıyoruz. Burada şunu düşünüyoruz mesela; çok okumak, yaşam zevklerinden mahrum kalmaya; hayattan kopuk yaşamaya, gerçekliğin pratikliğinden uzaklaşıp kurguya, kuramsal / kavramsal olana zincirli kalmaya neden olur mu? Sonra ikili ilişkiler. Hayatımız boyunca karşılaşabileceğimiz bir avuç insan içinden tesadüfi birisinin bizim ruh eşimiz olacağına nasıl inanırız?..

Bu yüzden de yaşam üzerinde düşünülmemiş, derme çatma birkaç düşünce üzerinde yükselmeye çalışır; kendini var etmeye; buradayım demeye. İşte tam da bu yüzdendir ki, hayattaki pek çok şey zamanla slogana dönüşür: "kitap okuyun", "satın alın", "ülkenizi sevin" gibi.

Ne iyi iyidir; ne kötü kötüdür. Doğru veya yanlış kulaktan dolma birkaç öğütten ibarettir. Doğrusu insanlar, birçok temel şeyin tanımını bile bilmez (Bilmesi gerekir mi gerekmez mi?). Toplumsal yaşayış yazıya döküldükçe bu yara da kabuk bağlamaya devam ediyor. Halbuki, "Bilginin istem olarak doğabilmesi ve özgür kişi olarak kendisini her gün yenilemesi için ölmesi gerekiyor", demiş Max Stirner.

Bazı konular üzerinde azıcık kafa yormak "zorunda" kalmış insanlar, bu konuları hiç düşünmemiş insanlar üzerinde hegemonya kurmaya çalışıyor. Halbuki "herkesin iyilik yaptığı ütopik bir dünyada" bile işlerin kesinlikle yolunda gitmeyeceği besbelli. Öyleyse tüm insanlar neden bu saçmalıkları söylemekten kendilerini alamıyorlar? Oysa "sessizliğin mantığı, felsefenin mantığıdır", demiş Martin Heidegger.

Böylece sessizlik lanetlenmiştir. Sessizlik zamanlarında yaralarını görmeye başlar insan. Tanrım! Sessiz ve sıkıcı olan her şeyden beni koru! Beni, kendimden koru! Kendimden azat et! İşte, içten, samimi bir dua böyle olurdu. Ya da kulak vermeli Wittgenstein'a: "Hakkında konuşamayacağımız şeylerde sessiz kalmamız gerekir."