Pages

14 Kasım 2018 Çarşamba

Erken Hüküm Vermenin Anatomisi

Johan Christian Dahl - View of Dresden by Moonlight
"Dünyanın gerçek, içkin bir değeri yok; dünya aslında isteklerle, yanılsamalarla dönüyor."         Arthur Schopenhauer

İlerlemenin en geçerli prensibi, durmaksızın hipotezler ortaya koymak ve varsayımlarda bulunmaktır. Hiç durmaksızın kurgulayan insan beyni, hemen her an, birtakım olguları ve buna neden olan değişkenleri açıklığa kavuşturmak istemektedir. Bu, insanın merakının doğal bir sonucu olarak karşılanmaktadır.

...Yaşamı olduğu gibi, katıksız ve yansız ele alamıyoruz. Saplantılarımız, ön kabullerimiz, hevristiklerimiz ve önyargılarımız var. Bu yalnızca insan doğasına ait bir şey de değil üstelik. Okuduğum bir makalede, insanların elinde büyüyen kurt yavrularının, büyüdüklerinde de insanlar arasında sevecenlikle vakit geçirebildiklerini ortaya koyuyor. Bu da gösteriyor ki, belirli bir yaşa kadar olan deneyimler (daha çok yetişkinlik safhasına kadar olan süreç), insanın geri kalan yaşamındaki davranışlarının kaçınılmaz bir belirleyicisi olmakta. Schopenhauer şöyle diyor; "Dünyaya bakış açımızın sağlam temelleri ve derinlik veya sığlığı çocukluk yıllarında oluşur. Bu görüş daha sonra özenle düzeltilir ve mükemmel hale getirilir, ama özde değişmeden kalır."

Ama durun. Hemen karar vermeyin. Şimdi eğer, kurt yavruları örneğinde olduğu gibi, varsayımımızı çok geçerli ve yaygın bir "gerçek" olarak ifade etmeye kalkarsak, zavallı insanoğlunun, her zaman yaptığı erken hüküm verme yanılgısına düşmüş olacağız. Elbette insanlar arasında büyümüş yetişkin bir kurt da, eninde sonunda içgüdülerine teslim olup, kendisini büyüten insanlara saldırabilir. Peki o zaman erken hüküm vermek ne demek?

Bir defa insan ömrü, diğer canlılarda olduğu gibi sınırlı bir süreye yaygın. Ortalama insan ömrünün bir anda 2-3 veya 100 katına çıkması, dünyayı başka bir şekilde anlamamıza yol açabilirdi. Oysa biz, bütün dogmatik kafa yapımızla şöyle düşünüyoruz: ortalama yaşam süresi, dünyayı anlamak ve ona karşı doğru hüküm vermekte yeterli bir süre olmalı. Oysa durum hiç de öyle değildir. 

Ardından dil problemi gelmekte. İnsanlar arasındaki iletişimi bir çeşit illüzyon olarak görebiliriz. Kelimeler, ifade ettikleri şeylerin tam olarak yerine geçebiliyorlar mı? Büyük çoğunlukla, geleneksel bir etkileşimin, standartlaştırılmış biçimi olan dil, insan psikolojisinin de (id, ego, süper ego) sınırlı bir kısmını açıklamakta kullanılan bir araçtır. Çoğu zaman hislerin yoğunluğunu dikkate almadan, çalakalem kendini gösteren dil, anlatmak istediği her şey konusunda oldukça marjinaldir. Edebi eserlerde daha çok farkına vardığımız o korkunç tematik yaklaşım, dilin, düşünceyi vurgulama çabası içinde çaresizce çırpınarak iyice sivrileşmesinden kaynaklanmaktadır. 

Ardından duyulardan bahsedebiliriz. Jose Saramago'nun "Körlük" kitabı iyi bir açıklayıcı olabilir bu konuda. Kitapta, tüm insanların ansızın kör olduğu bir dünyada yaşananlar anlatılıyor. Duyularımız, çevreyi algılamamızda belirleyici oluyor. Hiç bir ışığın olmadığı okyanusun derinliklerindeki canlıların kör olması gibi, diğer duyular da "belirli bir evrimsel ihtiyaç"tan kaynaklanıyor olabilir. Sonuçta yeryüzündeki diğer canlılar da, dünyayı farklı biçimde görüyor ve algılıyor. Bizim "ne kadar görebildiğimiz", evrimsel süreçte "ne kadar görmek istediğimiz" ya da "ne kadar görmeye ihtiyacımız olduğu" devinimi tarafından belirleniyorsa, öyleyse bu dünyada biz nesnelerin nesnesiyiz ve biz, dünyaya fırlatılmış çaresiz varlıklarız. Bazı duyularımızı aniden kaybettiğimizi düşünmelisiniz; bu bizi neye dönüştürürdü? İnsanda bazı duyuların hiç gelişmediğini veya gelişmesi olası bazı duyulardan şu anda bihaber olabileceğimizi düşünürsek, bizi biz yapan "şeylerin" öylesine bir şeyler olduğunu, en azından asla bir "hakikatin" yeterli kriterleri olamayacağını söylemek zor olmaz.

Durmadan söylüyoruz ve düşüncelerimizde bitmeyen kurguların rahatsız ediciliği arasında tükenmek bilmeyen peşin hükümler bulunuyor. Oysa yalnızca, daha yanlış olanla yanlış arasında karar veriyoruz. Her insanda kendi geçmişinin, önyargılarının, yetiştiği çevrenin getirdiği saplantıları görebiliyorsunuz. Doğrusu, elit olmak bile son tahlilde, geçersiz bir saplantıdır. Dünyada yalnızca gürültü var. 

Çin filozofu Lao Tzu'nun sıkça anlattığı söylenen hikâye şöyle;

Bir köyde bir yaşlı bir adam varmış… çok fakir… Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki kral bile onu kıskanırmış. Kral at için ihtiyara neredeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.

“Bu at, bir at değil benim için… bir dost. İnsan dostunu satar mı?”

Bir sabah kalkmışlar ki at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış. Köylü, “bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün onuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var ne de atın” demiş.

“Karar vermek için acele etmeyin. Sadece at kayıp deyin. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez. 

”Köylüler ihtiyara kahkahalarla gülmüşler. Ama aradan onbeş gün geçmeden at bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de vadideki on iki vahşi atı peşine takıp getirmiş. Köylüler, ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler. Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için. Şimdi bir at sürün var", demişler.

“Karar vermek için yine acele ediyorsunuz. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?”

Köylüler bu defa ihtiyarla açık açık dalga geçmemişler ama içlerinden sahiden akılsız diye geçirmişler. Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler yine gelmişler ihtiyara;

“Bir kez daha haklı çıktın. Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın.”

Yaşlı adam, “Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz. O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı, gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.”, demiş.

Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş. Giden gençlerin ya öleceği ya da esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş. Köylüler yine ihtiyara gelmişler.

“Yine haklı olduğun kanıtlandı. Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer.” Yaşlı adam, “siz erken karar vermeye devam edin. Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olacağını sadece allah biliyor.” Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatle tamamlarmış, etrafına anlattığında:

“Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi dolayısıyla gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir, insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken yenisi açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.”

2 yorum:

  1. Yazilarinizi buyuk bir zevkle okuyorm. Cok guzel yaziyorsunuz

    YanıtlaSil