Pages

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Arada Sırada Hayat

İstanbul'da doğup büyümek, İstanbul'da çocuk olmak, zannediyorum ki apayrı bir şey. Başka şehirlerde doğup büyüyen, yetişkinliğe başka şehirlerde adım atanların anlamlı ve özel çocukluk anıları pek yokmuş gibi gelir bana. Belki de yanılıyorumdur, kim bilir...

Ama Orhan Pamuk'u bu nedenle seviyorum işte. Boğaz'dan geçen gemileri, kömür kokan varoş mahallelerini, ilkbahar'da yaşanan ruhsal bunalımları, Galata'da balık tutanları, sonbahar'da, kuşlar göç ederken şehre dönen kasvetli yurdum insanlarını, sıkıntıları, çocuksu duyguları, seyyar satıcıları ve daha nice İstanbuli renkleri çok iyi betimlemiştir bana kalırsa.

Her yazarın bir tekniği vardır ya hani, bu durumu ona benzetiyorum. Oğuz Atay için romanda gereksiz kısımları ayıklamasını bilmiyor diyenler, Orhan Pamuk için de bir takım teknik hatalar öne sürmüşlerdir. Ama İstanbul'u, bu derin ve anlamlı bakış açısıyla daha önce kimse anlatmadığı için, bu zevki tadanların, yani İstanbul'u hatırlayanların hatıralarla beraber gelen çocukluk ve gençlik anılarının önüne geçemeyeceklerdir elbette acımasız eleştiriler yapanlar.

İstanbul'la 25 yıllık tanışıklığımın serüveni olsun bu.



1990'ların sonunda, henüz bir ortaokul öğrencisi iken kardeşimle ortaklaşa yaptığımız inanılmaz baskı sonucu Gülhane Parkı'na gitmek için babamı ikna ettik. O da binbir itiraza rağmen, haftasonu tatilini böyle geçirmeyi kabul etti. Eminönü'ye gittik ve yaklaşık resimdeki gibi bir alana, hem de etrafta başka hiçbir araba olmamasına rağmen park etti. Çocuk kafasıyla bile bir terslik olduğunu sezip; "eee camiinin tam karşısına park ettin" demiştim babama. Gönülsüz geldiği için ses etmemişti. Bu şekilde Gülhane Parkı'na indik, gezdik, eğlendik, hayvanatı seyrettik filan.

Dönüşte arabanın başına geldiğimizde kilidi vurmuşlardı lastik aksamına. Eh sinir küpüne dönen gönülsüz baba karşısında, susma sırası bize gelmişti.


Babama yaptığım inanılmaz baskılar bununla bitmemişti. Okulda düzenlenecek, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı fotoğraf yarışmasına katılmaya karar vermiştim. Ehh, babamın kimseciklere dokundurmadığı fotoğraf makinesini kullanabilmek için razı etmek de kolay olmadı. Her zamanki gibi ağzından girip burnundan çıkmış ve bu işi de ayarlamıştım.

Gidip pil ve film alacaktık ama şöyle makineye bakınca babam, "bunda birkaç tane kullanılmış da olsa film olacaktı zaten" dedi. Sadece pil aldık dolayısıyla. Evde pili takıp deneyince, flashın patladığını da görmemizle beraber, tören geçişlerinin yapılacağı yer olan Vatan Caddesi'ne gittik. Makus talihim de benimle beraberdi elbette.

Her neyse, türlü şekillere girip, tören geçişi yapan askerleri kah şeritin altından caddeye sızıp, tören geçişi yapan askeri birliğin önüne geçerek vatandaşa koyulan sınırı ihlal ediyordum, kah gazeteci edasıyla yatay ve dikey fotoğraflar alıyordum, kah alkış tutuyordum, eğleniyordum ve mutluydum dolayısıyla. Flash patladıkça kendime olan inancım da artıyor, fotoğraf yarışmasında birinci olacağımın hayallerini kuruyordum. Bu şekilde, Kore gazisi yaşlı amca modelini de küçük bir çocukla kare'ye alınca "bu iş bu kadar" dedim ve eve döndük.

Eski tip fotoğraf makineleri ile ilgili yapmam gereken bir hatırlatma var. Bu fotoğraf makinelerini film pozu bitmeden, filmi yuvadan çıkarırsan, kaşan pozlar kullanılamaz oluyordu ve bir diğer ilginç husus da, film olmadan, yalnızca pillerle bile flash patlıyordu.

Velhasıl, eve döndüğümüzün ertesi gününde, azıcık gaza gelmiş babam, filmleri tab ettirmeye gidiyorum ben diye çıktı evden. Dönüşte eli boş gelmişti ve yine asabı bozuk bir şekilde bakıyordu bana. Hay dedim içimden, "acaba yine ne oldu?". Bekelenen, uzun süredir gelmeyen felaket neydi? dedim.

Evet, fotoğraf makinesinde aslında film yoktu ve biz boş fotoğraf makinesiyle akşama kadar tören geçişini ve mutlu aileleri pozlamıştık. Fotoğrafları çekmek için girdiğim embesil şekillere kahroldum o anda. Fotoğraf yarışması da hayal olmuştu tabii... :(


Sağ alt köşedeki yeşil binacıklar kümesi Eyüp Lisesi'nin, Pierre Loti tepesinden görünümüdür. Lise eğitimini aldığım güzide okul. Apayrı bir havası vardır, bir de Metin Hocası tabii. Google'da Eyüp Lisesi'ni aratınca O'nun resminin birinci sırada çıkmasına hiç şaşırmadım doğrusu :)

Ve bahçesinde, beden eğitimi derslerinde izin alıp maç yapardık. Topun Halic'e kaçma olasılığı kabusumuz olurdu. Çünkü Beden Eğitimi Dersi Hocasının kesin ikazı vardı. Top okula zimmetliydi ve yenisini alırım demek bahane olamazdı.

Hazırlığa giderken henüz, daha ilk beden dersimizde, ilk sınıf maçımızı yapacaktık. Beden Eğitimi Hocası defalarca ve defeatle topu Halic'e kaçırmayın diye uyardı, uyardı, tehdit etti, uyardı ve sonra okula doğru yöneldi.

Biz de takımları kurup heyecanla maça başlamıştık bu arada. Henüz ilk saniyelerde ayağıma gelen topa, bir koydum, hoooop Halic'e kaçtı ve nerede kaldı benim makus talihim derken bu olay vuku buldu. Hoca arkasını yürürken, dönüp durumu çakmasın diye, topun bir süre Haliç'te yüzmesine izin verdik. İlk deneyimimiz olduğu için topu nasıl alacağımızı da bilemedik.

İnanılmaz gerilmiştim elbette. Top öylece uzaklaşırken, "ziki tuttun olum"cularla muhatap oluyordum. Neyse ki babacan olduğu her halinden belli olan bir tekne sahibi, topu makul bir fiyat karşılığı alabileceğini söyleyip, teknesine can verdi. Birkaç arkadaş tekneye atlayıp, kaçamak bir seyahatle topu alıp getirdik.

Bu da böyle bir anımdı...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder