Pages

18 Ocak 2012 Çarşamba

Ego

Montaque Dawson
"The Glory of the Seas"

Thou rising Sun! thou blue rejoicing Sky!
Yea! every thing that is and will be free!
Bear witness for me, whereso'er ye be,
With what deep worship I have still adored
The spirit of divinest Liberty.
                                                                        Samuel Taylor Coleridge


Bu dünyayı ben yarattım. Dağları, ovaları, denizleri, her bahar açan çiçekleri ben var ettim. Yıldızları, gezegenleri, sevgiyi, ihaneti, acıyı, dayanma gücünü ben bildim. Konuşabiliyorsanız bugün, sevgi sözcükleri, nefret sözcükleri sarf edebiliyorsanız, öğrenebiliyorsanız, duyabiliyorsanız hepsi benim sayemde. O yüzden kudretimi küçümseyemezsiniz. Beni yok edemezsiniz. Çünkü, ben yitersem, siz zaten zayi olacaksınız...

15. yüzyılda yaşamış iki denizcinin hikayesi bu... Açık denizlerde yol alan bir kalyondaydılar. Yeni dünyaları keşfe çıkmışlardı. Günlerce kürek çektiler. Kara bahtlarının bodoslama çarptığı o günlerde korsanların saldırısına uğrayan kalyonlarından yalnızca ikisi sağ kurtulabildi ve sahip oldukları değerli ne varsa alındı ellerinden ve talan edildi. Yalnız sintinede saklanan o iki denizci dışında, mürettebattan eser kalmadı.

Dağılan ve parçalanan mendirekleri ve kürekleriyle haftalarca maviliklerin içinde oraya buraya savruldular. Birkaç şişe sağ kalan rom ile idare ediyorlardı. Birbirlerinden başka sığınabilecekleri hiçbir liman göremediler. Sanki onlar korsanlarla mücadeleye girmişken, dünya da bir felakete uğramıştı ve kara parçası namına varsa sular altında kalmıştı. Sanki, dünya üzerinde yaşayan varlıklar, yalnız bu iki denizciden ibaretti...

Yeryüzünün ilk insanları gibi kucaklaştılar; günlerce balık ve rom eşliğinde hikayeler anlattılar birbirlerine. İlk defa iki insan bu kadar birbirine yaklaşmıştı. Bir insanın, bir diğerini tam manasıyla anlamasına ilk defa bu kadar ramak kalmıştı yeryüzünün karanlık tarihinde. Ama rom da, ateş için malzeme de her geçen gün azalmıştı ve çakırkeyfliklerinden ileri gelen memnuniyetleri bu acı gerçekle yüzleştiklerinde soğuk kasırgalara bırakmıştı yerini.

Günlerden bir gün, iki denizciden daha sarhoş olanı elinde şişesiyle geminin kıç tarafında demleniyordu. Bir diğeri ise, çoktan onu ortadan kaldırmanın planlarını yapmıştı. Kılıcını sarhoş denizcinin ince uzun boynuna uzattığında güneş tam tepedeydi ve sarhoş denizcinin gözlerini alıyordu, ayaktaki biçimsiz suratın arkasından sızan güneş ışıkları... Şişesini gökyüzüne kaldırdı. Yarım şişe rom ve denizin dalgalanması durmuştu o anda. Fakat dünya üzerinde geriye ne kaldıysa dalgalanmaya başlamıştı. Kalyondan geriye kalan ne varsa çatırdamaya başlamıştı. Renkler birbirinin içinde yüzüyor gibiydi; sarhoşluğu yeryüzüne geçmişti denizcinin.

Ve ayaktaki suratın kapattığı güneşin gölgesi, yavaş yavaş tüm manzarayı karartmaya başladı. Zifir karanlığa teslim oluyordu her şey. Yeryüzünün sarhoş tanrısı ölüyordu...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder