Pages

23 Temmuz 2018 Pazartesi

Friedrich Nietzsche Üzerine

Caspar David Friedrich - Hill and Ploughed Field near Dresden
"Konuşabilen bir hayvan şöyle demiş: “İnsancıllık, en azından biz hayvanların acısını çekmediği bir önyargıdır." Friedrich Nietzsche
Kelimeleri çok iyi kullanan insanlar gördüm. Belirli bir işi en iyi yapan insanlar. Nietzsche'nin son insanları bunlar. Peki Nietzche'nin acısı neydi? Hep geriye dönük sorular sorması. İnsanın delirmesine neden olan budur: her kelimenin altında yatanı sorgulaması. İnsanı yiyip bitiren de budur: yani kuruntuları. Sorulan soruların çoğalttığı o bataklık! Bir defasında kız kardeşine şöyle demiş Nietzsche: "Gönül rahatlığı ve mutluluk arıyorsan inan ama gerçeğin öğrencisi olmak istiyorsan, araştır."

"Benim bir derdim var, cümlelerim bu dertle örülü ama okuyucu kitlem cümlelerimi cımbızla bağlamından çekip ormanımı katleden barbarlar maalesef." Nietzsche böyle dediğine göre bu derdi biraz daha açalım. İnsanlar ahlaki değerleri, devletleri, inançları idealize eder. Aslında Nietzsche'nin karşı durduğu ve acısını katlayan: toplumların bu ideal hali, yani inorganikliğidir. Karşı duramadığı ise kendi ilkel içgüdüsüdür. Kırbaçlanan atın önüne atlayıp, ona sarılması, vicdanıyla baş başa iken hüngür hüngür ağlaması ve bu olaydan sonraki üç gün boyunca hiç konuşmadan oturması; ardından söylediği ilk cümlenin, "Mutter, ich bin dumm" (Anne, ben aptalım!) olması, Nietzsche'nin yaşadığı acı dolu çekişmenin final sahnesi olmuştur ve Nietzsche delirmiştir.

Nietzsche acıyla baş edebileceğini düşünüyordu. Schopenhauer, karanlığa tiksintiyle bakarken, yaşam sevincini kutsayan Nietzsche hem Wagner'le olan dostluğunda, hem de Lou Salome'a olan aşkında hep bu kurtuluşu aradı. 

Nietzsche'nin sorduğu sorular, boşluğun çapını artırıyordu. Nietzsche yaşamak tutkusuna onu bağlayacak bir şey bulamadı. Wagner'in ihtişamlı orkestrasını dinlemeyi yarıda kestiğinde, Lou Salome'e olan aşk itiraflarında reddedilmesi, inzivaya çekildiği Sils Maria'da hissettiği duygusal yoksunluk, kutsal kitapların en başından beri ona yanıt vermemesi, hiçbir yere varmayan tren yolculukları Nietzsche'yi daha da kaosa sürükledi.

Toplumdaki tüm değerlerin yanlış olduğunu gördüğünüzde geriye bir tek şey kalır; bitki kadar yalın yaşamak. Bu yaşamak tanımını Nietzsche'nin öncülü Max Stirner'den işitiyoruz. Şöyle diyor kendisi: "Benim Hiç’im gözle görünen, elle tutulan bir Varlıktır. Üstelik kırıcı olan bu Hiç, vakumu dolduracak kadar da yapıcıdır. Dünya benim dünyamdır, gerisi yalan. Hiçbir amacım yok benim, neredeyse bir bitki kadar yalın ve yaşam doluyum. Ancak benim bir mülkiyet düşkünü olduğumu sanmayın -bunu da ısrarla söylüyorum. Her düşkünlük beni tiksindirir." Albert Camus da zaten şöyle demiyor muydu Başkaldıran İnsan'da: "Daha önce Stirner, Tanrıyı yıktıktan sonra, insanda her türlü Tanrı düşüncesini de yıkmak istemişti. Ama, Nietzsche’nin tersine, yoksayıcılığı hoşnuttu. Stirner çıkmazda güler, Nietzsche duvarlara saldırır."

Nietzsche hayatı olumluyordu ve bu hayata tutunacak bir topluluk bulamadığından duvarlara saldırıyordu. Peki bu hayat yaşanmaya değer değil midir? Kişisel bir anımı paylaşmak istiyorum. İşinde çok başarılı, iyi kazanan, kibar, boylu poslu, oldukça yakışıklı, evli bir tanıdığım vardı. Hayatı tam manasıyla harika ilerliyordu. Bir gün amansız bir hastalığa yakalandı. Yatağa düştü. Vücudu, kasları eriyordu. Onu sevdiğini iddia eden herkes, eşi ve ailesi de dahil kendisini yalnız bıraktı. O, hiç kimseyle alıp veremediği olmayan kişi, tüm sevgilerin, tüm o yaşam ihtişamının bir yalan olduğuna günbegün şahit olmuştu. Belki sevenleri yanında da durabilirdi: ama hangi saikle? Belki o da nevrotik bir merhamet olacaktı. Kaderin bir cilvesiyle, Kralıyla aynı cezaevine düşen soytarının, aradan geçen zaman içinde ona saygısını yitirmesi ve laubali olması gibi.

Eğer böylesi bir dünyada yaşadığını bilip, yine de yaşamı olumlayabiliyorsanız, bu hayat yaşamaya değerdir. Size unutmanızı, alışmanızı, sakin kalmanızı, bir şeylerle uğraşıp kafayı oraya vermenizi, en son çare olarak da ilaç almanızı tavsiye ederler. Halbuki bu hayatı yorumlamak basittir: ölene kadar geçecek hayatınızı anlara bölerseniz; bu hayat sonsuzdur, ölümsüzsünüzdür; halbuki bu hayat hiç de sonsuz değildir.

Nietzsche son insanları şöyle tanımlıyor:

"Aşk nedir? Yaradılış nedir? Hasret nedir? Yıldız nedir?" böyle soracaktır son insan ve kırpacaktır gözlerini.

O zaman yeryüzü küçülmüş olacaktır, her şeyi küçülten son insan onun üzerinden sıçrayacaktır. Cinsi, toprak piresi gibidir, kökü kurutulamaz; son insan herkesten uzun ömürlü olandır. Saadeti biz keşfettik"- derler son insanlar ve gözlerini kırparlar. Onlar yaşanması güç semtleri terk etmişlerdir: zira hararet lazımdır kişiye.

Henüz komşu sevilmektedir, ona sürtünülür. Zira hararet lazımdır kişiye. Hasta olmak ve kuşku duymak günah kabul edilir: sakınarak yürürler. Budaladır, buna rağmen ayakları taşa sürçen ya da insanlara takılıp tökezleyen kişi. Ara sıra bir miktar zehir: bu hoş rüyalar gördürür. Ve nihayetinde alınan fazlaca zehir, huzur içinde bir ölüm temin eder bu da. Hala çalışmaktadır kişi, zira iş eğlencelidir. Fakat dikkat edilir, eğlencenin kişiyi tüketmemesine.

Artık kişi ne zenginleşir ne de züğürt kalır. Her ikisine de katlanmak güçtür. Kim hükmetmek ister ki artık? Kim artık itaat etmek ister? İkisine de katlanmak güçtür. Çobansız bir sürü! Herkes aynı şeyi ister, herkes birdir: kendini farklı hisseden, gönüllüdür tımarhaneye.  "Bir zamanlar dünyanın tamamı çılgındı." -deyip en kurnazları, göz kırparlar.

İnsan zekidir ve olup biten her şeyi bilir: bu nedenle iğnelemelerinin sonu yoktur. İnsanlar hır gür halindedir hala, ancak çabuk barışırlar- aksi takdirde mideleri bozulur.

İnsanın, gündüz için ayrı, gece için ayrı, küçük şekerlemeleri vardır: yine de değer verirler sağlığa.
"Saadeti biz keşfettik"- derler son insanlar ve göz kırparlar..."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder